Mahalla Festivali başladı: Mültecilerin çoğu mağdurlaştırılmaktan bıktı
4. Mahalla Festivali, 8-25 Eylül tarihleri arasında yapılacak. Festivalin küratörlerinden Sabine Küper-Büsch ile festivali, neyi amaçladığını ve içeriğini konuştuk.
DUVAR - Hamburg Üniversitesi’nde Siyasi Bilimler Fakültesi’nde okuyan Sabine Küper-Büsch, henüz üniversiteyken “Orient Institut” (Şark Enstitüsü) derslerine katılır. O dönemlerde Türkiye’ye yaptığı seyahatlerden etkilenerek master tezini Feminist Teoriler ve Türkiye’deki Kadın Hareketi hakkında yazar. Şirin Tekeli, Nilüfer Göle ve Çiğdem Kağıtçıbaşı ile tanışır. Mezun olduktan sonra ARD Alman Televizyonu’nun İstanbul Stüdyosu’nda yapımcı olarak çalışmaya başlar.
İlerleyen yıllarda ARD’den ayrılıp bağımsız belgesel yönetmenliği yapan Büsch, Alman ve Avusturyalı televizyonları için de çalışır. 1999’da Abdullah Öcalan Davası başlayınca N-TV Alman Televizyonu tarafından Ortadoğu muhabiri olarak görevlendirilen Büsch, bu görevi 2013’e kadar sürdürür.
2001 senesinde sanatçı eşi Thomas Büsch ile tanışıp birlikte çalışmaya başlayan Büsch, bir süredir daha az muhabirlik yapıyor ve daha fazla belgesel çekiyor. 2007 yılında eşiyle birlikte kurdukları Diyalog adındaki dernek ile çok sayıda etkinlik yapan Büsch, son olarak bu dernek vasıtasıyla Uluslararası Mahalla Sanat Festivali’ni yürütüyor. Büsch ile bir araya geldik, festivalin varoluşunu, neyi amaçladığını ve içeriğini konuştuk.
Mahalla Festivali nasıl ortaya çıktı?
Irak ve Suriye’de yaptığımız belgesellerin tecrübesi ve küratörlük çalışmalarımızdan dolayı Alman Goethe-Enstitüsü bizi 2014 senesinde mültecilere yönelik bir kültür programı tasarlamamız için görevlendirdi. Atölye çalışmaları yaptık, birkaç Türkiyeli ve Suriyeli arkadaşlarla birlikte. Film, dans ve tiyatroya yönelik çalışmalardı. Birlikte çalışırken bu birliğin çok verimli olduğunu fark edip 2017’de ilk Mahalla Festivali'ni Bienal'in yan etkinlik programında yaptık. Birçok ülkelerden sanatçı, küratör ve aktivist davet ettik ve Salt müzesinde birkaç gün süren bir konferans ve kültür sanat programı yaptık. Konularımız kimlik, çok kültürlülük, ırkçılık, küreselleşmiş kapitalizm ve çevre kirliliğinden mahalle yaşamına kadar geniş bir yelpazede ilerlemişti. Sanatsal alanlar da çeşitlilik hâkimdi: Güncel sanat, tiyatro ve performans, edebiyat, müzik, film...
Festival kapsamında her sene farklı bir tema belirliyorsunuz. Bu sene belirlediğiniz tema nedir?
Murmuration yüzlerce, bazen binlerce kuşun gökyüzünde karmaşık bir şekilde koordine edilmiş desenler halinde hareket ederek uçmasıyla sonuçlanan bir fenomeni ifade eder. Bilim insanları, çoğunlukla küçük boyutlu kuşların, birbirleriyle etkileşim halinde ve tutkuyla iletişim kurarak birbirlerini soğuktan, açlıktan ve düşman saldırılarından koruduklarını keşfetmişlerdir.
Doğadan ilhamla hareket ettiğimiz bu salınım, bağlılık ve dayanışmayı içeren kavram, festivalimizin bu yılki ana çerçevesini çizmektedir. Küresel pandemi krizi, ulusötesi uygulama yollarını zorluyor, fakat aynı zamanda dijital iletişim alanındaki yeniliklere de kapı aralıyor.
Pandeminin dijitalleşmenin önünü daha da açtığı bir gerçek. Geçen sene de online olarak yaptınız festivali… Nasıl geçti o süreç?
Aslında çevrimiçi alanları bu sene içerisinde yoğunlaşarak kullanmayı başladık. Pandemi, seyahat etmeyi herkes için zor hale getiriyor. Eşim ve ben filmci olduğumuzdan dolayı senelerdir atölye çalışmaları yapıyoruz. Eğitim vermenin ötesinde bu bir birlikte çalışma, birbirimizden öğrenme alanıdır. Bir buçuk sene evvel, pandemi başladığında Suriyeli arkadaşımız Kutaiba Hajira, Kanada’dan İstanbul’a gelip bir kısa film atölyesi yapacaktı. Pandemiden dolayı gelemedi ve hep birlikte Zoom’da görüşmeye başladık. Her pazar akşamı 20.00-22.00 arasında toplanıyoruz bir senedir. Türkiye’den, Kanada’dan, Hollanda’dan, Malta’dan ve Suriye’den bile katılımcılarımız var. Hem birlikte film çalışmaları yapıyoruz hem de bol bol sohbet ediyoruz, paylaşıyoruz, fikir üretiyoruz. Festivalde de başka sanatçıları ve insanları çağırarak bir araya geleceğiz.
10 Eylül’de Yeldeğirmeni Wanderlust Café'de bir film gösterimimiz olacak. Gösterime Maltalı sanatçı Raphael Vella da katılacak. Thomas ve ben, Temmuz ayında Malta’da bir sanatçı rezidans programına davetliydik. Raphael Vella dahilinde, Zoom-film grubundan bir katılımcı olan Eritreli Major Sium ile, "Taxi Malta" diye bir semi-kurgu belgesel filmi çektik. Malta ile ilişkiler 2018’e dayanıyor, o sene Mahalla Festival’i orada gerçekleştirdik.
Festivale gelen ziyaretçiler eğer isterse dans performansa, çizim performansa, güncel sanat alanında bir çalışmaya katabilirler. Ve orada çeşitli ülkelerden insanlarla tanışabilirler. Uzun ve sadece ziyaret edebilen bir çalışmanın yerinde iki-üç haftalık bir happening yapmayı tercih ediyoruz.
'MÜLTECİLERİN ÇOĞU MAĞDURLAŞTIRILMAKTAN BIKTI'
Festival bu sene göç meselesine de odaklanıyor. Göç olgusu, sanatçıların dünyasına nasıl yansıdı sizce? Hâlihazırda televizyonlardan bile “hiper-gerçek” bir şekilde izlediğimiz bir vaka, sanatla nasıl daha etkili hale gelebilir?
Festival, göç sorunu üzerine kurulup bir noktaya odaklanıyor. Göçmenlerin kendi hikâyelerini kendileri anlatmaları gerekiyor ve haberden çok sanatsal metaforik diller ile hiper-gerçeklikte karşı çıkıyorlar göç sorununa. Mültecilerin çoğu mağdurlaştırılmaktan bıktı. Dikkat ederseniz mülteci sorununu anlatan genellikle gazeteciler, belgeselciler ve alakalı olmayan sanatçılar. Yanlış bence. Ben şahsen mağduriyet üzerine belgesel çekmeyi artık kabul etmiyorum. Birlikte çalışmak, insanlarla bir platform ve bir dayanışma ağı oluşturmaya çalışıyoruz. Bence bu herkes için çok verimli. Biz de dâhil…
Almanya-Türkiye arasında göç hikâyeleri Mobilistan eylemi ile ifade ediliyor. Suriyeli Alman sanatçı Manaf Halbouni, Dresdenli arkadaşı sanatçı Christian Manss ile bir devlet ilan ettikleri bir araba ile gelecekler İstanbul’a. Mobilistan adını verdiklerini devleti ilan ettikten sonra, eylül ayının ortasında Berlin’den hareket edecekler. Milyonlarca insan bu yoldan Avrupa’ya gelmeye çalışıyor veya eskiden Almanya’dan memleketlerini ziyaret etmek için yola düştü. Hep uzun ve zor bir yolculuktu. Ben de bir kere Hamburg’dan İstanbul'a eşyalarımı taşıyarak arabayla geldim. Manaf Halbouni, Şam’da büyüdü, Dresdenli annesi orada vefat etti. Christian Manss, Doğu Almanya’da büyüdü, ikisi de bir diktatörlükte yaşadılar çocukluklarında. Bir araba sahibi olmak onlar için bir rüyaydı. İstanbul’a bu makam arabası ile geldiklerinde hem mizah içeren hem de çok ciddi anlamda bir sanatsal eylemde bulunacaklar. Yine insanları sohbete ve interaktif bir eyleme çağırarak... Herkes Mobilistan için vize veya vatandaşlık başvurusunda bulunabilir.
Çok sayıda ülkeden, çok sayıda sanatçı bir araya geliyor festivalde. İsimleri nasıl belirlediniz? Süreci paylaşır mısınız?
Sanatçıların çoğu tanıdık. 2017’de oluşturduğumuz ağın bir ürünü hepsi. Hepsi konularımıza yakın insanlar, Türkiyeli sanatçıları da Mahalla Festivali’nin konularına yakın olan insanlardan seçtik. Çanakkale’den Sub Kolektif gelecek, orada bağımsız bir alanları var ve seçtikleri konular bize yakın.
Sub Kolektif, Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nin arkasında, tarihi bir alanda, bir odaya dev bir kumaş parçasından yapılan bir haritayı yerleştirecek ve nereden nereye diye ailelerinin göç hikâyelerini sanatsal bir ifade biçimi ile anlatacaklar. Ziyaretçiler katılmaya davet edilecek. İsteyen katılabilir, keyifli olacağını şimdiden söyleyebilirim.
'YELDEĞİRMENİ HEP ÇOK KÜLTÜRLÜ BİR SEMTTİ'
Neden bu sene Yeldeğirmeni Mahallesi’ni tercih ettiniz?
Eş küratörümüz Tuba Kocakaya, Lara Lakay ile birlikte mayıs ayında Nemlizade Sokak 52’de tarihi bir apartman dairesinde bir serginin küratörlüğü üstlendi. O apartmanda 1908’den evvel Alman mühendisler Haydarpaşa Garı’nı inşa ederken konakladı. Yeldeğirmeni, hep çok kültürlü bir semtti. Bugüne kadar sinagoglar, kiliseler, camiler yan yana kaldı.
Murmuration, uluslararası ilişkilerin etkileşiminde 20. yüzyılın göç hareketlerine de bakıyor. Ana mekân, Bağdat Demiryolu'nun, Haydarpaşa Tren İstasyonu’nun yapımında yardımcı olan Alman mühendislerin yaşadığı Kadıköy semtindeki Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nin arkasındaki tarihi okul binası. Yüzyıllardır çeşitlilik gösteren bir semt olan Yeldeğirmeni, Birinci Dünya Savaşı’nın eşiğindeki askeri ve ticari ilişkiler nedeniyle ilçeye bir Alman mahallesi de ekledi. Bugünkü bölgedeki zorunlu göç hareketleri bence hala bağlantılı o zamana dayanarak. Dayanışmayı çağırmak bence çok önemli. Hatırlayalım ve birlikte yeni fikirleri, resimleri, filmleri, yemekleri üretelim.
Konukları nasıl bir ortam bekliyor? Biraz da bundan bahsedelim…
Ana mekan Yeldeğimeni Sanat Merkezi ve arka tarafı. Burası eski Fransız bir manastırı. Kiliseyi Kadıköy Belediyesi satın aldı, restore etti ve çok büyüleyici bir kültür merkezi açtı. Girişteki konser salonu eski ibadethane. Orada seyirciyi muhteşem mekan ile birlikte sanatçı Mahmut Aydın’ın çok etkileyici bir heykeli bekleyecek. O alandan geçerek arka tarafta geniş ve güzel bir avluya iniliyor. Üç odalı tarihi bir alanda serginin devamı. Çanakkale Sub orada bekleyecek insanları. Yeldeğirmeni’nde oturan Amerikalı sanatçı Nora Byrne bir portre çizim performans yapacak, Maltalı sanatçı Raphael Vella “Pandemi ve Xenophobie” konulu bir animasyon filmi ile birlikte Malta’da Afrikalı göçmenlerle ürettiği bir sanat eseri sergileyecek, İtalyan şair Ilaria Boffa Türkiyeli sanatçı Esin Aykanat Avcı ile Athropocene konulu videolu bir yerleştirme üretti.
Dış alanlarda Avusturyalı sanatçı Barbara Eichhorn çizmeye davet edecek; Bosnalı İsviçreli sanatçı Milenko Laziç, Perulu İsviçreli dansçı Myriam Perrottet ile insanların katılabileceği interaktif bir dans performans yapacak. Senelerce Marmara Üniversitesi'nde ders veren ve çalışan Alman filozof Martin Vialon, 20. yüzyılın başlarındaki göçmenler Traugott Fuchs ve Erich Auerbach’ın hayat hikâyesini örnek alarak, festival sırasında göç, sürgün ve vatanın karşılıklı etkilerini tartışacak. Alman gitar virtüözü Lucian Plessner 14 Eylül’de Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nde bir konser verecek.
Birçok etkinlik daha var, hepsi ücretsiz. Eylül ayında eğer mahalle içinde sanat yaşamak isteyen olursa gelsin ve katılsın, bekliyoruz.