Mapocho suyu kan akıyor baksana

Sermayenin gözü dönmüşçesine saldırganlaştığı günümüzde, artık emek sömürüsüyle yetinilmediği ve çevre talan edilip doğa yağmalanarak memleketin ekolojik bir yıkıma doğru sürüklendiği ortada.

Google Haberlere Abone ol

Leyla Burcu Dündar*

And Dağları’nın eteklerinde doğan Mapocho Nehri, batıya doğru uzanırken Santiago’yu da ikiye böler. Şili’nin meşhur şaraplarının üretildiği vadilerden süzülüp Pasifik’e dökülecek bu akarsuyun seferinden söz ederken coğrafyanın sihrine kapılmamak zordur. Ancak gerçekler pek iç açıcı değilken, onları görmek de bir zorunluluk. Hal böyleyken Mapocho Nehri’nin şehrin kalbine bir hançer gibi saplandığı söylenmeli. Öyle bir hançer ki, tarih boyunca yalnız bölgeler arasında doğal bir sınır oluşturmakla kalmamış, aynı zamanla toplumsal sınıflar arasına da aşılmaz bir set çekmiş. Bir başka deyişle, eşitsizliğin sınırı olmuş Mapocho Nehri, uzun yıllar yoksullara kucak açmış, evsizlere ve basit suçlulara mesken olmuş. Bugünse duvar yazılarıyla bezenmiş nehir yatağı, Santiagolu “çapulcu”ların özgürce siyasi propaganda yapabildiği bir alana dönüşmüş durumda.

Bu dönüşümü hazırlayan hazin bir gerçek var ki, insanın söylemeye dili varmıyor: Şili’nin en büyük yerli nüfusunu oluşturan Mapuchelerin kutsal addettiği ırmak bugün akmaz olmuş. Evsel, tarımsal ve endüstriyel atıklar yetmezmiş gibi, bir de bölgedeki bakır madeninin faaliyeti sonucu oluşan tehlikeli atıkların yönetilememesi, Mapocho Nehri’ni ölüme terk etmiş. Hikâye bildik; ülkede görünürde yasal düzenlemeler varsa da, uygulamada bunların bir karşılığı yok… Zenginlerin karuna dönüştüğü, yoksullarınsa yok olmaya itildiği bu devranın böyle gitmeyeceği, 2019’da Santiago’da başlayıp çığ gibi büyüyen toplumsal hareketle görülmüştü. Öğrencilerin toplu taşıma ücretlerine yapılan zammı protesto etmesiyle başlayan gösteriler, göz açıp kapayana kadar hayat pahalılığı, gelir eşitsizliği ve artan yolsuzluk karşısında milyonların sokağa döküldüğü bir ayaklanmaya evrilmişti. Hikâye bildik; tazyikli su, biber gazı, plastik mermi… Onlarca insanın hayatını kaybettiği, binlercesinin yaralandığı eylemlerde, yüzlerce insan da gözünü kaybetmişti. Direnişin simgesi halini alan bandajlı gözler, sokakların her yanını kaplamış duvar yazılarından, pankartlardan, sloganlardan bakmaya devam etmiş ve gözü olup da görmek istemeyenlere inatla görünmüştü.  Başkan Piñera’nın zammı geri çekmesi, sıkıyönetim uygulaması, sokağa çıkma yasağı, kabine değişikliği, yeni anayasa için referandum önerisi ve elbette polis şiddetiyle yatıştıramadığı halkı, 2020’de pandemi bir nebze durdurmuştu. 2021’e gelindiğindeyse, kararlılığından pek bir şey kaybetmemiş görünen Santiagolu “vandal”lar, her Cuma günü daha önce kayıpların yaşandığı Plaza Baquedano’da toplanıp protestolarını sürdürüyor. Eşitsizliğin, ırksal ve etnik aidiyet temelli ayrımcılıkla katmerlendiği Şili’deki bu eylemlerde, Mapuche liderleri ve yerli aktivistler baştan beri ön saflarda yerini alıyor. “Toprağın insanları”, iklim ve çevre için olduğu gibi, hak, adalet ve eşitlik için de her daim direnişe hazır. Hikâye bildik; yürek yanmadıkça göz yaşarmıyor… Bergama’dan Akkuyu’ya, Kazdağları’ndan Cerattepe’ye, Salda’dan İkizdere’ye, insanlar isyan ediyor.

Sermayenin gözü dönmüşçesine saldırganlaştığı günümüzde, artık emek sömürüsüyle yetinilmediği ve çevre talan edilip doğa yağmalanarak memleketin ekolojik bir yıkıma doğru sürüklendiği ortada. Üstüne bir de neredeyse bir buçuk yıldır mücadele edilen salgın eklenince, tablonun iyice ağırlaştığını ve nefes almanın bile güçleştiğini söylemek mümkün. İnşaat ekonomisiyle büsbütün çığırından çıkmış bulunan azgın kentleşme, yalnızca doğal alanları yok etmekle kalmıyor. Plansız ve denetimsiz aşırı büyüme, hem başa çıkılmaz bir yoğunluk artışı getiriyor, hem de ekolojik eşiklerin aşılarak bütünlüğün parçalanmasına yol açıyor. Covid-19’un kentlerde hızla yayılmasıyla birlikte, bu çapraşık sorun bir kez daha görünür oldu. Salgın sürecinde ekonomik ve toplumsal eşitsizlikler hızla derinleşirken, kentler de hem mekânsal hem sınıfsal bir ayrışmanın yansıması olarak virüsle yüzleşmek durumunda kaldı. Emekçiler “evde kal”amadığı gibi, her türlü kısıtlama ve kapanma tedbirinin dışında tutularak pervasızca öne sürüldü. Böylelikle çarkların durmaksızın döndürüldüğü bu süreçte, “yaşama hakkı”nın dahi herkese eşit biçimde sunulmadığı esefle izlendi. Fırsattan istifade yapılıveren kamulaştırma ve ihalelerin hemen ardındansa, şantiyeler işledi, sondaj çalışmaları ve ağaç kesimleri hız kazandı. Tüm bunlara rağmen, yaşamı savunmak için direnen insanlarsa, dünyayı paylaştığımız tüm canlılar için umudumuzu diri tutmayı başarıyor. Nitekim bu distopyadan tek çıkış yolu, doğa ile uyumlu bir gelecek tasarlayabilmekten geçiyor.

Ütopik görünse de imkânsız olmayan ve hatta zorunlu olan bu tasarım için kolları sıvamadan önce, bazı ön kabullerin gözden geçirilmesi gerekiyor. Örneğin, insanın evriminde aklın rolü tartışma götürmez; ancak insanlığın bugün ulaştığı teknolojik gelişme düzeyinin niteliği üzerinde dikkatle düşünülmeli. Bu noktada, bilim insanlarının evrimin bir ilerleme olmayabileceği veyahut karıncaların bu süreçte insanlardan çok daha başarılı varlıklar olarak addedilebileceği uyarısını anımsamak gerekiyor. Kaldı ki, meseleye homo sapiens denen türün en üst basamakta durduğu bir merdiven gibi değil, evrim ağacının onlarca dalından sadece biri olunduğuna dair bir farkındalıkla yaklaşılması önemli. Öte yandan kim inkâr edebilir ki insan denen mahlûkun dört başı mamur bir apex predator olduğu gerçeğini? Hele ki besin zincirinin tepesine kurulup önüne gelen her canlıyı canice avladığı ve yaşadığı ekosistemi de hunharca yağmaladığı gün gibi ortadayken. Sera gazı salınımı, fosil yakıt kullanımı, yoğun tarımsal faaliyet, ormansızlaşma, dizginsiz sanayi üretimi, tüketimi kamçılayan vahşi kapitalizm... Küresel ısınma ve iklim değişikliğine yol açan büyük günahlar bunlar. Cehenneme giden yollar işte bu taşlarla döşeli. Sürekli pozitif büyüme fantezisi ve artan ivmeyle hızlanma telaşı üzerine kurulu bu düzende, daha ne kadar yaşayabilir ki bu yanan, bu yorgun yaşlı dünya...

 “Yaşasın bu yaman, bu cesur yeni dünya!” Shakespeare’in Fırtına adlı oyununda geçer bu aşina replik. Malum, sonradan İngiliz yazar Aldous Huxley’in magnum opus’u addedilen Cesur Yeni Dünya’ya da ilham olacaktır. Romanda kurgulanan distopik atmosfer, muazzam bir teknolojik gelişmişlik düzeyine, çözülmüş bulunan ekonomik ve toplumsal sorunlara rağmen yitip giden insani değerleri vurgular. Zaten kitabın ismindeki ironi ve yazarın alaycı tonu düşünüldüğünde, çizilenin bir cennet değil cehennem tasviri olduğu belirginleşir. Buradan bakınca, dünyanın bugün yaşamakta olduğu iklim, sağlık ve finans krizi pek de sürpriz olmayabilir. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü, 21. yüzyılda küresel sağlığa yönelecek en büyük tehdidin iklim değişikliği olduğunu açıkladığında takvimler henüz 2015 yılını göstermektedir. Tabii o esnada, evrim ağacındaki cüzi konumuna ilişkin büyük bir kibre kapılmış olan biz insanları bekleyen kâbustan haberimiz yoktur henüz.

Bugüne gelindiğindeyse, kaygılar ve kayıpların damga vurduğu yılların ardından, tünelin ucundaki ışığın belirdiği söyleniyor artık. Ancak pandemi ve infodemi sonrası dönemde, mevcut ekolojik yıkımın önüne geçmek için insanlığın odak noktasını değiştirmesi kaçınılmaz olacak. “Büyüme” ve “hız” fetişizmi bir yana bırakılıp “küçülme” ve “yavaşlama” kavramlarına odaklanılması şart. Tabii demos’un karar alma süreçlerinden dışlandığı günümüzün otokratik yönetimleri için, bunlar anlaşılması güç kavramlar. Sınırsız yetkiyle donanmış, denetlenemezlik zırhına bürünmüş, güçler ayrılığı ilkesini saf dışı bırakmış, hukukun üstünlüğünü askıya almış, temel hak ve özgürlükleri rafa kaldırmış bu tür rejimler, “de facto diktatörlük” olarak nitelendiriliyor. “İstikrar” ve “hızlı karar” masallarıyla katılımcılık ilkesinin çiğnendiği bu gibi sistemlerde, doğrudan demokrasinin temelindeki diyalog ve müzakere süreçleri görmezden gelinirken, doğası gereği yavaş işleyişi de hantallık olarak algılanıyor. Tiranların, ideolojisinin merkezine merkezsizliği ve özerkliği yerleştiren hareketleri kavramasını beklemek saflık elbette. Örneğin, düşünsel köklerini Maya kültüründen alan Zapatistaların, topluluk simgeleri de örgütlenme biçimleri de “salyangoz” şeklindedir. Meksika efsanelerinde hayatı ve onun sonsuz döngüsünü temsil eden caracol (salyangoz), yavaşlığın, direnişin ve dayanışmanın ifadesi sayılır. Bu hermafrodit canlı, evini sırtında taşıyışıyla bağımsızlığı, hareket tarzıyla ise kararlılığı imler. Zapatistaların ilham kaynağı olan salyangoz, hem hiyerarşisiz yatay örgütlenmeyi çağrıştırır hem de sürekli evrilen eylem biçimini örnekler. Subcomandante Marcos’un dediği üzere, “mücadele bir çember gibidir; her noktasından başlar, ama asla bitmez!”

Buradan bakınca, Fransa’da başlayıp dünyaya yayılan décroissance hareketi, ekonomik olduğu kadar siyasal ve sosyal bileşenler de içermesiyle iyice önem kazanacak gibi görünüyor. Yaşam standardının kişi başına gayrisafi yurt içi hasıla yerine sürdürülebilirlik gibi kavramlarca saptanacağı yakın gelecekte, bu gibi yaklaşımlara alan açılması zorunlu olacak. Böylece üretim ve tüketimin azaltıldığı, toplumsal adalet ve ekolojik dengenin gözetildiği gerçek bir ütopya hayata geçirilebilecek. Bu süreçte yol gösterici olabilecek bir çalışma, dünyanın küresel salgınla boğuştuğu 2020 yılında yayımlanmıştı. Giacomo D’Alisa, Federico Demaria ve Giorgos Kallis tarafından hazırlanan Küçülme: Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı adlı kitaptan söz ediyorum. “Büyüme” odaklı bakış açısının terk edilmesi gerektiğini savunan yazarlar, günümüzün en temel sorunlarından olan yoksulluk, eşitsizlik, toplumsal ve ekolojik felaketlerin hepsinin altında yatan nedenin “büyüme eksikliği” değil, bizzat “büyüme” olduğunu savlıyorlar. Bu nedenle, büyüme mitinin, bunu zorunlu varsayan egemen söylemin ve kullanımdaki iktisadi dilin bertaraf edilerek bambaşka bir düşünme biçimi ve söz dağarcığının oluşturulması gerektiğini vurguluyorlar. Adaletsiz, masraflı ve sürdürülemez nitelikteki “büyüme” tahayyülünün artık terk edilmesi yönünde bir çağrı olarak okunabilir bu metin. Önerilen “küçülme” kavramı ise, toplumsal ve kültürel bir dönüşüm talebine de yanıt verebilecek kapsama sahip. Ayrıca daha az kaynak tüketen ve bambaşka ilkeler etrafında örgütlenen bir yapının temelleri başarıyla sergileniyor kitapta. “Paylaşım”, “sadelik, “şenliklilik”, “bakım” ve “müşterekler” gibi sözcüklerde ifade bulan bu metabolizmanın amacı, “daha az”a razı olmak değil, “daha farklı”yı işler kılmak. Örneğin, mesele bir “fil”i inceltmek değil; onu “salyangoz”a dönüştürmek. Kısacası, başka bir dünyanın mümkün olduğunu duyuran Küçülme, onun inşası için mücadele ruhuyla donanmış bizlere bir pusula niteliğinde.

İnsan merkezli bir dünya tasavvurunun uzağında, sözü yeniden Mapocho Nehri’ne getirip orada akışına bırakalım. Malum, ekolojinin temel ilkelerinden biridir bütünsellik. Bu bağlamda, Şili’deki madencilik faaliyetinden, Nijerya’daki petrol üretiminden veya Hasankeyf’teki baraj inşaatından kaynaklanan felaketlerin hepsi bir ve bütündür. Ekosistemin, canlı ve cansız tüm bileşenleriyle maruz kaldığı sömürünün yarattığı tahribat ve bunun doğuracağı sonuçlar, Ece Ayhan’ın ölümsüz dizelerinde teselli bulabilir. “Maveraünnehir nereye dökülür” sorusuna, şairin yanıtı keskindir: “Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!”

 *Doç. Dr.