Mağdur musun fail mi: İnsan denen dipsiz kuyu 'Baby Reindeer'
“Yaralının bir anda yaralayana dönüşebildiği, taviz ve taciz sınırının bıçak sırtı aşıldığı, herkesin aslında Instagram fotoğraflarından çok daha yalnız olduğu ve kendini sık sık baş edilmesi çok güç durumlar, ikilimler içinde bulduğu günümüz dünyasında Donny ve Martha’nın hikayesini bu karakterler çok sevilebilir olduğu için sevmedik. Herkesi kendi kuyularına indirebildiği için sevdik.
(Yazı, dizinin tümüne dair mühim miktarda ‘spoiler’ içerir)
Ülkemizde çok sevilen bir atasözü vardır: “Merhametten maraz doğar.” Aynı atasözünün acımasız bir de “yetim”li versiyonu mevcut ki bu versiyon, “merhamet” denen duygunun çoğunlukla üstten alta yönelen çarpık yanına işaret ettiğinden, çarpıcıdır da: “Yetim”, acınacak ve (ancak) iyilik yapılacak bir varlıktır bu bakışa göre. Merhamet ve iyilik karşısında göstermesi gereken tutumsa ideal olarak sınırsız bir hürmet, minnet olmalıdır.
Birini bir kez bu biçimde konumlandırırsanız, doğal olarak ondan gelecek davranışları “nankörlük, kadir bilmezlik” biçiminde nitelemeniz de daha olası olur. İşin içinde zaten “iyiliğin karşılık görmeyeceği” şüphesi de var ve çoğu insan kendini ötekilerden iyi görmeye fazlasıyla yatkın olmanın yanı sıra “temiz kalbinin” nankör yabancılar tarafından istismarını alttan alta adeta ister. Kendi iyiliği karşısında dünyanın kötülüğünün bir kanıtıdır çünkü bu. Öyle ya, yardım edilen yetim bile fırsatını bulunca kazık atmışsa, “beslenen kargalar” mütemadiyen göz oyuyorsa “iyi olma”nın ne manası vardır? Belki de kötü, gerçekten “kötü” olunmalı ya da en azından tatlı canını hiç üzmeme, kendini daima kollama becerisine sahip “o insanlar” gibi davranılabilmelidir. Tembelin zamanının çok kıymetli olması gibi, fedakârın da dünyadan şikâyeti hiç bitmez! Yaptıkları çoğu şeyi fedakârlık olarak adlandırmayı, görmeyi seven insanlar dünyadan fazlasıyla alacaklı hissederler çünkü kendilerini.
Halbuki John Berger’in bahsettiği türden bir “yetimler ittifakı”na inansaydık, dünyanın pek çok yetiminin olduğunu görür; böyle bir dünya kavrayışı içinde kendimizi “çok daha kötü durumda olanlar”dan üstün görmeden ya da bazı asgari insani hallerde en azından, “daha iyi halde olanlara” da kişisel bir kin gütmeden, insanların bir(çok) çarkın birer parçası olduğunu, yine de bunun içinde neyi seçtiklerinin ve ne olduklarının önemini bilerek, şefkat beslemeyi becerebilirdik. İnsanlığı ortak kılan duygu acıma değil şefkattir çünkü. Bir bütünün parçasına yönelen, doğrudan bir karşılık beklemeyen şefkat. Ödüllendirilmeyen ama belki ödül de beklememesi gereken bir duygu, bu kirli dünyayı hâlâ bir arada tutan en iyicil duygu olduğunu bilerek şefkati benimseyebilseydik dünya da bambaşka bir yer olurdu herhalde. Bu arada sınırlı, en azından ölümlü bir varlık olarak insan kendine de dozunda bir şefkat besleyebilmeli ki başkalarını sevme, anlama imkanı olsun.
Netflix’te yayınlandığı günden beri, haftalardır üzerine konuşturan, izleyen pek çok kişinin zihnini uzun süre meşgul eden “Baby Reindeer” işte öncelikle insanın bu yanını çok iyi ortaya koyduğu için çok ama çok güçlü ve başarılı bir dizi. “Merhamet diye düşündüğün şey sandığın kadar masum mu yoksa eksik bir yanını onunla mı doyuruyor insan?” diye düşündürüyor insana. Sonrasında istismar, travma, rıza, manipülasyon ve taviz-taciz ilişkisine dair başka pek çok konuda da düşündürüyor: Giderek daha az rastlanır cinsten, “bittiğinde bitmeyen”, kolay tüketilemeyen, izleme zamanından çok sonra bile katman katman açılan anlatılardan, “Baby Reindeer”.
İş, güç ve hayat stresi nedeniyle bir süre ara vermek zorunda kaldığım yazılarıma dönerken ilk yazıyı bu diziye ayırmadan edemedim bu nedenlerle. Bu spoilerdan hiç kısmayan yazıyı zaten öncelikle diziyi izlemiş olanlar için yazıyorum. Yine de hatırlatmak gerekirse dizinin tanıtımlarında özetlendiği hali şuydu: Komedyenlik hayallerini gerçekleştirmeye çalışırken yarı zamanlı barmenlik yapan genç bir adam, çok başarılı bir avukat olduğunu iddia eden ama her nasılsa çay içecek parası bile olmayan “tuhaf” bir kadına bir bardak çay ikram eder. Bu gayet insani jest, üç yıl boyunca peşini bırakmayacak korkunç bir ısrarlı takip/taciz döngüsünü başlatır…
“Merhametten maraz doğar” hatta “erkekler sanki az mı taciz ediliyor”, “iyi adamlar zaten iyiliğinden kaybediyor” yollu manyak, cadı, şeytan kadın klişesi üzerine inşa edilmiş bir hikâye gibi göründüğünden konusunu ilk okuduğumda aslında temkinli yaklaşmıştım diziye. Öte yandan bir gerilim klasiği olarak aşılması güç “Misery” ile ortak noktaları da hemen ilgimi çekmişti. Ki onun yazarı ve yaşayan en büyük gizem, gerilim ustalarından Stephen King de Twitter hesabı üzerinden diziyi gayet güzel özetledi: “Holy Shit!” (“Vay be!” ya da “burada cidden mühim bir şey var” manasında.)
Dediğim gibi dizi tanıtımında da kullanılan, dizinin tartıştırdığı başlıca hallerden biri, merhamet. “Merhametten sıklıkla maraz doğmasının bir nedeni de merhametin içindeki marazlı, kendine yontan yan olmasın?” diye sorduruyor çünkü öncelikle. Sözgelimi pek meşhur koruma, kollama duygularıyla erkekler kendini hep bir cilve ve karmaşık üstten ya da alttan alma döngüsüyle sunan kadınları anlamaya ve korumaya neden genellikle daha meyillidir? Böyle bir kadına karşı çok müsamahakâr olabilen bir adam, güçlü görüp takdir ettiği bir kadını “canını çok sıkarsa” gece yarısı bir otoyolda yalnız bile bırakabilir. Erkeğe atfedilen koruma, kollama dürtüsü çoğunlukla kendini üstün gördüğü haller için geçerli. Kırk yılda bir yardım ve desteğe ihtiyaç duyup da bunu konvansiyonel yollarla ifade etmeyi beceremeyen “güçlü kadın”lar bu durumu çok iyi bilir. O sözde merhamet ve vicdan yumağı adam en zor anınızda sizin üstünüze gitmekten de, üstünüze yıkılmaktan da, soyut somut herhangi bir açıdan sizi yarı yolda bırakmaktan da hiç çekinmeyecektir. Ne de olsa ona kafa tutmakla kalmayıp kendi başınızın çaresine bakabiliyor gibi görünerek onu temel aparatından mahrum bırakmış, bunu hak etmişsinizdir.
Toplumsal cinsiyet örüntüleri bu hali epey yaygın ve görünür kılıyor ama kuşkusuz yukarıda anlattığım merhamet/vicdan döngüsü sadece erkeklerle sınırlı değil. Kadın olarak da, hem diğer kadınlara hem de bazı erkeklere karşı sandığımızdan çok daha sık bu tuzaklara düşer ya da atlarız. Evdeki “kadın”ı asla eşiti, farklı bir tür bir iş yapan bir çalışan olarak göremediği için ona yaptığı her şeyi, asgari insani nezaketi bile iyilik gibi gören kadın, az mıdır? Kaç kişi en yakın arkadaşlarının bir kısmını kendisinden çeşitli açılardan daha iyi durumda olan insanlar arasından seçer? Dostluğu “gerçekten eşit” bir ilişki olarak kurmayı ne kadar insan becerebilir? Güçlü bir erkeğin davranışını çok daha kolay (ve haklı) biçimde taciz diye nitelendirirken mahalledeki tombul ve esprili şarküteri sahibinin giderek çizgiyi aşan iltifatlarının sizi o kadar da rahatsız etmediğini fark ettiğiniz oldu mu ya da? Onu “daha zararsız” çünkü kendi liginizin çok dışında görürsünüz çünkü. Ayrıca evinize çok yakın olduğu için oradan alışveriş yapmayı kesmemek onca iş güç arasında “kolayınıza” geliyordur; bu nedenle çizgiyi çok aşana dek o davranışı bir tür taciz olarak görmemeyi becerebilirsiniz.
İnsan pek çok gri yanı olan, en açık görünen davranışlarının altında bile çok karmaşık nedenler bulunan zor bir yaratık. Kendisiyle yüzleşme, başkaları kadar kendini deşme niteliğine sahip olanlar bu kendini çok kolay affedip her türlü hatayı karşısındakinde görme eğiliminden bir ölçüde kurtulabiliyor ya da en azından daha “tetikte” oluyor bu konuda. Yine de hiç kimsenin insana özgü zaaflardan tam muaf olması mümkün değil. İçimize daha yakından bakabildikçe hem kendimize hem de başkalarına karşı daha adil olma ve hayata, hatalara sürekli bahaneler bulmama becerisi kazanabiliyoruz sadece.
Klasik bir “merhametten maraz doğar” döngüsünde kalsaydı bu diziyi şimdiden unutmuş olurduk. Ama daha ilk bölümde anlıyorsunuz ki kazın ayağı hiç de öyle değil. Ana karakterinin kendini aklama çabasına hiç girmediği, hatta yerin dibine sokmakta pek mahir olduğu bir büyük ifşa hikayesi bu. Çok cesurca, içten anlatılmış, (farklı isim ve kuşkusuz kısmi değişikliklerle de olsa) gerçek bir olaya dayanan ve kendini oynayan ana karakterinin en rahatsız edici boyutlarıyla kendini de portakal gibi soyup ortaya koyduğu bir hikaye… Richard Gadd’ın aynı adlı oyunundan uyarlayıp başrolünde oynadığı, büyük ölçüde otobiyografik bir başyapıt.
Günümüzün hikâye enflasyonunda “gerçek hikâye” ibaresi insandaki hem “schadenfreude” (başkalarının talihsizliğinden zevk duyma) hem de gözetleme refleksine hitap ettiği için, dizinin bu açıdan önde başladığını belirtmek yerinde olur. Bu tamamen kurmaca bir hikâye olsaydı anlatılan pek çok şeyi abartılı bulabilirdik. “Martha (muhteşem performansıyla Jessica Gunning) gerçekte kim acaba?”, “tecavüzcü ünlü senarist (dizide Darrien rolüyle Tom Goodman- Hill) kim olabilir?” gibi merakları kaşıma “avantajı” da bulunmazdı. Dizinin iki başrol oyuncusunun da sık sık “lütfen anlatılanların ötesini deşmeyin, bizi sevenler ne olur gerçeklerin peşine düşüp insanlara ithamlarda bulunmasın” yollu uyarılarda bulunmasının da bu dedektiflik girişimlerini önlemeyeceği çok açık. Ne yalan söyleyeyim dizinin ortalarına kadar bu açıdan çok şüpheciydim. Çünkü kendisini yerin dibine sokan anlatıcı, Richard Gadd çok ama çok zeki biri. Bu yapı ve zekada birinin kendini açıklıkla ortaya koymasında da aslında istemeden bile olsa “hesap edilmiş” bir yan vardır. Ayrıca bu dizi kadar usta işi bir metni inşa etmiş birinin gerçek hayatta o kadar kötü komedi şovlarına imza atması da insana şüphe uyandırıcı geliyor. Öte yandan karakterin en belirgin özelliği olan “özyıkıcılık” her şeyi anlaşılır kılıyor tabii. Donny hayata (muhtemelen dizide hem anlatıldığı hem de anlatılmadığı kadarıyla) daha çocukluktan başlayan travmalarla merhaba demiş, üstüne de komedi ve TV gibi çok iddialı kurtlar sofrası alanlarını seçmiş “kusursuz” bir özyıkıcı.
Diziyi izlerken Donny’ye sıklıkla kızdığımı itiraf etmeliyim. “Yahu nasıl bir cinssin ki tescilli bir suçlu da olsa hatta bizzat bu nedenle uzak durman gereken Martha’nın ilgisinden bile medet umarak hem kadındaki 'deliliği' hiç çekinmeden besliyor hem de etrafındaki insanları bile riske atıyorsun!” Donny’nin dizinin öz değer, özsaygı, kendini gerçekleştirebilme, mantık ve cazibe bakımlarından en üstün karakteri olan trans kadın “Teri”ye (Nava Mau) karşı davranışları hele, tırnak yedirten cinstendi. “Bu adama hayatta 88 şans verilse hızını alamayıp 89’unu batırır; kendi ipiyle bile kuyuya inmezken yanındaki herkesi de aşağı çeker, oh sonunda da yeterince etkileyici bir şov yapıp kendini en karanlık yanlarıyla milyonlarca kişiye aslında onaylatıp rahatlatır... sana nasıl bir tedbir alalım, seninle biz ne yapacağız Donny” diye diye izledim.
Hatta “bu Donny nasıl bu hale gelmiş”in bozguna uğratıcı, çok rahatsız edici ve üzücü açıklamasını içeren 4. Bölümde de bu hissim tamamen geçmedi. Donny, ondaki eksik, arızalı, özgüvensiz ve suistimale açık yanın saniyesinde farkına varıp aylarca onu iyi bir komedyen yapma vaadiyle manipüle eden “büyük beyaz erkek TV yazarı” nın açıkça tecavüzüne uğruyordu bu bölümde. Bu nokta çok zekice ve doğal biçimde, aslında baştan beri bu yönde sinyaller veren Donny’nin de ataerkil bencillik zırhından çıkıp akışkanlaştığı yer oluyordu. Hem başına gelenler onu büyük bir cinsel karmaşaya (bir açıdan da kendini bulmaya) yönlendirdiği hem de bir erkeğin de kendisinden üstün ve avantajlı durumdaki bir başka erkeğin tecavüzüne uğrayabileceği durumunu sergilediği için… Taciz ve tecavüzün temelde çok ağır ve insanlık dışı bir güç suiistimali olduğunu çok ayrıntılı ve çarpıcı halde gösterdiğinden, dizinin hem hikayesinin açıldığı hem de farkını ortaya koyduğu en cesur bölümlerinden biri buydu.
Yine de içimi şu sorular kemirmedi değil: Aynı şey bir kadının başına gelseydi, karakterin, kendisinden çok daha büyük ve güçlü bir adam tarafından uyuşturucu dahil her türlü yolla manipüle ve pasifize edilmiş de olsa failin evini defalarca ziyaret etmeye devam etmiş olmasını, çarpıcı finalde de hatta yine olay mahalline dönmesini ortalama izleyici nasıl karşılayacaktı? İki kere buluştuğu adam ya da sevgilisi, eşi tarafından katledildiğinde “o da niye o adamı seçmiş, ne diye kendini kurtarmamış, orada ne işi varmış” diye kadını mağdurken suçlu ilan etmeye bunca meraklı bir dünyada bunlar bir kadın karakterin başına gelmiş olsa dizi yine bu kadar dehşet ve ilgi uyandıracak mıydı?
Evet dizi bütün bu soruları sorduruyor ama hepsinin de üstesinden dürüstlükle ve başarıyla geliyor. Öncelikle yukarıda da dediğim gibi Donny kafası çok karışık ya da basitçe “kırılgan toksik” bir erkek değil. Dizi Ebru Nihan Celkan’ın bu yazısında güzel biçimde değinildiği gibi pek çok şeyin cesur biçimde anlatıldığı kuir bir dünyaya davet ediyor bizi. Donny hem yara hem de bıçak. Travmaya uğramış, kendini çift kimlikle (Tonny ve Donny) yaşar ve ararken her adımda yalpalayan, son kertede özyıkıcı ama sahici bir karakter. Donny’nin dizinin en maskülen karakterlerinden biri olan babasıyla yüzleşip açıldığı sahnede babadan gelen “ben Katolik okulunda okudum” cümlesinin her şeyi anlatabilmesi de bir o kadar çarpıcı. Birini yaralamaya muktedir olan şey, herkesi az çok yaralar.
Yine de insan tüm asap bozucu musallatlığına, “manyaklığına” karşın çok iyi bir üniversitede okumuş, çok zeki bir kadının dünyanın en yürek burkucu “sent from my Iphon(e)” mesajlarını atan bir “ucube”ye dönüşene değin ne gibi travmalardan geçtiğini, bu ikisinden hangisinin daha “beter” durumda olduğunu düşünmeden de edemiyor. Martha yoksul ve darmadağınık evindeki kötü bilgisayarından attığı, belli ki bir dönem sahip olduğu statünün bir sembolü olarak Iphone’dan gönderilmiş süsü verilmiş binlerce mesajıyla giderek çığırından çıkarken, acımadan asap bozukluğuna ve kızgınlığa uzanan bir çizgide salınıp duruyorsunuz.
Donny pek sevilecek bir karakter değil, hiçbir açıdan. Ama zaten kendini de sevdirmeye çalışmıyor; sadece ve olabildiğince “gösteriyor” ve bunda da harika iş çıkarıyor. Şu ana kadar bir dizide izlediğim en çarpıcı performanslardan biriyle Martha’yı canlandıran Jessica Gunning’in de katkılarıyla Martha da insanı duygudan duyguya sürüklese de tabii pek sevilebilecek bir karakter değil. (“Sapkın”lığı yetmezmiş gibi üstüne homofobik ve ağır ırkçı.) Fakat yine Jessica Gunning’in bir röportajında belirttiği gibi “bu dizide bir değil iki kurban ve çok yalnız iki insan” var aslında. Martha’nın Donny’de onun kendisinde gördüğünden çok daha fazlasını görüp ona kafayı takması da, Donny’nin kendinden ve travmalarından parçalar görürken onaylanma ihtiyacını beslemesi kadar canlılığı hatta “çılgın” kahkahasından bile vazgeçemediği Martha’yı son ana kadar polise şikayet edememesi ve finalde “onun yerine geçmesi” de biraz, bundan.
“Baby Reindeer” tüm abartısı içinde herkesi günümüz dünyasının griliklerinde ve kendi kuyularında gezdirdiği, bunu da çok yenilikçi ve cesur ama samimi biçimde yaptığı için çok sevildi. Yaralının bir anda yaralayana dönüşebildiği, taviz ve taciz sınırının bıçak sırtı aşıldığı, herkesin aslında Instagram fotoğraflarından çok daha yalnız olduğu ve kendini sık sık baş edilmesi çok güç durumlar, ikilemler içinde bulduğu günümüz dünyasında Donny ve Martha’nın hikayesini bu karakterler çok sevilebilir olduğu için sevmedik. Kendini en sütten çıkma ak kaşık farz edeninden en güçlü ya da serinkanlısına herkesin zaman zaman içine düştüğü bazı ruh hallerini, üstelik de bu kadar “aşırı” karakterler ve durumlar aracılığıyla anlatabildiği, izleyen herkesi kendi kuyularına indirebildiği için sevdik.
“Baby Reindeer” son yılların en iyi dizilerinden biri. Üstelik de günümüzün tüm tüketiciliğine rağmen bir çırpıda unutulacak bir dizi değil. Çığır açacak ve yıllar sonra da hatırlanacak cinsten…
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI