YAZARLAR

Mank: Hollywood taşlaması

Her şey bir yana kendisinin de dediği gibi 40 değil de 30 yılı bulan sinema serüvenine “Alien 3” gibi bir faciayla başlamış olsa da on filmlik kariyerinde çok önemli yapımlara imza attı. Bütün filmleri iyi olsa da “Seven”, “Dövüş Kulübü”, “Zodiac”, “Sosyal Ağ” gibi sinema tarihine geçen filmlerin yanına “Mank” de girecek gibi görünüyor. Filmin estetik yönüne dair yorumlar farklı olabilir ancak sinema tarihine dair söyledikleriyle şimdiden tarihe geçmiş gibi görünüyor.

“House of Cards”ın yapımcısı olarak samimiyeti ilerlettiği Netflix için iki sezon boyunca “Mindhunter” adlı diziye imza atan David Fincher hayranlarını ziyadesiyle sevindirmişti. Ama bu satırların yazarına göre platformun şimdiye kadar yaptığı en iyi dizilerden birisi olan bu yapıma haklarımız yeterince teveccüh göstermemiş olacak ki, geleceği belirsizliğini koruyor. Ama Fincher- Netflix iş birliği burada sınırlı kalmadı. Yönetmenin gazeteci olan ve 2003 yılında kaybettiği babası Jack Fincher tarafından kaleme alınan “Mank” isimli senaryo nihayet hayata geçirildi. Geçen ay Oscar yarışına dâhil olabilmek için sınırlı sayıda salonda ABD’de gösterime giren yapım, bugünden itibaren Netflix platformunda seyirciyle buluşuyor.

Futbol jargonuyla söylersek, birkaç hafta önce kendisini dört yıllığına Netflix’e bağlayan imzayı atan David Fincher yeni yapımlar için kolları sıvamış durumda. Bu konudaki hislerini ise şu sözlerle dile getirdi: "Artık Picasso gibi, yepyeni ve farklı şeyler deneyerek çalışmak istiyorum. 40 yıllık kariyerimde sadece 10 filmimin olması beni de düşündürüyor. Mank'in başarısına göre Netflix'e gidip yüzsüzce, yeniden bir siyah beyaz film çekmek istediğimi de söyleyebilirim ya da sadece kendimi kurtarmak adına bir projeye daha imza atmak da isteyebilirim." Yolu açık olsun, her işini beklemeye devam edeceğiz.

Her şey bir yana kendisinin de dediği gibi 40 değil de 30 yılı bulan sinema serüvenine “Alien 3” gibi bir faciayla başlamış olsa da on filmlik kariyerinde çok önemli yapımlara imza attı. Bütün filmleri iyi olsa da “Seven”, “Dövüş Kulübü”, “Zodiac”, “Sosyal Ağ” gibi sinema tarihine geçen filmlerin yanına “Mank” de girecek gibi görünüyor. Filmin estetik yönüne dair yorumlar farklı olabilir ancak sinema tarihine dair söyledikleriyle şimdiden tarihe geçmiş gibi görünüyor.

İki nedenden ötürü. İlki konu olarak sinema tarihine geçmiş bir yapımı ele alıyor olması. Sıralamadaki yeri değişse de “tüm zamanların en iyi filmleri” listelerinde kendisine ilk onda (çoğu zaman ilk üç) yer bulan “Yurttaş Kane” (1941) filminin yazım sürecini ve senaristi Herman J. Mankiewicz’i, namı diğer Mank’i hikayenin merkezine oturtuyor film. Dönemin dahi çocuğu Orson Welles tarafından iki yardımcı ile birlikte bir çiftlik evine yerleştirilen ve senaryoyu bitirmesi için iki ay verilen Mank’in hayatına geriye dönüşlerle tanıklık ediyoruz.

Filmi sinema tarihine geçirecek ikinci neden ise yalnızca karakteri Herman J. Mankiewicz’i değil, onun gözünden 1930’ların ABD ve Hollywood’unu eleştirmekteki mahareti kuşkusuz. Mank’in “Yurttaş Kane”in senaryosunu yazma süreci ile geçmiş arasındaki bu gidiş gelişler bizlere hem karakter hem de dönem hakkında ipuçları veriyor. “Mank”in David Fincher’ın en politik filmi olduğu söylenebilir. Bunda kendisinin değil de senaryoyu kaleme alan babasının etkisinin olduğu su götürmez. Fincher da uzun yıllardır hayata geçirmek için çabaladığı bu vasiyete fazla dokunmamış görünüyor. Filmin sıkıntılarının buradan kaynaklandığı söylenebilir. Buna geleceğiz…

“Mank”, idealist bir senaristin Hollywood’un stüdyo döneminin çarkları arasında mücadelesine “Yurttaş Kane”i yazması için bir çiftliğe tıkıldığı ana gelinceye kadar neredeyse alkolik olma sürecine davet ediyor seyirciyi. Herman J. Mankiewicz, senaristlerin esamisinin pek okunmadığı, daha çok teknik eleman muamelesi gördükleri bir dönemde bu işe gönül veriyor. Ki, Orson Welles de ondan senaryoyu isimsiz olarak yazmasını istiyor. Bu o dönem için gayet normal bir uygulama… Film bir yandan “Yurttaş Kane”in bütün kredisinin Orson Welles’e verilmesine itiraz ediyor, diğer yandan da dönemin röntgenini çıkarmaya soyunuyor. Bu yüzden Orson Welles’i fazla görmüyoruz hikayede çünkü onunla ilgilenmemeye özen gösteriyor. Asıl olarak hikayenin yaratıcısına bir saygı duruşu filmi bu. Daha önce defalarca hak etmiş olmasına rağmen 2018’de “Darkest Hour” gibi uyduruk bir filmle (kendisi iyiydi ama) Oscar’ı alan Gary Oldman bir kez daha bu ödüle aday olabilir mi, evet bunu hak ediyor. Akademi jürisi de Hollywood anlatılarını, gerçek hayat hikayelerini fazlaca sever. İzlemeyenler için filmin tadını kaçırmadan burada keselim.

Gelelim filmin ‘politik’ yönüne. Kanımca David Fincher’in mevzuya yabancılığı filmin gücünü azaltan bir etki yaratıyor. “Mank”, stüdyo sisteminin işleyiş biçimini gösteriyor. Ama asıl olarak dönemin Hollywood’unun politik konumuna sert eleştiriler yöneltiyor. “Yurttaş Kane”in senaryosuna ilham veren medya patronu William Randolph Hearst üzerinden medya düzenini; David O. Selznick, Irving Thalberg gibi yapımcılar aracılığıyla Hollywood’un politik arka planını gösteriyor. Vali seçiminde sektörün büyük patronlarının sosyalist adaya karşı nasıl bir araya gelip cumhuriyetçi adayı desteklediklerini, bununla da kalmayıp sahte filmler ürettiklerini görüyoruz. Tam da burada senaryonun bir sinemacının değil de gazetecinin elinden çıktığının aşikâr olduğunu söyleyebiliriz. Mank’in kendisinden cumhuriyetçi aday için destek isteyen Irving Thalberg’e verdiği şu cevap, Hollywood’un tarih algısı oluşturma, kitleleri manipüle etmedeki maharetini ve bunun 30’larda ortaya çıktığı gerçeğini açık ediyor: “King Kong'un on katlı bina boyunda ve Mary Pickford'ın 40 yaşında bakire olduğuna dünyayı inandıracak güçteyken, aç seçmenleri dönek bir sosyalistin Kaliforniyalıların değer verdiği her şeye tehdit oluşturduğuna ikna edemez misiniz?”

İşte filmin, bu politik yönü ile sinema tutkusuna dair tarafları arasındaki uyumsuzluk da eksi hanesine yazılabilir. David Fincher, çok iyi bildiği kamera oyunlarını, sahne ve mizansen kurgularını, zaman atlama, hadiseleri birbirine bağlama gibi işçilikleri ustaca beceriyor yine ve bizi bir kez daha hayran bırakıyor. Dönemin film estetiğini yakalamadaki ısrar, mono ses kaydı yapmaya kadar vardırılıyor.

Ama alışık olmadığı bu politik dili hikayenin içine organik bir şekilde yedirmeyi beceremiyor. Bu metinler karakterlerin ağzına oturuyor oturmasına da filmin dokusuyla uyumsuz duruyor kimi yerlerde. David Fincher, filmdeki geçmişi anlatırken sıkça şikâyet ettiği bugünün büyük yapımcılarına eleştiri yöneltiyor belli ki. Bir anlamda “30’lar sana söylüyorum 2000’ler sen anla” demeye getiriyor. Baba Jack Fincher ise bir gazeteci olarak Herman Mankiewicz ve “Yurttaş Kane” üzerinden Hollywood’un geçmişine ve bugününe ve belki de temeline dokunmak istiyor…