Manzaranın sınıfsallığı, suçlu anne, iyi patron
Manzaranın sınıfsallığı, sınıf ve toplumsal cinsiyet bağlamlarını ihmal eden iyi ebeveynlik reçeteleri, terazinin dengesini değiştiren itaatsiz serçeler… İyi anlatılmış bir hikâye, fazladan bir tek cümle kurmadan, bir gün bir şeylerin değişebileceği umudunu diri tutabilir.
Pandemi nedeniyle iki yıldır farklı koşullarda düzenlenen İstanbul Film Festivali, bu yıl bildiğimiz yüzüyle geri döndü. Seanslar arası koşuşturmalar, ayaküstü içilen kahveler, “iyi ki izlemişim” dedirtenler ve hatta kaçırılıp hayıflanılan filmler de festival ruhuna dâhil. Çok özlemişiz.
Bu yılki festivalde şu ana dek izlediğim her filmde, maskeler, kontroller olsun olmasın bir “Covid duygusu” var. Salgının başlarında sıkça sarf edilen, sonra yaşayarak alıştığımız her şey gibi kulağa biraz abartılı gelmeye başlayan “bildiğimiz dünyanın sonu” hissi. Küçülen, daralan, o sıkışmışlığın içinde kendine bir yer arayan, bazen tekrara düşen, bazense dünyayı algılamanın yeni imkânlarını bulan bu anlatı evreni içinde en sorgulanabilir şeyse herhalde “büyüklük” ve aşırılığa yaslanan türden “iddia” oluyor.
Büyük meseleyi küçük hikâyelerle, olabildiğince gündeliğe yaslanarak anlatabilen filmleri genellikle daha çok severim. Ülke ve dünyaya dair tüm dertlerin bir masa başı planlamayla yedirilmeye çalışıldığı hikâyelerin çuvallama riski hep daha yüksek. Burada ünlü “Gibi” diyaloglarından biri geliyor hemen aklıma: “Hayatın acı gerçeklerini dile getiriyorum./ Lan yaşadığımız yetmiyor bir de senden dinliyoruz hayatın acı gerçeklerini!” Yılmaz, günün sonunda yaşanan tüm absürt problemleri “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset” gibi klişe bir sözle bağlamaya çalışan arkadaşı İlkkan’a söylüyor. Hikâye kendini anlatabildiğinde fazlalıkların, afili sözlerin gereksizliğini çok iyi anlatıyor.
Fazlalık anlatıyı ele geçirdiğinde, mesele/dert ayrı telden, olay örgüsü ayrı telden çalmaya, hikâyedeki açıklar da büyük laflarla doldurulmaya başlıyor. Melodramla dram arasındaki başlıca farklardan biri de bu. Dertler derya, karakterler bir sandal olduğunda adaletsizlik, haksızlık, yolsuzluk, sistem değil “kahpe kader” sorumlu olmaya başlıyor olan bitenden. Ayarı kaçmış dizi müziğinin duygu ve anlam yaratımına katkıda bulunmak bir yana, sahnenin var olan duygusunu da öldürmesine benzetebiliriz bunu.
Bahman Ghobadi’nin Türkiye-İngiltere ortak yapımı yeni filmi “Dört Duvar” (Four Walls) festivalde şu ana dek görebildiğim filmler içinde konusuna, adına tezat biçiminde, başta özetlediğim dönem ruhunu en az hissettiren filmlerden biri oldu. Karakterinin sıkışmışlığını anlatan filmin bütün tercihleri aşırılıktan yana olunca acı kendisinin parodisine dönüşmeye başlıyor çünkü maalesef. Çok fazla meseleye dair pek çok mesaj vermeye çalışırken eldeki iyi fikirden olmak, trajedi ve ajitasyonun dozunu yükselttikçe hikâyenin gücünü ve etkisini yitirmesi, belli karakterlere yoğunlaşan mizahi diyalogların çoğunlukla yapaylığı... Bunların doğal sonucu olarak iyi oyuncuların ne yaparlarsa yapsınlar eğreti kaldıkları, hem ağlatma hem de güldürme amacını taşıdığı belli filmin ne güldürmesi ne de ağlatması… Bunlara bir de aslen bu kadar politik bir filme hem bir “iyi imam” hem de “iyi polis” karakteri, ikisi birden iliştirilince filmden geriye bazı güzel anlarla birlikte aslen çok iyi bir fikrin harcandığı duygusu kalıyor maalesef.
Filmin konusu özetle şöyle: Memleketinden uzakta, İstanbul’da müzisyenlik yapan Baran (Amir Aghaee) yıllar boyu çalışarak ailesini de yanına alıp oturabileceği, deniz gören küçük bir ev almayı başarıyor. Denizi hiç görmemiş eşine ve küçük oğluna yapacağı büyük sürprizin coşkusundaki Baran’ın hayatı trajik bir olayla alt üst oluyor. Üstüne, eve döndüğünde yeni yapılan bir sitenin deniz manzarasını kapattığını fark ediyor. Ondan çalınan manzarayı yeniden kazanabilmek için giderek tehlikeli bir hal alan büyük bir mücadeleye girişiyor. Filmin esas meselesi oldukça yakıcı bir gerçek üzerine yani: Manzaranın sınıfsallığı!
Üç tarafı denizlerle çevrili ülkede deniz yüzü görmeden ölen milyonlarca insan var. İstanbul’da yaşayıp denizi bir kez bile görememiş insanlar var. İnsanlar bu açıdan ikiye bile ayrılabiliyor hatta: Paranın herkesin ve her şeyin önüne geçebilme gücüyle manzara sahibi olan insanlar ve denizi göremeyen diğerleri.
Bu filmi izlediğim andan bu yana, ilginç bir denk gelmeyle bir yazarın “çocuklara yüzme öğretmemek istismardır” türünden bir görüşünü içeren Twitter silsilesi tartışılıyor. Bu vesileyle de bu “deniz ülkesinde deniz yüzü göremeyen insanlar” gerçeği sıkça dile getirildi.
Pek çok açıdan ele alınabilecek bu meseleyi tartışmak değil niyetim. Bu türden, aslında çok geniş kapsamlı konuları kısıtlı bir perspektiften ele alan yaklaşımların genel sorunları… Bu olay bağlamında mesela hangi deniz, hangi ebeveyn, ne tür bir aile ya da aileler? Ayrıca çocuk gelişimine dair her şeyin sorumluluğunu sistemden alıp ebeveynlere yüklediğinizde, sadece bu tekil mevzuda değil, tek odaklı tüm pedagojik yaklaşımlarda aslında suçu anneye yıkmış oluyorsunuz. Çünkü hemen hemen her kesimde çocuk bakımının esas sorumlusu hâlâ anne. Toplumun geniş bir kesiminin kadın yoksulluğu, çocuk yoksulluğuyla boğuştuğu gerçeğini, kadınların kendi hayatları ve bedenleri üzerindeki kısıtlı sözünü, işin sınıfsal ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği kökenli pek çok yanını ihmal ederek “iyi ebeveynlik”ten bahsetmek çok zor. Hedef kitleniz giderek yoksullaşmakla birlikte hâlâ avantajlı sayılabilecek orta ve üst orta sınıflarsa da, tüm toplumsal işleyiş kadını yetersiz anneliği nedeniyle suçlu hissettirmek üzerine kuruluyken yine anneye yüklenmek, hata. Geçen yılın en iyilerinden olan “Karanlık Kız” filmi üzerine yazmıştım. Bu filmi izlemek bile, bu konuya dair tek yönlü tartışmalardan daha fazla ufkunu açıyor insanın.
Günümüzde uzmanlıklar, belli bir bakış açısını iyi işleyerek oradan sıkışık hayatlara hap çareler bulma konulu bir şeye dönüştü. Hayal ve çare sektörünün öne çıkardıkları saymakla bitmiyor. Herkesi aynı kefeye koymak değil niyetim, bu kadar zor bir hayatta her türden rehberliğe ihtiyaç duymayı da anlayabiliyorum. Ama işi bir boyutundan tutarak koca bir toplumsal ve disiplinlerarası alanı dev bir paranteze alan her yaklaşım, sonuç olarak yine var olan sistemin devamlılığına ve ataerkiye hizmet eder hale geliyor.
Manzaranın sınıfsallığından sınıf ve toplumsal cinsiyet bağlamlarını ihmal eden iyi ebeveynlik reçetelerine uzanan bu yazıyı, sisteme dair derdini doğru bir noktadan kuran bir diğer festival filminden bahsederek tamamlamak istiyorum. Fernando Leon de Aranoa'nın, bu yıl Goya Ödülleri’ni silip süpüren, katıldığı festivallerde de büyük ilgi gören filmi “İyi Patron”.
İspanya’nın bir kasabasında endüstriyel teraziler üreten büyük bir şirketin yöneticisi olan Blanco (Javier Bardem) şirketin mükemmellik ödülü alıp alamayacağına karar verecek bir komitenin ziyaretini beklemektedir. İyi ve adil patronluğuyla bilinse de elbette şirketinde kadın çalışanlarla kurulan ilişkilerden mobbinge her tür güç ve emek suistimali vardır; hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Komite ziyaretine hazırlanan Blanco, itaatsiz bir şirket çalışanının protesto çadırı kurmasından, eşinin kendisini aldattığını öğrenerek darmadağın olan yöneticilerden birini toparlama uğraşına kadar, giderek çetrefilleşen yoğun bir manipülatif çabaya girer.
“İyi Patron”, tüm o “hak yemeyen adil patron” ve “biz kocaman bir aileyiz” tarzı klişeleri bir güzel pataklayarak, herhangi çapta bir imparatorluğun ciddi güç suistimalleri ve emek sömürüsü olmadan kurulamayacağını anlatıyor. Teraziye konan bir serçenin bile aslında bütün ayarları değiştirip gerçeği gün yüzüne çıkarabileceği bu sistemin türlü işbirlikleriyle nasıl ayakta kaldığını da. Hiç büyük laf etmeden meselesini tüm yönleriyle ortaya koyabilen nefis bir kara komedi ve çok iyi bir sistem eleştirisi. Javier Bardem’in iyi/zararsız görünen kötücül karakterleri canlandırma dehasının da katkısı büyük. Ama filmin esas kahramanı, çok iyi dengeler üzerine kurulmuş, eksiklik/fazlalık barındırmayan, yan hikâyelerin ana hikâyeye ve finale çok ustaca bağlandığı senaryo ve buna eşlik eden bir reji.
Bir serçe bile asla değişmeyecekmiş gibi görünen bu haksızlıklar düzenini alt üst edebilir. İyi anlatılmış bir hikâye, fazladan bir tek cümle kurmadan, bir gün bir şeylerin değişebileceği umudunu diri tutabilir.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI