YAZARLAR

Losing My Religion

İşte yine o sevinç. Yine o güzellik duygusu. Dünyada bir yerin olduğunu, yeni başlangıçların hep mümkün olduğunu her defasında esinleyen o bildik melodi… Şarkının sözleri kendini hayattan sakınamayan hassas bir kalpten bahsetse de müzik bana hikâyeyle ilgisiz bir coşku veriyordu. Sonra hikâyeyi öğrendim. Gerçek miydi peki?

Yıllar önce, bu şehirdeki ilk zamanlarımda, buraların ahşap döşemesi ve loşluğuyla meşhur ‘kahverengi bar’larından birine gitmiştim. Yanımda memleketten iş için gelmiş bir arkadaşım vardı. Onu yıllardır görmemiştim. Bir zamanlar yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezken, hayat bizi birbirimizden epey uzağa savurmuştu. İşte yıllar sonra, soğuk bir kuzey Avrupa akşamında yeniden birleşmiştik. 

Arkadaşım şehrin diğer tarafındaki bir otelde kalıyordu. Akşam yemeğinden sonra, kaldığı otele doğru yürürken, hikâyeme mekân olan barın önünden geçtik. Kıştı, soğuktu, karanlık erkenden çökmüştü. İçeriden yükselen müzik ve neşeli insan sesleri bizi mıknatıs gibi kendine çekti. Bir kış gecesi, ışıkları yanan tek hanı bulmuş iki yolcu gibi hissediyorduk. İki bira daha içip gevşemek, insanları seyretmek, eskilerden konuşmak iyi gelecekti.

Mekândaki tek boş masayı bulup çöktük. Birer bira ve patates kızartması söyledik. Tatlı, rahat bir ortam vardı. Müşteriler birer ikişer kalkıp köşedeki müzik kutusuna para atıyor, özledikleri bir şarkıyı çalıyorlardı. Şansımıza, bizim de bildiğimiz güzel şarkılar seçiyorlardı. Biraz seksenler, biraz doksanlar, güzel bir listeydi. İçine hem neşe hem de hüznün karıştığı tam kıvamındaki o nostalji duygusuyla, ikimizin de doğup büyüdüğü, artık çok uzaklardaki o taşra şehrinden, lise yıllarımızdan, ayrılan yolların bizi nereye sürüklediğinden konuşuyorduk. Bir yandan burnumuzun direği sızlıyor, bir yandan her şeye gülüp geçiyorduk. Keyfimiz yerindeydi. Bar güzel, müzik güzel, sohbet güzel, hayat güzeldi. 

Sohbeti daha da uzatmak için bir bira daha söyleyecekken tam, masamıza bir adam yanaştı. Altmış yaşlarında, dokunsan kırılacak denli incecik bir adamdı. Kırlaşmış uzun saçlarını bir at kuyruğuyla toplamıştı. Geyik desenli kazağı ve kafasındaki yarım yün bereyle hippilere benziyordu. Masamıza iki eliyle ağırlığını vererek konuştuğuna göre, belli ki bu akşam için yükünü tutmuştu. 

“Buraya oturabilir miyim arkadaşlar?” Aksanlı bir İngilizce konuşuyor; dili alkolün etkisiyle belli belirsiz dolanıyordu. 

Kendi sohbetimizden hoşnuttuk ama bar tıklım tıklım doluydu. Adamı çok da istemeden buyur ettik. O da bardaklarımızı boş görünce karşılığını üçümüze de birer bira söyleyerek verdi. Konuşkan biri herhalde diye düşünmüştüm. Belli ki yanılmıştım. Sohbetimize ortak olmadı. Gözlerini kapatıp kafasını hafif hafif sallayarak, bar müşterilerinin seçtiği müziği dinlemeye başladı. Sting, ‘Every Breath You Take’i söylüyordu. Yeni masa arkadaşımız, bizimle ve bardaki diğer herkesle ilgisini tümden kesmişti. Sessiz bir dua eder gibi, gözleri hep kapalı, dudakları kıpır kıpır, şarkıya içinden eşlik ediyordu. ‘Every Breath You Take’in eriyip bitmesinden sonra şarkı değişti ve çok sevdiğim bir başka şarkının her duyduğumda içime sevinç veren ilk notaları, hoparlörden gümbür gümbür döküldü. Losing My Religion. R.E.M.’in şarkısı… 

İşte yine o sevinç. Yine o güzellik duygusu. Dünyada bir yerin olduğunu, yeni başlangıçların hep mümkün olduğunu her defasında esinleyen o bildik melodi… Şarkının sözleri kendini hayattan sakınamayan hassas bir kalpten bahsetse de müzik bana hikâyeyle ilgisiz bir coşku veriyordu. Arkadaşımın da bu şarkıyı sevdiğini bilirdim; sonuçta biz büyürken çıkan her şey gibi üzerimizde izini bırakmıştı. Birbirimize baktık; o sessiz onayı onda da gördüm. “Oh life, it’s bigger, it’s bigger than you, and you’re not me.” 

Keyfimiz yine yerine gelmişti. Müzik, mekân, gece, her şey birbiriyle uyumluydu. Siz de bilirsiniz o hissi eminim. Eksik olduğunu bile bilmediğiniz bir parça tık diye yerine oturur. İşte içimde o tık sesini duymuştum.

Birden masa arkadaşımızın sesiyle irkildim. 

“Bu şarkının fikrini Michael’a ben verdim.”

Boş boş bakmış olmalıyız ki, ekleme yapma gereği duydu: 

“Bu çalan şarkının fikrini… R.E.M. Losing My Religion. Bilmiyor musunuz şarkıyı?”

“Biliyoruz tabii” dedi arkadaşım. “Herkes bilir.”

“Hah işte. REM’in solisti Michael Stipe’la eskiden tanışırdık; ona bir hikâye anlattım. Sonra başka bir hikâye daha anlattım. O da ikisini birbirine bağladı, bu şarkıyı yaptı.”

Tam o sırada garson kız, elinde bira dolu tepsiyle tepemizde belirdi. Masamızdaki adamın son söylediklerini işitmiş olmalı ki, biralarımızı servis ederken hınzırca sırıtıyordu. Yeni arkadaşımız belli ki barın müdavimiydi, garsonla birbirlerini tanıyorlardı. Adam, ona “bak işine” der gibi hafif bir el hareketi yaptı ve bira bardağını bize doğru kaldırdı. 

“Eski günlere, eski şarkılara ve Michael’a”

Birazcık kaçık bir adam mıydı? Suyuna gittik. Hayatı bu kadar ciddiye almaya da gerek yoktu. 

“Oh no I’ve said too much” diyordu tam o sırada Michael Stipe. “Ah hayır, çok fazla konuştum.” 

“Michael’la Atina’da tanıştık, 70’lerin sonunda. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi o zaman.”

“Atina’da mı? Amerikalı değil miydi o?”

Adam bize hayattan hiçbir şey anlamamış cahillermişiz gibi baktı. Gözlerinde bir hayal kırıklığı mı vardı?

“Amerika’daki Atina bu… Georgia Üniversitesi oradadır. Biz orada okuduk. Grup da orada kuruldu. Bu şarkının hikâyesini Michael’a ben orada anlattım. Kendi hikâyem… Birini çok seversin, her şeyi onun için yaparsın, o seni görmez bile. Bir ipin ucunda sallanıp durursun. Onun ilgi alanına girmeye çalışırsın. O seninle oynar, bazen yüzüne güler, bazen arkandan güler. Sen her sabah kendinden nefret ederek uyanırsın. Yine de şansını denersin her akşam. Böyle böyle giderken birden görürsün kendini… Ne halt ettiğini anlarsın. Kendini sakınmaya çalışırsın. Yaraların kabuk tutar gibi olur. İçine kapanırsın. Bitti gitti işte dersin. Bitmemiştir. Bir an gelir bitmediğini anlarsın. O kabukları yeniden koparırsın. Yine açarsın yüreğini. Sakınımsız. Ve o yine oynar seninle. İşte o zaman dinini kaybedersin.”

“Köşeye sıkışmış olan benim” diyordu Michael Stipe. “Spot ışıkları altındaki benim / Sana ayak uydurmaya çalışıyorum / Gücüm yeter mi hiç bilmiyorum.”

 “‘Losing my religion’ dini bir ifade değildir. Güneylilerin lafıdır. Sallandığın ipin ucuna geldiğinde, kendine de sevgine de sevdiğine de inancını kaybedersin. Sevgin öfkeye dönüşmüştür. Keder kalmıştır geriye. Bunu az kişi bilir. Şarkıyı dinle ilgili sanarlar.”

Yakalanmış gibi hissettim. Ben de şarkıyı en azından o kısmını dinle ilgili sanıyordum doğrusu. Bir yandan adamın anlattıkları doğru mu bilemiyordum. O kadar kendinden emin anlatıyordu ki… Yan gözle arkadaşıma baktım; ilgisini kaybettiğini gördüm, civar masalarda oturan insanları seyretmeye dalmıştı. 

Masa arkadaşımız oralı değildi. Kendi hikâyesiyle dopdoluydu. Şarkı bitince, bardağını alıp  yerinden doğruldu. “İşte bu fikri Michael’a ben verdim” dedi. Durduğu yerde hafif hafif sallanıyordu. “O da yıllar sonra bu şarkıyı yazdı. Klibini seyrederseniz, buralardan izler bulursunuz. Bizim ressamların izleri. Bizim karanlığımızın, bizim loşluğumuzun izleri. Tam burası gibi. O da Michael’ın selamı işte. Neyse, kafanızı şişirdim, hadi cheers!”

Arkasından bakakaldım. Arkadaşıma baktım; gözle görülür bir bıkkınlıkla, “amma sardı ha” dedi. Dinlememişti bile. “Atina mevzusunda bıraktım ben. Gıcık herif. Neymiş derdi?”

*

O gece eve gidince internette biraz araştırma yaptım. Losing My Religion sözleri, anlamı, Atina, Georgia Üniversitesi, grubun kuruluşu, ilk yılları, ilk albüm ’Murmur’, diğerleri, nihayet ‘Out of Time’ albümü ve o şarkı… Tuhaf arkadaşımızın sözleri gerçeğe uygundu. Ama doğru muydu? “Neden olmasın” dedim… İnanmayı tercih ettim, hatta sonraki günlerde birkaç kişiye “şarkının hikâyesi buymuş” diye bilmiş bilmiş anlattım. 

“Nereden mi biliyorum, mevzuyu hikâyenin sahibinden dinledim.”

*

Aylar sonra bir akşam yine aynı muhitteydim. Bu sefer tek başımaydım. Ayaklarım beni aynı bara sürükledi. Yaz gelmişti. Güneşin bir türlü batmadığı akşamlardan biriydi. Birçok insan, yoldan gelip geçenleri seyrederek terasta oturuyordu. Ben içeri girdim. Dışarıdaki aydınlıkla tezat o kahverengi bar karanlığı, o tatlı loşluk. Müzik kutusu yine müşterilerin emrindeydi. İçeride sadece bir iki kişi vardı; gözlerim hippi arkadaşımı aradı. Bu defa ortalarda yoktu. 

Yine bira sipariş ettim ve çalan şarkılara kulak kabarttım. Hep bildiklerimden gidiyordu. Ben girdiğimde Pearl Jam’den “Jeremy” çalıyordu. Sonra Bruce Springsteen’den ‘Streets of Philadelphia’ başladı. Radiohead’den ‘Creep’ girdiğinde, birinin gelip yanımdaki boş sandalyeye çöktüğünü duydum. Dönüp baktım. Aynı adamdı. Bu defa zil zurna sarhoştu. Uzun gri saçlarını açmış, omuzlarının üzerine bırakmıştı. Elindeki boş bardağı dikkatlice tutuyordu. Düşmemek için ona sarılıyor gibi… Ağzını açtığında dilinin epey dolandığını fark ettim. 

“Bu şarkının fikrini Thom Yorke’a ben verdim.”

“I wish I was special” diyordu o sırada Thom Yorke. 

İçime bir serinlik geldi. İşte yine başlıyorduk… Bardağımı ona doğru kaldırdım. 

“O zaman eski şarkılara ve Thom’a…” 


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.