Madımak’tan kalan
Tahrik, provokasyon-karanlık eller üçlüsü eşliğinde çok daha önemli bir şey gerçekleşecekti 2 Temmuz’da Madımak yangınıyla: Dış düşman ve felaketler dışında asla bir araya gelmeyen, gelemeyen devlet, millet, medya üçlüsü görüş, duygu ve düşünce birliğine kavuşuyordu. Yakılarak yok edilenler, üstü örtük, dolaylı-doğrudan “suçlu” ilan ediliyordu. Zanlı olarak soruşturulanlar, yargılananlarsa “kurban-mazlum” muamelesi görecekti.
İnsanlar bir otelde saatlerce kuşatılıyor, lanetleniyorsa, sonuçta 15-20 bin kişinin gözleri önünde, teşvik ve desteğiyle camlar kırılıp benzin dökülerek kuşatılanlar diri diri ateşe veriliyor, katliam gerçekleştiriliyorsa orada “provokasyon”dan söz edilemez.
Kitlesel cinayettir bu.
Seyredilen, desteklenen, onaylanan bir katliam.
Ateşe verilen Madımak, kuşatma altındakilerden 33’üne ve iki otel çalışanına mezar oldu.
Yanarak, dumandan/alevden boğularak hayatını kaybedenlerden 11 kişi 30 yaş ve üstünde. En yaşlıları Nesimi Çimen (67), Asım Bezirci (66) ve Metin Altıok (52), gerisi 45-35 yaşlarında. 20’li yaşlarında yakılan 13 kişinin çoğu 20-22 aralığında. Geri kalan 9 kişi ise 20 yaş altında, 18-19, en küçükleri 12 yaşındaki Koray Kaya.
Orada can veren otel çalışanlarının ikisi de 21 yaşında.
***
O gün orada; Madımak önünde toplananlarda, o şehirde yaşayanlarda, bu diri diri insan yakma ayinini ileriki saatlerde Tv ekranlarından izleyenlerde bir dehşet yaratmıyorsa, “insan” adı verilen türümüz adına bir endişe, bir soru yaratmıyorsa, en hafifiyle “utanç” denen duygu ve benzerlerine yol açmıyorsa, korkmak gerekir: Vahşet bulaşıcıdır.
2 Temmuz’un hemen ertesinde öyle olduğu görüldü. 30 yıl sonra da aynı hal ve durumun sürdüğü görülüyor.
2 Temmuz ertesinde neredeyse tüm ilgililer, yetkililer, kanaat önderleri, kalem ve kelam sahipleri ortak ruh hali içindeydiler: Öfkeliydiler. 2 Temmuz öncesinde işaret edilen, hedef tahtasına konan, “şeytan” ilan edilen Aziz Nesin’e karşı öfkeliydi herkes… O olmasa, olanların hiçbiri olmayacaktı!
Onun peşine takılıp “Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkanlar” da haliyle bedeline katlanacaktı.
“Tahrik” lafı her şeyi makul, mazur ve haklı göstermeye yetiyordu. Final sahnesinde; yakma eylemindeyse “provokasyon - karanlık eller” devreye giriyordu.
Tahrik, provokasyon-karanlık eller üçlüsü eşliğinde çok daha önemli bir şey gerçekleşecekti 2 Temmuz’da Madımak yangınıyla: Dış düşman ve felaketler dışında asla bir araya gelmeyen, gelemeyen devlet, millet, medya üçlüsü görüş, duygu ve düşünce birliğine kavuşuyordu. Yakılarak yok edilenler, üstü örtük, dolaylı-doğrudan “suçlu” ilan ediliyordu. Acı ve yas, cenaze sahibi cemaatlere, çevrelere havale edilmişti. Zanlı olarak soruşturulanlar, yargılananlarsa “kurban-mazlum” muamelesi görecekti.
Bu vahşetin farklı bir biçimidir. Ve o da bulaşıcıdır.
***
30 yıl sonra Alevi kuruluşları ve bazı meslek örgütleri (Pen Yazarlar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası, KESK) dışında ana akım medyada, devlet katında yangın ve katliamın neredeyse yok sayılması, ilk günkü öfkenin yerini sessizliğe bıraktığını gösteriyor.
Bu sessizlikle birlikte Madımak’tan bizlere, Türkiye toplumuna kalan nedir?
2 Temmuz Sivas örneği, “makbul” sayılmayanlar için söz, düşünce, inanç, ifade özgürlüğü gibi şeylerin geçerli olmadığını, olmayacağını ortaya koymuştur.
Bu aynı zamanda herkesin -elbette “makbul”ler ve güç cephesindekilerin- kendi hukukunu icra etmesi anlamına gelir. Şahsi, yerel, anlık ve doğrudan hukuk icrası, cebir ve şiddet yoluyla gerçekleşir. Gerçekleştirilmektedir. Topluca ve şiddet yoluyla “had bildirme”, linç hukuku ve kültürünü olağanlaştırır, yaygınlaştırır.
Tüm bu hal ve durum, güç ve güvenlik olgusunu hayatın, toplumsal ilişkilerin merkezine taşır. Daha doğrusu toplumsallığı parçalar; cemaatleşmeyi, gettolaşmayı getirir.
30 yıldır yaşadıklarımıza bakılırsa, Madımak mirası ve hukukunun yürürlükte olduğu görülür.