Marksizm, insan ve toplum
Taner Timur'un Marksizm, İnsan ve Toplum / Balibar, Seve, Althusser, Bourdieu adlı kitabı, Yordam Kitap tarafından yayınlandı.
Taner Timur, “Marksizm, İnsan ve Toplum” kitabında; Marksist olan ve Marx’tan etkilenen dört Fransız yazarın insan ve topluma dair düşüncelerini Marksist bir çerçevede ele alarak değerlendiriyor.
Timur, kitabının başında Balibar’ın “Marx’ın Felsefesi” kitabını temel alarak Balibar’ın Marksizmin sorun alanlarına ilşkin argümanlarını tartışıyor. 124 sayfalık küçük ama oldukça yoğun bu önemli kitabı detaylı biçimde tanıtıyor. Timur’un saptamasıyla, Balibar’a göre Marx’ın bir felsefesinden söz edilemez. Daha doğrusu, Marx bir felsefi sistem geliştirmedi. Felsefede doktrinal bir bütünlük zaten Marx’ın düşünce tarzına aykırıydı. Bu haliyle Marx’ın düşüncesi felsefe dışı, hatta anti-felsefedir. Marx’tan sonra felsefe, artık eski tip felsefe olmaktan çıktı. Balibar’a göre Marx’ın felsefe alanına ilişkin fikirlerinde türdeş bir bütünlük yoktur. Fikir ortağı Althusser’in Marx hakkındaki epistemolojik fikrini daha da geliştiren Balibar’a göre Marx’ın fikri gelişimindeki kesintiler 1845 ve 1848 yıllarında gerçekleşmiştir. Marx, 1845’te “Alman İdeolojisi” kitabının ‘Feuerbach Üzerine Tezler’ bölümünde, insanın özünü fiili gerçekliği içinde toplumsal ilişkilerin birliği olarak açıklar. Marx, tarihin öznesini toplumsal ilişkilerin somut analizinde aramıştır. Balibar’a göre Marx’ın bu düşüncesi felsefe tarihinin en büyük dönüşümüne kapı aralamaktadır.
Felsefe tarihinde öz mü varlık mı önce gelir? tartışmaları yerine insanın özünü toplumsal ilişkilerin birlikteliği olarak tanımlamak yepyeni bir sorunsal yaratmak demekti. Marx, modern idealizmin bireysel önerisi yerine toplumsal ilişkileri ve praksisi koymuştur. İnsanın özünün toplumsal ilişkilerin zenginliği ve karmaşıklığı içinde kaybolup gitmesi tehlikesine karşı da “sembolik praksis” kavramını üretim kavramına dönüştürmüş ve ideoloji sorununu ortaya atmıştır. Balibar’a göre “Alman İdeolojisi” eserinin özgünlüğü buradadır. Marx, bu eserde praksis ontolojisinden üretim ontolojisine geçmiştir. İnsanın özü, onun varlığını sağlayan ve sürdüren araçların üretiminde yatıyor. Ancak bunları anlayabilmek için önce reel ilişkileri gizleyen ve egemen konuma gelmiş ideolojilerin eleştirilerini yapmak gerekiyordu. Balibar’a göre Marx, ideoloji kavramını terk edecek ve bu kavramın yerini meta fetişizmi kavramı alacaktı.
Timur, Balibar’ın tersine Marx’ın Kapital’de sık olmasa da ideoloji kavramını kullandığını belirtiyor isabetli olarak. Ancak Timur’un Balibar’a atfen söylediği “Marx, Kapital’de de yabancılaşmayı fetişizm kavramıyla ifade etmiştir” saptamasına katılmıyorum. Kapital’de yabancılaşma kavramı geçmemekle beraber o kavramın yerine meta fetişizmi kavramı kullanılmamıştır. Yabancılaşma Marx’ın “1844 El Yazmaları’nda” kullandığı kavram olup, Kapital’de metaların fetiş karakteri kavramından çok farklı bağlamda ele alınmıştır. Metaların fetiş karakterinden dolayı yabancılaşma olgusundan bahsetmek mümkündür belki ama, meta fetişizminin yabancılaşmanın ikame kavramı olduğunun söylenebileceğini düşünmüyorum.
Timur’un tartıştığı ikinci yazar “Marksizm ve Kişilik Kuramı” kitabının yazarı Lucien Seve’dir. Timur’a göre Seve bu kitapta, yeni bir bilim geliştirmek gibi son derece iddialı bir misyonla karşımıza çıkıyor. Seve, bu girişiminde tam bir özgünlük iddiası taşımıyor. Aksine, bilimsel psikolojinin temellerinin Marx’ta zaten mevcut olduğunu söylüyor. Seve’e göre; Marx, 1845’te Feuerbach Üzerine altıncı tezinde, “insanın özünü insanın dışında toplumsal ilişkilerin beraberliğinde buluyor ve özerk bir kişilik kuramı için gerçek bilimsel temelleri atıyordu.” Seve’in bireye bakışı “edimler ve yetenekler” kavramları çerçevesinde şekillenir. Seve, hangi düzeyde olursa olsun, herhangi bir edimi gerçekleştirmek için gerekli olan, doğuştan ya da kazanılmış ve kullanılmaya hazır potansiyellerin tümüne yetenekler adını verir. İnsanların yetenekleri elbette edimlerinden bağımsız değildir ve bu iki kategori, aralarında, diyalektik ilişkilerle kenetlenmiş bulunuyorlar. Edimler yetenekleri yaratıyor ya da geliştiriyor; yetenekler de bir insanın edimlerinin dayanağını oluşturuyor. Bireysel yapıyla toplumsal yapı arasında paralellik kurulursa, yetenekler, kapitalist toplumdaki “sabit sermayeye”, edimler de “döner sermayeye” benziyor. İlk bakışta, insan organizmasından kaynaklanan hayati ihtiyaçların insan edimlerinin hareket noktası olduğu yadsınamaz gibi görünüyor. Fakat toplumsal evrim içinde organik ihtiyaçlar da toplumsallaşmakta ve salt biyolojik ihtiyaçlar insan etkinliklerinde ikincil bir konuma, göreli ve dolaylı bir motor konumuna gelmektedir. Seve, ihtiyaçlarla edimlerin birbirlerini döngüsel bir etkileşim içinde değiştirdiklerini söylüyor.
Seve’e göre insan edimlerinin (yeme, içme gibi) bazıları onun bir kısım ihtiyaçlarını doğrudan karşılıyor. Fakat çalışma gibi önemli bir kısmı ise ihtiyacı doğrudan karşılamıyor. Bu edimler de somut ve kişisel olmakla beraber aynı zamanda kapitalist ilişkilerin zorunlu kıldığı toplumsal edimleri teşkil ediyorlar ve bir toplumun tüm sermaye fonunu yaratan soyut ve kolektif emek içinde yer alıyorlar. Buna karşılık insanların gelirleri (ücretleri) başka ihtiyaçların (somut ve çoğu kez hayati ihtiyaçlar) doğrudan tatminini sağlıyor. Burada bireyselle toplumsalın örtüşmesi durumuyla karşılaşıyoruz ve bireyi anlamak için mutlaka toplumsal ilişkileri çözümlemek zorunda kalıyoruz. Seve, işte bu çözümlemeyi tarihsel materyalist kuram gerçekleştirerek bizlere kişilik kuramının temelini de sağlıyor.
İnsan yapısının belirleyici temelini oluşturan çalışma düzeni insana dışarıdan kapitalist nitelikli toplumsal ilişkiler tarafından empoze ediliyordu. Böylece insan kişiliğinde ikili bir yapı oluşuyor ve yabancılaşmış bir hale geliyordu. Yani edimlerinin büyük kısmı kendi kişiliğinin tezahürü olmaktan çıkıyordu. Marx, “Kapital’de” ve “Gotha Programı’nda” çalışmayı ortadan kaldırmayı savunurken aslında kapitalizmin yabancılaştırıcı çalışma düzenini kastediyor ve herkesin çalışmasının kendi kişiliğinin ifadesi ve zenginleşmesi olduğu bir düzeni savunuyordu. Seve, özetle şunu vurguluyor: “Ücretliler ordusu ancak kişiliklerini bölen yabancılaşmanın bir sistem, kapitalist sistem sorunu olduğunu anladığı ve bunu değiştirici bir devrimci militanlık bilincine ulaştığı ölçüde bütünsel insanın ufukları açılacaktır.”
Timur, diğer bölümde Althusser’in Freud ve Lacan’la tartışmasının izlerini sürerek psikanaliz konusundaki görüşlerini tartışıyor. Marksizm ve psikanaliz 1960’larda hiçbir aydının kayıtsız kalamayacağı iki düşünce dokusu oluşturuyorlardı. Ancak, Fransız Marksistleri Freud’un kuramlarına 1930’larda sıcak bir ilgi gösterdikten sonra psikanalizin kapitalist düzenle uyum sağlayıcı işlevini görmüş ve mesafelerini almışlardı. Althusser de bu ortamda Fransız Komünist Partisi’ne üye olmuş ve psikanaliz ile ilgilenmeye başlamıştı. Althusser’e göre psikanaliz ile insan bilimleri arasındaki ilişki soyut kavramlar arasındaki bir ilişkiydi, bir kavram alışverişiydi. Psikoloji, antropoloji, biyoloji gibi insan bilimleri psikanalizin bazı kavramlarını benimsiyor, buna karşılık psikanaliz de bu bilimlerin kavramlarından yararlanıyordu. Oysa psikanalizin toplum bilimiyle kurduğu ilişki kavramlar arası değil, kavramlarla somut gerçeklik arasındaki ilişki idi.
Timur son bölümde, Bouerdieu’nun kişisel yaşam öyküsünden de yararlanarak onun birey- toplum bağlamındaki fikirleri ile Marksizm ile ilintisine ait konuları tartışıyor. Timur’a göre; Bouerdieu’nun temel kavramlarını oluşturan “habitus”, “alan” ve “pratik duygu” üçlüsü pratik dünya ile spekülatif dünya arasındaki kopukluğu ve bu kopukluktan doğan yapay felsefi ikilemleri aşma amacıyla gerçekleştirilmiştir. Habitus kavramı ile birey, öznelliği ve bireyciliği aşan bir içerikle açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak habitus kavramı ancak diğer iki kavram olan alan ve pratik duygu kavramlarıyla birlikte düşünülerek anlaşılabilir. Bu kavramı geliştirirken daha çok Marx’ın praksis kavramından etkilendiğini söyleyen Bouerdieu’ya göre, bilgi edinme etkinliğinin saf entelektüel çabayla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu etkinlik, düşünce, bilinç, bilgi gündelik sözcüklerin tam olarak anlamamızı önlediği bir inşa etkinliği yani pratik bir düşüncedir. Alanlar ise, toplumsal dünyanın farklılaşma sürecinden doğan ve göreli özerkliğe sahip küçük dünyalar olarak açıklanıyor. Bu alanlardan her biri belli bir bakış açısına, kendine özgü olan dil oyunlarına, dil oyunlarının geçerli olduğu bir hayat tarzına, kısaca doxa’ya sahip bulunuyor. Pratik duygu kavramı ise, bireyin (toplumsal ajanın) habitusu ile alan’ı arasında kendiliğinden bir uyum sağlamasını mümkün kılan eğilim ve yetenekler bütünlüğünü ifade ediyor. Bouerdieu, habitus kavramını geliştirirken o yıllarda Fransa’da felsefe alanında yaygın birçok ikilemi (öznelcilik-nesnelcilik, rasyonalizm-irrasyonelizm, bireycilik-yapısalcılık vb) olduğu gibi altyapı-üstyapı ikilemini de aşmak ve türdeş bir genel kuram ortaya koymak istemiştir.
Habitus kavramı insanın içindeki toplumsalı işaret ettiğinden sosyolojinin konusuydu. Fakat salt biyolojizm ya da psikolojizme düşmeden kişiseli açıklayıcı insan bilimleri (nörobiyoloji, psikanaliz, psikoloji) verilerine de kapıyı açık tutuyordu. Habitus insan davranışlarının büyük bir kısmının vücut dilinin yarattığı otomatizmlerden kaynaklandığı ve bunların da hükmedilenlerin durumlarını normal gibi yaşamalarına yol açtığı düşüncesine dayanıyor. Bu durumu açıklamak için de Bourdieu, “sembolik şiddet” kavramını yaratmıştır. Ancak ona uğrayanların aktif işbirliği ile gerçekleşen ve bilince dayanan bir özgürlük olanağından yoksun kalındığı ölçüde artan özel baskı biçimidir. Timur, Sembolik şiddet kavramının Marx’ın yabancılaşma ve meta fetişizmi kavramlarıyla benzerlik gösterdiğini belirtir ve ekler: Ama Marx’ta bu gibi haller (kitlelerdeki bilinçsiz otomatizmler) bilinçli ve devrimci praksisle aşılacak durumlar olarak kabul edilirken sembolik şiddetin buna itaati içeren “illussio” durumu Bourdieu’nun argumanına devrime ve toplumsal dönüşümlere kapalı bir nitelik vermektedir.
Marksizmin bireye ve topluma bakışı kadim tartışma konularının başında gelmektedir. Timur, bu çetrefil konuyu dört Fransız düşünürünün görüşlerinin Marksizmle ilişkiselliğini ön plana alarak Marksist bakış açısıyla değerlendiriyor. Ele aldığı düşünürlerin kavram zenginliğini ve Marksist teori ile ilintisini detaylı ve akıcı bir dille aktarıyor. Dünyayı algılama ve yorumlama çabasında bizleri heyecanlı bir patikaya yönlendiriyor.