Madenin ve Madencinin Yazgısı: Kömürün ya da acının tarihi
Bu topraklarda 170 yılı aşan bir tarihi var kömürün. Ve neredeyse ilk günden bugüne adeta düzenli aralıklarla toplu ölümlerle süregelen kanlı, yaslı bir tarih.
Bitmeyen ölümcül mükellefiyet
Mayıs 2014’de Soma’da can verenlerden biri adaşımdı.
Balıkesir, Savaştepe’de eşi ve oğluyla yaşayan adaşım Zeki Coşkun’un yaklaşık 45 kilometre uzaklıktaki Soma’ya madene gitmek için her gün saatlerce yolculuk ettiğini ama hiç şikâyetçi olmadığını söylemişti yakınları. Ayda yaklaşık 1500 tl geçmekteymiş eline. Sekiz yıl durup dinlenmeksizin 45 kilometre yol tepip sekiz saat yer altında nafakasını çıkartmaya çalışan Coşkun’un hayat ve ekmek yolculuğu 38 yaşında son bulmuştu.
Eşinin üç vardiyada da dönüşümlü olarak çalıştığını söyleyen Aysel Coşkun, “İlk gün sapasağlam çıkacağını ve ona kavuşacağımızı düşündük. Ama çıkmadı. İkinci gün tüm akrabaları sekiz hastanedeki listeleri kontrol etti. Yine bulamadık. Dünden beri umudumuz kalmadı. Ruhunu rahat ettirebileceğimiz bir mezarı olsun yeter” demişti.
Onun ardından madeni araştırmaya başladım. Şimdi onca rapora, uyarıya karşın bağıra bağıra gelen yangınla, ölümlerle Amasra'dayız! Ağıt ve üzüntünün ötesine geçmenin, bunca vahşete son vermenin bir yolu olmalı.
***
Açılmış yerin altında
Sayısız kara kanlı kapak
Bu kapaklar üstüne kurulmuş
ZONGULDAK
Mehmet Seyda
Yıl 1848, Avrupa’da bir heyula kol geziyor. Tam o sıralar Osmanlı coğrafyasında, Doğu Karadeniz havalisinde Ereğli – Amasra havzasında kazmalar vuruluyor, taşkömürü için yeraltında ocaklar açılıyordu.
Galata sarraf/bankerleriyle Avrupa sanayi devriminin öncüsü İngiliz sermayesi birleşip İngiliz Kömür Kumpanyası’nı kurmuştur. Bölgede ilk hareket onlar tarafından başlatılacaktır. Sahadaki mühendisler İngiliz. Halk o nedenle ilk ocaklara İngiliz bacası adını veriyor. Çevre ahalisi madenden, ocaktan bihaber. Şirket (Kumpanya), Balkan coğrafyasından işçi ithal ediyor. Hırvat, Sırp, Karadağlılar, yerli işçiyi de yetiştiriyor.
Bölgenin ve ülkenin kaderini etkileyecek tarih böyle başlıyor.
İngiliz teknisyen, mühendis ve işletmeciler Üzülmez Deresi’nin iki yanını mesken tutmuş, çevredeki en yüksek tepeyi; Göldağı’nı kerteriz almıştır. 19. yüzyıl sonlarına doğru bölgede Fransızlar da faaliyettedir. Üzülmez Deresi çevresi, küçük mahalleden, baloların düzenlendiği “modern kasaba”ya dönüşürken, şantiyelerin yoğunlaştığı Göldağı Mevkii de Avrupalılar’ın deyimiyle Zone Gol Dag, giderek kentin adı haline dönüşecektir: Zonguldak!
Yerli halkın “Yanartaş” dediği yeni maden ise ithal işçilerin kendi dillerindeki –Sırpça- adlandırmayla anılacaktır: Comur.
***
Avrupalılar, madencilerin koruyucusu olarak gördükleri Santa Clara Yortusu’nu kutlarken, yerli halk da buna katılmaktadır. Hristiyan bayramı itirazları karşısında kömürü bulan köylü Uzun Mehmet söylencesi doğar.
Rivayet o ki, Ereğli’nin Kestaneci köyünden açıkgöz deniz eri Uzun Mehmet, rastlantıyla Yanartaşı bulur. Yazının başında yer alan dörtlük, Mehmet Seyda’nın Yanartaş romanının ilk sayfasındandır. Hemen ardından da Uzun Mehmet söylencesini anlatacaktır. “İlk kömür damarına ilk kazma indiğinde, hicri 1245 yılı Kasımının 1’idir, miladi 1829 yılının 8 Kasımıdır.” Dönemin padişahı II. Mahmut, Uzun Mehmet’e 5.000 kuruş “ihsan” eyler, ölene dek de 600 kuruş maaş bağlanmasını buyurur.
Ne var ki bu ödül ve maaş köylülerde haset yaratır. “Kömüre ilk kazmayı vuran eski deniz eri, İstanbul’da konuk olduğu ‘Leblebici Hanı’nda, kahvesine ağu katılarak öldürülür.” Dahası, “boğazına peyke kahvesinde ip dolarlar, ipi sıkarlar, ölüyü götürür bilinmez ve bulunmaz bir yere atarlar.”
Başka bir söylenceye göre bu işin arkasında Ereğli Mütesellimi İsmail Ağa vardır. Köyünün çevresinde bulduğu Yanartaş numunelerini kendisinden habersiz İstanbul’a –Asithane’ye; laboratuara- gönderdiği için boğdurmuştur Uzunoğlu Mehmet’i.
Sonuçta S. Clara’nın yanında bizden biri, Uzun Mehmet vardır. Anmalar, kutlamalar birlikte yapılabilir artık. Bugün, “Acılık’ ta çevresi tahta balkon parmaklıklarıyla kuşatılmış, kömür tozu karışık kumlu toprağına küçük beyaz çakıllar dökülmüş bir park vardır. Uzun Mehmet Parkı’dır adı. Parkın bir yerinde geniş omuzlu bronz bir işçi heykeli, bir yerinde koskoca bir madenci lambası, bunların ikisi ortasında, üç basamaklı mermer üstüne dikili, gene mermer Uzun Mehmet Anıtı" (Yanartaş).
BARTIN–AMASRA, ZONGULDAK
Şöyle veya böyle bu topraklarda 170 yılı aşan bir tarihi var kömürün. Ve neredeyse ilk günden bugüne adeta düzenli aralıklarla toplu ölümlerle süregelen kanlı, yaslı bir tarih. Sanayi devriminden bu yana dünyada en büyük can kaybının olduğu kazalardan biri ya da kaza adı verilen cinayet Mayıs 2014’de burada, Soma’da yaşandı. Kömür madenlerindeki yıllık ortalama can kaybı yönünden dünya sıralamasında en öndeyiz. Her yıl “düzenli” denebilecek düzeyde ölümlerle karşı karşıyayız. Şimdilik 41 cana mal olan Bartın-Amasra patlaması da son olmayacak ne yazık ki!
İlk dönem yabancı sermaye/yerli ortaklıklarla işletilen madenler, 1930’larda devletleştirilmişti, 2000’lerde hızlanan “özelleştirme” politikalarıyla “taşeronluk” sektörün ana işletme biçimi haline aldı. Dünyada iş güvenliğini yükselten teknolojik gelişmelere karşın Türkiye’de özellikle maden/kömür ocaklarında ölümlerin tam tersine artması, yukarıda anılan işletme biçiminin adeta doğal sonucu. Satış-ticarette, güncel piyasa koşulları geçerliyken üretim ve çalışma koşulları “tarih öncesi”.
Cumhuriyet romantizmiyle “karaelmas”lığa yükseltilen kömür, onu yeraltından çıkartanlar açısından her anı ölümle burun buruna yaşanan kanlı, karanlık bir serüven, mesai.
Onca acıya, vahşete ve drama karşın bu tarihin pek de incelendiği, hele sanatta – edebiyatta yeterince karşılık bulduğu söylenemez.
2014’deki Soma dehşetinin ardından Amasra kömür ocaklarıyla, maden işçileri gerçeğiyle bir kez daha karşı karşıya getiriyor bizi. Zonguldak, baştan beri adı kömürle özdeşleşen kent. Son olay mahalli Amasra’nın bağlı olduğu Bartın, 1991’de; 100 bini aşkın işçinin Zonguldak’tan yol çıktığı Büyük Yürüyüş’ün yaşandığı yıl Zonguldak’tan ayrılıp il yapıldı. Bartın da, Amasra da doğasıyla cennet… Ve işçilerin, ailelerinin, yakınlarının cehennemi.
Edebiyat cephesinin o coğrafyayı keşfetmesi ise, ilk ocakların açılışından tam 60 yıl sonra.
Nahit Sırrı Örik, 10-20 Temmuz 1928’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen Kırmızı ve Siyah öyküsünde Zonguldak’ı fon olarak almaktadır. İşletme müdürü Mösyö Harden, onun eşi ve “müdir-i mesul ismi altında Fransız mühendislere tercümanlık eden” Cemil’le karısı Nedime arasında geçer öykü. Kahramanlarımız kent dışında, “dağ başındaki maden ocaklarının amelesine mahsus kulübeler” ve yazıhaneler, lojmanlarda yaşamaktadır. Okuyucu, evden çıkan öykü kahramanları eşliğinde etrafı tanır:
"Önünden geçtikleri amele kahvesi hıncahınç dolu idi. İçerideki masalarda kâğıt oynanıyor, dışarıya, yolun ortasına kadar konmuş iskemlelerde oturanlar nargile içiyor, gramofon pek yanık bir hava çalıyordu. Ve kapının önünde kim bilir nerelerden düşerek ta Zonguldak civarındaki bu kömür amelesinin kahvesine kadar yuvarlanmış bir mahluk-ı sefil, yüzü sanki maske geçirilmiş kadar boyalı garson kız, ancak dizkapaklarının üstüne erişen entarisini düzeltirken dikkatli dikkatli (etrafı) süzdü. Çıkarılan kömürleri Zonguldak limanına nakle mahsus olan şimendöferin köprüsünden, kapatılmasını hiçbir makamın kendine mal etmediği boşluklara dikkat ede ede geçerek … dağlar arasında döne döne kasabaya kadar giden yola çıktılar… Zonguldak’tan koltuklarında paketler ve çıkınlarla ve ekserisi sarhoş olarak dönen ameleler ile sık sık karşılaştıkları olur."
Tam 30 sayfalık öyküde işçi, ocak, şehir sadece bu kadar. Arada yinelenen “Zonguldak’ta bu gece balo varmış” tümcesiyle şehir sosyetesi haberi verilir.
Örik, Kırmızı ve Siyah’tan on yıl kadar sonra, 1937’de Tan gazetesinde tefrika edilen Kıskanmak romanıyla Zonguldak’a bir kez daha uğrayacaktır. 2009’da Zeki Demirkubuz’un sinemaya uyarladığı Kıskanmak’ta durum öyküden farklı değil: Mekan, kent, coğrafya sadece fon, dekor. Yani yok.
Her ne kadar şehre yine “dışarı”dan baksa da çalışanlara ilk kez “sınıf” olarak yaklaşan Reşat Enis’in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın romanı tam da Kıskanmak’ın tefrika edildiği 1937’de yayımlanmıştır.
Tarih dikkat çekici. Bir yıl öncesinde ilk dönem Cumhuriyet aydınlarından İsmail Habib Sevük “Kömür şehri” dediği Zonguldak’a uğramıştır. Gözlemlerini Yurttan Yazılar’da kaleme alacaktır. 40 yıl öncenin 18 evli köyü hızla büyüyerek sanayi kenti halini aldığına dikkat çeken Sevük’ün ifadesiyle “maden oraya çabuk şehir ol demiş, fakat arazi de burada şehir olmaz demiş” Sonuç: “Zonguldak ne yayılan, ne duran … dikilen şehir.”
Yine o sıralar, Mehmet Seyda, memur olarak altı yıl çalışacağı kente gelmiştir. Seyda, yörede vaka-i adiyeden olan su baskını, göçük, “ateş nefes” denen grizu patlamalarıyla ölümlerin birbirini izlediğini gözlemleyip yazıya aktaracaktır. “Zonguldak’ta çalıştığımız yıllarda (1937-1943) Etibank’a giden bir aylık raporda şu tümce yer alıyordu: Ağır endüstrinin bu tehlikeli çarkı, alınan bütün tedbirlere rağmen, sanki insan kanı içmeden dönmemektedir. O ayın ölü sayısı 9’du."
Çark o gün bugün insan kanıyla dönüyor.
ATEŞNEFES YA DA KENTİ YAŞAYAN/YAZAN ADAM
O dönem bölgeyle ilgili tek çalışmanın sahibi Ahmet Naim’in kent dışında tanınması kısmen Mehmet Seyda’nın çabalarıyla gerçekleşecektir. Zonguldak’la, kömür havzasındaki yaşantıyla ilgili yazılanlar, büyük ölçüde Ahmet Naim’in çalışmalarından beslenmiştir. 1904’te İstanbul’da doğan Ahmet Naim (Çıladır), askerlik sonrası Zonguldak Ticaret Odası’nda, ardından Ereğli Kömürleri İşletmesi’nde çalışmıştır. Maden İşçileri Sendikası’nın kuruluş çalışmalarına katılmış, 1938’de arkadaşlarıyla gözaltına alınmıştır. 1957’de emekli olduktan sonra gazeteci, araştırmacı, yazar olarak adeta tek kişilik Zonguldak enstitüsü gibi çalışmış, 24 Nisan 1967’de orada hayata veda etmiştir.
Kentte kültürel etkinliklere merkezlik eden Zonguldak Halkevi’nin Yayın Komitesi’nde de görev alan Ahmet Naim buradaki çalışmalarını Zonguldak Havzası-Uzun Mehmet’ten Bugüne Kadar adıyla yayımlamıştır. 1934 tarihli kitap kentin tarihinden kömürün bulunuşuna, yeraltı zenginliklerinin yabancı şirketlerce yağmalamasından işçilerin zor çalışma koşullarına dek uzanmaktadır. Kentle ilgili ilk monografidir. Aynı yıl yayımladığı Bir Müstemleke Harbinin Tarihi’nde ise yine maden işletmesi üzerinden kentin sömürgeleştirilmesini konu etmektedir.
Bir Yudum Soluk adlı röportajı yeraltındaki çalışma koşulları, madencilerin yaşamından kesitlerle belgesel niteliğindedir. Ahmet Naim’in bizzat ocağa inerek “Maden İşçilerinin Ocak İçi Yaşantıları”na yerinde tanıklıkla gerçekleştirdiği röportaj, türünün ilk örneklerindendir. Bu çalışmada kendisine rehberlik eden Ethem Çavuş’u merkez alan Yeraltında Kırk Beş Sene-Bir Maden İşçisinin Anıları da yine öncü bir çalışmadır. Yörede Maden Kurdu olarak bilinen Ethem Çavuş’un yaşamıyla kentin tarihi iç içe verilir.
1886’dan 1931’e dek "mükellefiyet"; zorunlu çalışma dayatmasıyla işçileşen Zonguldaklıların yaşadığı sancılı ve zorunlu değişim, ölümle burun buruna çalışma ve yaşamadan doğan deneyimler, gelenekler, deyimler, söylenceler, maden işçisi kadınlar “maden kurdu”yla birlikte karşımıza çıkmaktadır.
Halkın “Kanca Ahmet” adını taktığı yazar, ocağı, kömürü, yeraltı işçisini ilk kez öyküleştiren isimdir. “Sanatla işlenmiş belgeler” olarak nitelenen bu öyküler 1968’de Mehmet Seyda’nın sunuşuyla Kuduz Düğünü adıyla İstanbul’da yayımlanmıştır. Ondan tam 41 yıl sonra Ahmet Naim’den başka bir seçki de Hürriyet Yaşar’ın düzenlemesi ve Ateşnefes adıyla yayımlanacaktır.
Sayfalar, satırlar arasında kömürün ve madencinin izini sürmeye devam edeceğiz. Ve göreceğiz ki, yüz yıldır neredeyse aynı yazı, aynı yazgı devam ediyor.