Lümpen proletaryanın acısı 'Kader', muhafazakarlığa güzelleme 'Hayat'

"Kader"de acıyı hissederiz, içimize işler. Bekir’in yalnızlığını, tutkusunu. "Hayat"ta olmayan şey bu işte. Acımızı görmeyiz, kızgınlığımızı, mutsuzluğumuzu. "Hayat", muhafazakar dünyaya övgüdür.

Fotoğraf: Arşiv
Google Haberlere Abone ol

"Kader"-"Masumiyet"-"Hayat" üçlemesinin gösterimine bilet bulmak mümkün olmamıştı. Ankara’da Demirkubuz’u bekleyenler çokmuş. "Masumiyet"i bir tarafa bırakarak "Kader"i, onun da söylediği gibi korsandan yeniden izledim, sonuçta raconu bozmak olmaz dedim. "Hayat"ı ise tek başına, ne de olsa eninde sonunda yalnız yaşanıyor dedim. Bazı filmler en azından iki defa izlenmeliymiş, bunu da yeniden hatırladım. İlkinde olaylar-merak alıp götürür, ilgi akışadır biraz. Sonrasında ise duruma, duygulara ve oluşa, varoluşun kendisine. Korsan dönemi kapandığından "Hayat"ı yeniden izlemek için TRT’de yayınlanmasını beklemek gerekti. Beklerken Türkiye’nin Oscar adayı da oldu.

"Kader" dediğimde duyumsadığım, hissettiğim ilk şey acıydı; aradan yıllar geçtikten sonra da bu duygu değişmemiş. 90’lı yıllardaki arabeske benzer bir duygu. Geri dönmeyi bilmeyen, değişmeyen, kaybettiği alanda dolanan, terk etmeyen kendine has bir varoluş. Arabeske işleyen o kendini vermişlik, tüm yaşanmışlığa-acılara rağmen bir an için bile bağlanılan, sevilen şeyden kopamamazlık, acı çekmek ama pişman olmamak, ısrar etmek. Acısını arayan ve bulan beden misali. Bedenin istediği acı çekmektir ve bunu mümkün kılan kişiyi-olayı arar, bulur ve kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapar. "Kader"de aynı acıyı hissederiz, 90'lı yıllarda arabesk dinleyenlerin acısını. İsyan etmenin faydası yoktur, ki bu pek de istenmez, belki bir yerlerde Müslüm’ün sesiyle İtiraz edilir; bir şeyi değiştirmeyecek, acıdan kaçınılmayacak bir itirazdır bu da: "İtirazım var bu zalim kadere/İtirazım var bu sonsuz kedere….."

"Kader", lümpen proletaryayı çağrıştırır, tıpkı arabesk gibi. Lümpen proletaryanın "olumsuz" bir tanımlamaya karşılık geldiğini bilmiyor değilim. Ne Marksist, ne de piyasacı-liberal-muhafazakar camiada lümpen proletarya pek sevilmez. Düzenli işleri yoktur, böylesi bir istek de duymazlar, kazandıklarını harcarlar, biriktirmezler, bankalarla işleri olmaz o yüzden, bankalar da onları istemez, müşteri profillerinin dışındadırlar, alabiliyorlarsa külüstür bir araba alırlar; ıssız bir yere çekilip demlenmenin bir yolu olduğundan. Düşüncenin bulanıklaşması-belirsizleşmesi için hiçbir fırsat kaçırılmaz. Sınırlarda dolanılır, yapılan işler de varoluş da sınırda gezinir. Kıyıda köşede kalmış, olana-kendisine sunulana tutunamayanı, tutunmak istemeyeni anlatır bir yanıyla.

Tutunamamak derken, Oğuz Atay’ın Selim’i-Turgut’u ile ilişki kuruyor değilim, hayır. Mürekkep yalamışlıkları yoktur, daha doğrusu üniversite görmüşleri, büyük konuşmalara tanık olanı azdır diyelim. Turgut gibi herkesten farklı olduklarını düşünmezler, ki bu bilinç tüm bilinenlerin-öğrenilenlerin ama sindirilmeden bekleyenlerin geviş getirilerek yenilenmesi ve kusulmasıyla el ele gider. Lümpen proletaryanın kustuğu şey ise, akşamdan kalmışlıktır, bedenin kendisidir. Kavgaların, alkolün bedene işlemesi gibi, acısı da bedene işler, dikkatli bakıldığında kollardaki çiziklerden, yüzdeki yaralardan anlaşılır bu. Tutunamayan yoksulun da okuyanı vardır, onların da gizliden konuştukları Olric’leri eksik olmaz. Selim-Turgut ile aynı yolları arşınladıklarını, aynı sokaklarda dolandıklarını biliriz, elbette hayal-rüya karşımı bir geziştir bu da.

Selim-Turgut tutunmak için tüm olanaklara sahiptir; "Kader"-Bekir ise hiçbirine, ya da ayaklarına gelen tutunma olanaklarını ellerinin tersiyle iterler. Bu nedenle onlar için “tutunamayan” kavramı kullanılmaz; çünkü “tutunamamak” biraz okumuş yazmış orta sınıf erkeğine aittir, onlara yakıştırılır. Varoluşa dair kaygılar onların hakkıdır. Toplum, yoksulun tutunamayanını hoş görmez, "o kim oluyor ki" der ve "önce aç karnını doyurmalı" ile devam eder. Yoksulun, lümpen proletaryanın isteği dışında tutunamadığı, bu nedenle marjinal yollara savrulduğu, savrulmak zorunda olduğu; tutunsa-düzenle bir bağ kursa kendisininki gibi bir hayatı tercih edeceği söyleminin gücüne sarılanlar az değildir. Kendi yaşantısını, yapıp ettiklerini temize çekmenin bir yolu. Selim’e-Turgut’a haksızlık etmeyelim ama yoksulun da orta sınıf tutunamayana yaklaşımı en hafif tabirle "yapaylıktır". İnsan eliyle yaratılmış olması anlamında yapay: Acısı kader değildir, kaçınılmaz hiç değildir.

Kader (2006)

Her yaşantı kendine has bir kültürü, mekanları beraberinde getirir. İlişkiler bu mekanlar üzerinden kurulur. Bekir de parkta otururken, hayal kurarken, düş görürken, düşlerini anlatırken "isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle" derken Erol Budan’ın sesini duyurur, bilenler duyar diyeyim: "Koparamam kalbimi/Söküp atamam yerinden/Sana taptım Allah gibi/Söyle ne gelir elden,…" diye başlar ve devam eder. Lümpen proletaryanın yoğun olduğu bir bölgede çocukluğunuz geçtiyse bilirsiniz. Müzik tek başına dinlenen bir şey değildir, ses açılır, yandaki yöredeki de dinlesin, bilsin; aracılık etsin, ağızlarından dökülmeyeni döksün istenir. Konuşmanın, anlatmanın bir biçimidir, eğlenmenin ötesinde bir varoluş biçimine eşlik eder. Duruma göre kimin çalındığı değişse de.

ERKEĞİN ACISI

"Kader"de gördüğümüz-gösterilen şey tutunamayan, savrulan, tercihleri buraya çıkan ve bundandır ki bizde kızgınlıkla birlikte acı uyandıran bir söylem ve gösterim. Acıyı hissederiz, içimize işler. Bekir’in yalnızlığını, tutkusunu. "Kader", apaçık konuşur bizimle, içeri girmemize izin verir, aracıya ihtiyaç duymayız, acımızı-yanı başımızdakinin acısını duyumsatır. Her ne kadar kızsak da bu biraz da kendimize-yakınımızdakine duyduğumuz kızgınlıktır, her ne kadar acısak da bu biraz kendimize-yakınımızdakine duyduğumuz acımadır.

"Kader"de az çok hepimiz acımızı bulsak da, dile gelen erkeklerin acısıdır elbette, onların dünyasıdır, kadınların erkeklerin gözünden anlatımıdır. Yoksunlukla, kendini anlatamamakla mustarip bir erkeklik acısı. Lümpen proletarya da çoğunlukla erkektir zaten, hareketliliği ve dolanmayı zorunlu kılar çünkü. "Kader"i-Bekir’i belki 'Tutunamayanlar'a-Turgut’a bağlayan da budur: Erkekliğin acısı-kadınların bu acıya uzaklığı, "sıradanlıkları". Nermin olmasa Turgut’un başı göğe erecektir mesela. Belki alpertungadan başlayarak sosyalistbirtürkicumhuriyet kuracaktır.

Tutunamayan yoksulun tutunma hali saplantılı bir biçimde kişilere yönelik oluyor. Bunun politik izdüşümü belki de öznelerin yüceltilmesinde ete kemiğe bürünüyordur. Bireysel düzeyde ise Kader’in peşinden bitmek bilmeyen bir yolculuk ya da gidiş olarak kendini gösteriyor. İnsan bir şeye tutunmalı, bir ekseni olmalı ve herkes içinde bulunduğu koşullara göre, salt bu değil elbette, tutunacak şeyi buluyor. Lümpen proletarya için bu acının yoğunlaştığı yer oluyor. "Kader" de bu acıya tanıklık ediyor. Akılcı, mantıklı insanların anlam yüklemekte zorlandıkları şey, kurala-olana sıkıştırma pratiğinin başarısızlığı. 

Kader (2006)

HAYAT

"Hayat’ta olmayan şey bu işte. Acımızı görmeyiz, kızgınlığımızı, mutsuzluğumuzu. Elbette yukarıdan bakan bir bakış değildir. Anlatan, ders veren, senin nasıl bir hayatın olacak biliyor musun diye soran, kararları çaresizliğe-olanaksızlığa indirgeyen bir yaklaşım değildir ama yine de uzaktır işte. Hayatı, hayatın içindekileri anlatır, kısır döngüyü, koşullara mahkumiyeti… Bunları söyler ama duygu akmaz, akmadı, akmıyor. Kavafis’in “Yeni bir ülke bulamazsın/başka bir deniz bulamazsın…” şiiri bile bunu sağlamaz.

Erkekler konuşur, güzel konuşur, içli konuşur, dertlerini anlatır, sevilmezler, sevilmedikleri için acı çekerler. Büyükşehre gelip yoldan sapan bir ikisi olmasa, iyi erkekler diyarında olduğumuzu sanırız. Kadınların yaptıkları ve yapmadıkları üzerinden acı çekerler. Gökten inmiş meleklerdir: Sabah güneş doğmadan işine giden, saygılı, namazında niyazında, dertten ve insandan anlayan. Kızın nereye gittiği, ne yaptığı herkes tarafından bilinir… Bilinir bilinmesine ama baba dışında bunu dert edinen olmaz. Muhafazakar camiamız bağrına basar, hatta vicdan yapıp özür diler, benim yüzümden der, hata benim, günah benim, suç benim der.

Hayat (2023)

Sessizliğin gücünü biliyoruz, usul usul içe işleyişini, sözcüklerin ulaşamadığı yerlere sızışını, zamana yayarak ve acele etmeden. Sessizlikte biçim biçim, katman katman. Olumlu olanı derinleştirdiği gibi, olumsuzu depreştireni de var. "Hayat"ı izlerken sessizlikle konuşmamak arasındaki fark belirginleşiyor. Bakışların sonsuzluğa çevrilmesi, içimizden akıp gitmesi ile hiçbir yere bakmamanın aynı şey olmaması gibi. Bakan karakterimiz kadındır, bakar. Erkekler varoluşa dair kaygılarını dile getirirken, sonsuzluğa uçmak isterken; kurduğu "sıradan" cümlelerle onları yeniden yeryüzüne indirendir. Hayale yer bırakmaz. Konuşmaz ve bakar. Bakmak-görmek-anlamak-anlatmak arasındaki yoğun ilişkinin dışında. Bu ne sessizliktir ne de aşkınlık.

"Hayat", muhafazakar dünyaya övgüdür. Küçük bir yerleşim yerinde, kendine yeterli küçük esnafın yaşadığı, kadir-kıymet bilinen, bireylerin-kadınların hata yaptığı ve hataların hoşgörü ile karşılandığı bir şirinler ülkesidir anlatılan. Doğayla, insanla, duygularıyla, işiyle uyumlu, modernleşmenin yabancılaştırıcı etkisinden uzak otantik, tamlığa ermiş bir yaşantı. Oscar adayı olması çok isabetli olmuş, güzel ülkemizi olduğu gibi anlatıyor. Filmi izlerken muhafazakarlığın (içinde din olmak zorunda değil bu muhafazakarlığın) yükselişi ister istemez yeniden görünür oluyor. Belirsizliğin yaratmış olduğu tedirginliğin yerine, çekip çevrelenmiş ilişki biçimlerine duyulan özlem… "Hayat", yoğun bir övgü eşliğinde bunun ipuçlarını veriyor.

Kimi zaman başka filmlerden tanıdık bildik temaları çağrıştırması izleyici de şaşkınlık yaratır, ben de yarattı diyelim. "On Body and Soul" filminde olduğu gibi bizim karakterlerimiz de aynı rüyayı görür. Böylelikle rüyalar birleştirir sözünü de yeniden anımsatır.

Film biterken bıraktığı duygu ne diyorum? Her filmin bir duygusu olmalı. Beliren bir şey yok. Yanılıyor muyum dedim, görmediğim ya da kaçırdığım bir şey olabilir mi? Yüzeyde mi dolanıyorum? Uzun bunaltıcı kendini anlatma uğraşlarının içinde derinlerde yatan başka anlamlar olabilir mi? Bir taraftan suskunluktan medet ummak, diğer tarafta sözcüklere duyulan güven.

Acı yok, olmalı mı? Kimi anlatıyor, daha doğrusu hangi tutunamayanı? Tutunamayanı anlatmak zorunda mı? Evet, birileri tutunamayanı anlatmalı. Hoş, belki de Bekir’in dönemi bir daha açılmamak üzere kapanmıştır, tutunamayan yoktur artık. Anlatacak kimse de kalmamıştır.