YAZARLAR

Martıların çığlığı, kentler, Rıza Bey Apartmanı…

İzmir depreminde yıkılan Rıza Bey Apartmanı, kendimiz için yarattığımız modern betonarme hapishanelerden biri olarak teslimiyetimizin sembolü aslında. Depremlerle içinde oturduğumuz binaların yeterince dayanıklı olup olmadığını, denetim sorununu, rantiyeleri, yöneticilerin sorumluluklarını hatırlıyoruz. Ama o kadar. Yalnızca binaların depreme dayanıklılığını sağlamak, sağlam binalar yapmak mı sorunumuz?

Şu aralar sık sık yaptığımız gibi, birkaç gün önce iki kardeş sahile yürüyüşe gittik. Evde geçen günlerimize hareket katmak için olabildiğince tenha saatleri seçerek böyle yürüyüşler yapıyoruz onunla. Yorulduk, denize karşı kayaların üzerine yerleştirilmiş taşlara oturduk. Güneş güzeldi. Sonbahar esintisinin ürpertisine karşı güneşin sıcaklığını hissedebilmek güzeldi. İşte biz öyle havadan sudan sohbet edip artık yaşlanmaya yüz tutmuş kemiklerimizin ihanetine isyan etmekle fazlasıyla meşgulken öyle bir olaya tanık olduk ki günün sıradanlığı paramparça oldu.

Genç bir anne, yanında sekiz yaşlarında oğlu, ellerinde poşetler… Bize doğru geldiler. Poşetlerden ufalanmış kekler, kurabiyeler, ekmekler çıkartıp etrafta bolca bulunan kuşlara doğru atmaya başladılar. Bir anda hemen yanımızdaki küçük beton alan martılarla doldu. Durum önce fazlasıyla olağandı. Hepimiz hayatımızda en az bir kez kuşlara ekmek/yem atmışızdır. Kuşların üşüşmelerini, itişip kakışarak bir ekmek parçası kaptıktan sonraki zafer anlarını pek de sevimli bulmuşuzdur. Ana-oğulun yaptığında da yadırganacak hiçbir şey yoktu. Oysa hiç de öyle olmadı. Martıların bir parça ekmek veya kek kapabilmek için gözlerindeki doyurulamaz açlıkla giderek daha yüksek tondan çığlık atmalarıyla olayın sıradanlığı kayboldu. Çaresizlikle edepsizlik arasında bırakılmış onlarca martının kulakları yırtan, can acıtan çığlıkları içime işlemeye başladı. Sanki zaman durdu, yanımda çığlık çığlığa bir parça kek isteyen martıyla benim dışımda her şey silindi. Sanki bizim kendi ellerimizle yarattığımız, adına kent dediğimiz betondan hapishanelerin zorunlu mahkumu bütün canlılar adına ağlıyordu o martı. Aradığı, açlığını giderecek bir parça yiyecekten fazlasıydı. Özgürlüklerinden edilmiş, doğal besin kaynağı olması gereken denizden çoktan umudunu kesmiş bir martı sürüsünün hayata tutunma arzusuydu o çığlığı böylesine iç acıtıcı hale getiren. Ölümle kalım arasında bırakılmış bütün canlıların çığlığıydı sanki duyduğum. Sürünün içinden bana en yakın olan, durmaksızın çığlık atan o genç martı, sesine kulaklarımıza kapattığımız, yerinden yurdundan ettiğimiz, kentin çöplüklerine mahkum ettiğimiz binlerce deniz kuşundan biriydi. Yıllar önce ada vapurunu beklerken tuttuğum mısır koçanını elimden çalacak kadar gözünü karartmış martının torunuydu o. Ataları çalarak, insanların sahil boyunca artlarında bıraktıkları yiyecek artıklarıyla beslenebilmek için insanları gözlemeyi öğrenerek hayatta kalmıştı. O genç martı da onlardan öğrendiği gibi elinde poşeti olan veya bir şeyler yiyen insanları gözlüyordu. Onun için en azından bir parça ekmek bulabilmek ölüm kalım meselesiyken biz, elimizdeki yiyeceği üzerimize pike yaparak çalma cüretini gösteren, attığımız hamur parçalarından birini kapabilmek için çığlık çığlığa etrafımızı saran martıları, güvercinleri çok “sevimli” buluyoruz. Onların itiş kakışları, kanat çırpışları, aralarındaki yarış sadece bir seyirlik, bir eğlenti bizim için. Çocuklarımızın eline kuş yemi veya ekmek kırıntıları vererek kuşları beslemelerini desteklediğimizde, onlara hayvan sevgisi aşıladığımızı zannederek kendimizi avutuyoruz. Oysa o genç martının kulaklarımı yırtan çığlığı, ortada eğlenecek, sevimlileştirilecek veya övünülecek hiçbir şey olmadığını söylüyordu.

Modern kapitalist ilişkilerin kanıksadığımız rutinini yeniden ürettiğimiz her gün sorumluluğumuz büyüyor. Beton mezarlığına çevirdiğimiz kentlerle, kentlerde sahip olduğumuz dört beton duvarla övünüyoruz; bunlardan birine sahip olabilmek için çoğumuz ömrümüzü yine o duvarların arasında, havasız ofislerde çalışarak tüketiyoruz. Ömürleri boyunca çalışsalar da birine bile sahip olamayacakları o beton hapishanelerin inşaatında çalışanları, onların uğradıkları sömürüyü gözlerimizi kamaştırarak kapatan lüksün pırıltısına teslim olduk çoktan.

İzmir depreminde yıkılan Rıza Bey Apartmanı, kendimiz için yarattığımız modern betonarme hapishanelerden biri olarak teslimiyetimizin sembolü aslında. Depremlerle içinde oturduğumuz binaların yeterince dayanıklı olup olmadığını, denetim sorununu, rantiyeleri, yöneticilerin sorumluluklarını hatırlıyoruz. Ama o kadar. Yalnızca binaların depreme dayanıklılığını sağlamak, sağlam binalar yapmak mı sorunumuz? Yoksa kent yaşantısından anladığımız şeyin çarpıklığını mı sorgulamalıyız? Daha iyisi, yıllardır alıcısı olduğumuz, üreticisi haline geldiğimiz, tapındığımız, kurbanlar verdiğimiz bu kapitalist ilişkiler ağını, yalnızca kendimizi değil, betonlarla örerken yok ettiğimiz doğal çevrenin sakini diğer canlıları da mahkum ettiğimiz, kölesi haline getirdiğimiz ilişkileri mi yargılamalıyız?

Ufkumuzu betonla sıvayan rant çılgınlığına karşı, kent hakkını, bütün canlıların yaşam hakkını savunmak gerek. Kent sakini bütün canlıların ölüm kalım savaşı verdiği bu yoksullaşmış, yoksunlaşmış, ardında yığılı çöp dağlarının kokusuna teslim olmuş kentler yerine başka bir kent talep etmek gerek. Yeni bir kent kavramına ihtiyacımız var.

Martıların ölümle kalım arasında kulaklarımızı yırtan, yaşamı talep eden çığlıklarını işitmeliyiz.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.