Lozan II: Ötekileştirmenin soykütüğü
Lozan antlaşması hükümlerinin ihlali, azınlık hakları temelindeki eleştirel çizginin de ana eksenini oluşturur. Lozan’ın taraflarının, cumhuriyet devletinin içişlerine müdahaleden ve milli egemenlik alanını ihlalden kaçınma adına antlaşma hükümlerinin iç hukukta sistematik ihlaline seyirci kalması, bugün azınlıklar için artık Türkiye coğrafyasından bütünüyle silinme anlamında bir ‘etnik temizlik’ tehlikesi doğurmuş bulunuyor.
İlk bölümde, Lozan Barış Antlaşması’nın 100. yılında siyasal ve kültürel hayatın yüzeyini kaplayan zafer mi hezimet mi? Ve ‘gizli maddeler’ iddiası gibi ‘atışmalar’ gözden geçirildi. Bu son bölümdeyse, Lozan’ın oluşumu ve hayata geçirilmesi üzerine bu görünür yüzeyin arkasında yüz yıldır sürmekte olan ‘gerçek’ tartışmalar, eleştirel görüşler ve mücadeleler ele alınacak.
Lozan üzerine yüz yıldır yürüyen tartışmada asıl olarak üç eleştirel çizgi görülür. İslamcı eleştiri, Musul, Hilafet ve kısmen Ege hakimiyeti meselelerinde özellikle İngiltere’ye aşırı taviz verildiği kanısındadır. Günümüzde iktidarda olan bu çizginin yeterince şatafatlı 100. Yıl kutlamaları yapmamış olması, Kemalist/laik muhalefetin itirazlarına konu oluyor.
İkinci eleştiri öbeği, Kürt itirazlarının toplamıdır. Lozan, Kürdistan’ın bölünmesini teyit eden bir antlaşma olarak görülür. Cumhuriyet rejiminin Türkçü ve asimilasyoncu pratikleri de Lozan’da belirlenen çerçevenin sonuçları olarak okunur. Kürt cenahından eleştirilerin bir kısmı da antlaşmadaki özellikle anadil hakkı üzerine hükümlerin sistematik ihlaline işaret eder. Sorun, azınlık tanımının gayrı-müslimlerle sınırlı oluşu olarak belirir. Kürtlerle birlikte birçok Müslüman unsur ve Alevi inancına mensup topluluklar, Lozan imzacıları tarafından ‘milleti hakime’nin bileşenleri olarak algılanmıştı.
Lozan antlaşması hükümlerinin ihlali, azınlık hakları temelindeki eleştirel çizginin de ana eksenini oluşturur. Lozan öncesi yarım yüzyıla damgasını vuran tehcir, kırım ve mübadele süreçleri sonrasında bile varlığını kısmen koruyan azınlık gruplar, ayrımcılık ve ihlallerle dolu olarak geçen son yüz yılın ardından yok oluşun eşiğinde bulunmaktadır. Lozan’ın taraflarının, cumhuriyet devletinin içişlerine müdahaleden ve milli egemenlik alanını ihlalden kaçınma adına antlaşma hükümlerinin iç hukukta sistematik ihlaline seyirci kalması, bugün azınlıklar için artık Türkiye coğrafyasından bütünüyle silinme anlamında bir ‘etnik temizlik’ tehlikesi doğurmuş bulunuyor.
APARTHEİD?
Taner Akçam yeni kitabında, cumhuriyet tarihini ‘yüz yıllık apartheid’ olarak yeniden okuma gereğine işaret ediyor. Özellikle 1918-1923 milli mücadele dönemine bakışta, İslamcı/muhafazakâr ve laik/modernist sağ ve sol kanatların tümünü birleştiren ‘kurtuluş’ algısının paranteze alınıp aynı dönemin bir ‘kuruluş’ süreci olarak sorgulanması gereğini vurguluyor. Akçam’ın çalışması, cumhuriyet rejiminin hem tali hem de asli unsurlar üzerinde uygulamaya koyduğu disipliner/cezalandırıcı pratikleri ve ayrımcı/dışlayıcı stratejileri, kuruluşun ya da ulus-devlete geçişin arızi sorunları değil, inşa edilen kurumsal ve ideolojik yapının temel taşları olarak ele alacak bir eleştirinin demokratik bir yeniden-kuruluşun ön koşulu olduğunu savunuyor. Akçam, Lozan’ın ve cumhuriyetin ikinci yüzyılının açılışını ‘apartheid’ gibi ağır bir tezle yaparak siyasal ve akademik tartışmanın çıtasını teritoryal zafer/hezimet, tatminsiz irredantizm ve ‘gizli maddeler’ bulamacıyla tıka basa doldurulmuş bir çukurdan kurtarıp olması gereken yüksekliğe taşıyor. (Bunlar, kitabın içeriğine ulaşmanın henüz mümkün olmadığı koşullarda Akçam’ın basında ve diğer medya kanallarında yaptığı sunumlardan edinilen ilk izlenimlerdir.)
Akçam’ın yükselttiği seviyede tartışılmayı hak eden görüşler, Kürtlerin ve azınlıkların Lozan’ın sonuçları üzerinde yoğunlaşan ve yukarıda değinilen eleştirileridir. Buradaysa, bu iki eleştirel çizginin oluşum evrelerini araştırma amacıyla geriye doğru bir hareketle Lozan’ın arka planına bakılacak.
Barış konferansına gönderilen Türk delegasyonuna Ankara hükümeti tarafından verilen 14 maddelik talimatname iyi bir başlangıç noktasıdır çünkü milli mücadeleyi gerçekleştiren önderliğin ve kitlelerin hangi temel kaygılarla hareket ettiklerinin somut belgesidir. İlk talimat: Doğu sınırında Ermenistan devleti kurulmayacak. Müttefikler ısrar ederse müzakerelere son verilecek.
İkinci madde Musul, üçüncü madde ise Suriye sınırının belirlenmesidir. Talimatlar böyle devam ederek yeni ülkenin kara ve deniz sınırları konusunda talepler sıralanır. Ermenistan’ın reddinin birinci madde olması yanında başka hiçbir maddenin ‘itiraz olursa müzakerelere son verilecek’ talimatını içermemesi dikkat çekicidir. Aslında Doğu sınırı, Ermenistan Taşnak hükümeti ile Ankara hükümeti arasında 3 Aralık 1920’de imzalanan Gümrü antlaşmasıyla çizilmiş bulunuyordu. Ama Sevr’de böyle bir ülke ve devlet işaretlenmişti; karşılığında, milli mücadelenin ilk düzenli ordu harekâtı, bu bölgenin ele geçirilmesiyle sonuçlandı. Şimdi Ankara hükümeti, Lozan’dan bu ‘fethin’ tescilini talep edecek ve istediğini alacaktı.
İÇ-FETİH
Fetih terimi, milli mücadeleye doğru ilerleyen yaklaşık elli yıllık tarihsel süreci özetlemesi bakımından önemli. Ama Osmanlı’nın iyi zamanlarının aksine bu bir ‘iç-fetih’ süreci olmak durumundaydı. Diğer karasal imparatorluklar gibi kendi sonunun da yaklaşmakta olduğunu fark eden Osmanlı eliti, modern zamanların ruhuna uygun bir yol haritası arayışı içinde, sınırları belirli bir ‘vatan’ zemini üzerinde bir ulus-devlet modeline doğru adım adım sürüklendi. Yeni Osmanlılardan Abdülhamid’e oradan İttihatçılara giden süreçte; vatan, anasır-ı İslamiye, milleti hakime, asli unsur kavramları birbiri ardına telaffuz edildi ve tartışıldı.
İmparatorluk bakiyesi ülkelerin sınırlarını, içinde yaşayan nüfusun ortak nitelikleri (din ve etnisite) üzerinden belirleme eğilimi gözleniyordu. Gayrı-müslim halkların merkezkaç baskılarıyla etkileşim ve mücadele içinde, Osmanlı bakiyesi asli unsurun nüvesi olarak Sünni-Türklük ve vatanın hinterlandı olarak da Anadolu coğrafyası yeniden tahayyül edildi. Bu hayalin hayata geçirilmesi geniş kapsamlı bir iç-fetih operasyonunu gerektiriyordu: Ecdadın fethettiği topraklar üzerindeki toplum, ekonomi ve kültürün fethi. Ege, Karadeniz ve Doğu Anadolu nüfuslarının bu stratejik zorunluluk doğrultusunda ‘ayarlanması’, kaçınılmaz bir siyasi hedef haline gelmişti. Kabaca Abdülhamid’in 1894 Sasun kıyımıyla başlayarak İttihatçıların 1915 Ermeni tehciriyle zirveye ulaşan, sonrasında Pontus’un Hıristiyanlıktan ‘arındırılması’yla sürdürülerek Lozan’daki nüfus mübadelesi maddesinin uygulanmasıyla noktalanan süreçte iç-fetih tamamlanacaktır.
Millî mücadele, dış güçlere karşı kazanılmış anti-emperyalist savaş ambalajının altında, bu uzun soluklu iç-fetih hamlesinin finali olarak gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal’in ifadesiyle: “Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır” (Hakimiyeti Milliye, 21 Mart 1923).
TÜRKLEŞMEK, MUASIRLAŞMAK, ÖTEKİLEŞTİRİLMEK
Mustafa Kemal’in buradaki Türkçülük vurgusu, yakın geleceğin habercisi bir niyet beyanı olarak okunmalıdır. Çünkü üzerine yaslanarak mobilize ettiği insan kitlesinin Türk kadar Kürt ve bir dizi diğer Müslüman unsuru içinde barındıran bir karışım olduğunun aslında farkındadır: “Muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bir unsurdan ibaret değil, muhtelif anasır-ı İslamiyeden mürekkeptir” (TBMM 1920). İç-fetih sürecinde son şeklini alan vatan haritası Lozan’da teyit edildikten sonra, tarihsel blok içi çatlaklar ve iç mücadelelerin de başlama düdüğü çalınmış olur. Hıristiyan halkları yok edici ve ötekileştirici stratejilerin benzerleri çok geçmeden laicist Türkçülük karşısında direnç gösteren mütedeyyin/İslamcı ve Kürt kimliklerine karşı harekete geçecektir.
Yeni düzen, geleneksel İslami kimliği tarihselleştirerek ‘gerici’ ya da ‘geri kalmış’ olarak yeniden tanımlar. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan bu kitleler, disiplin ve ceza stratejilerini içeren kapsamlı bir modernleştirici ‘tedaviye’ tabi tutulurlar. Bu girişimin yüz yıl sonra vardığı nokta, aynı tarihsel blokun aynı milliyetçi ideoloji ve aynı ‘dış’ ötekilerini koruyarak ve çoğaltarak kendini idame ettirmesidir. Tek farkı, köle ile efendi arasında blok içi yaşanan yer değiştirme sonucu, yeni efendilerin bu kez modern/seküler kimliği 'imana getirilmesi gereken bir sapma' olarak etiketleyerek yüz yıl öncekine benzer disiplin ve ceza stratejilerini onlar üzerinde uyguluyor olmasıdır.
Lozan’la eli rahatlayan yeni düzenin Kürtlere yönelişi ise en hafif tabirle bir kültürel soykırımdır. Kimliğini muhafaza ya da kendi olarak yaşama, tarihsel bloktan dışlanmanın, ötekileştirmenin ve imhanın konusudur. Resmi otoritelerin akut ve kronik ‘tenkil ve tedip’ nöbetlerinin hedefi olması hasebiyle Kürtler son yüz yılın Ermenileri olmuşlardır.
Oysa Kürt eşrafı ve kitleleri - Koçgiri aşireti, Şerif Paşa ve Ekrem Cemil Paşa gibi istisnalar hariç - ‘milli’ tarihsel blokun kurucu yapıtaşları olmakla kalmamış, milli mücadeleye de fiilen katılmış ve Lozan antlaşmasını bile çoğunlukla desteklemişlerdi. Bugün Kürtlere ve ‘apartheid’ mağduru birçok topluluğa yaşatılanlar Lozan antlaşması hükümlerinin uygulanmasının mı yoksa ihlal edilmesinin mi sonucudur? Bu soru önemlidir ama özellikle Kürt siyasetçilerin ve aydınların daha önce yapmaları gereken, asli unsur içinde olmanın ‘azınlık haklarından bile mahrum bırakılma’ şeklinde özetlenecek sonuçları üzerine bir muhasebedir. Anasır-ı İslamiye, milleti hakime, asli unsur ya da ‘milli’ tarihsel blok: İç-fetih sürecine fiili katılımı ya da aktif rızayı sembolize eden bu düğümün ilk ilmeği, Lozan’dan on yıllar önce Batman Sasun’da atılmışa benziyor. Bu nedenle de, bugünün nahoş kaderi üzerine bir muhasebe yanında bir kolektif vicdan muhasebesini de şart kılıyor. Hamidiye Alayları’ndan bugüne kadar…