Mazlum Vesek: 1990'lar kaybettirdikleri itibariyle yorgun ve hüzünlüdür
İlk romanı 'Semra' Mona Kitap tarafından yayımlanan Mazlum Vesek'le kitabını konuştuk. Vesek, "Eğer hayatı güzelleştirmek istiyorsak, mutlaka edebiyatla iç içe bir hayat sürdürmemiz gerekiyor" dedi.
Cihan Başakçıoğlu
İZMİR – Daha önce araştırma-inceleme çalışmaları ile gündeme gelen gazeteci Mazlum Vesek'in ilk romanı 'Semra: Küçük-Esmer-Uzak' raflardaki yerini aldı. Mona Kitap'tan çıkan roman, 1990'lı yıllarda bir aşk hikâyesini dönemin politik ve toplumsal atmosferi çerçevesinde anlatıyor. Romanda dönemin olayları, iş hayatı, siyasal çalkantıları ve daha birçok durum bu aşkı çevrelerken, çocuk işçilikten emek sömürüsüne birçok konu da geniş kapsamlı olarak yer alıyor.
Kitabında Adana ve Ceyhan'ın izlerini de okuyucuya taşıyan Vesek ile 'Semra' romanını konuştuk.
Romanınızda uzunca bir bölümde anlattığınız 1990'lı yıllardan bahsedebilir misiniz? Sizce 1990'lar edebiyat başta olmak üzere sanata yeteri kadar yansıdı mı?
Açıkçası Türkiye'de son çeyrek yüzyıldır çok fazla kitap basılıyor. Yazılan roman, öykü, şiir ve diğer alanlarda da sayıca bir yükseliş söz konusu. Bu nedenle 1990'ların ne denli edebi metinlere yansıdığını tespit etmek güç. Ancak 1990'lar sürerken dahi bu konuda gayretler vardı. Hem edebiyat hem sinema alanında bir şeyler üretiliyordu. Ancak, her dönem olduğu gibi 1990'larda da o eserler ciddi baskıyla karşılaştı ya da merkezde yer alan iletişim kanallarında tanıtım şansı bulamadı. O döneme dair bugün de çokça metin okuyorum. Ancak yaygınlığı konusunda çok iyimser konuşmam mümkün değil.
Peki, 'Semra' romanınızda 1990'lar en çok hangi yönüyle öne çıkıyor?
Bu soruya cevap vermek için önce dönemin tanımını yapmak gerekiyor. Hayatın gerçeğinin emeğiyle geçinen insanların yaşadığı zorluklardan ve onların alın teri adına verdiği mücadeleden devam ettiğine inanırım. 1990'lar, 1980 Darbesi'nin neredeyse bütün kurumlarını hak ve özgürlük mücadelesi verenlere karşı işlevsel hale getirdiği ve darbenin tüm hedeflerini bir bir hayata geçirmeye devam ettiği dönemdir. Bu dönem, milyonlarca yoksul köylünün Türkiye'nin batısına göç etmek zorunda kaldığı, bunun yanında doğal olarak kendini sistem karşısında mücadele ederken bulan bir kuşağın adeta gençliklerini yaşayamadığı hüzünlü ve yorgun bir gök kararması gördüğü bir dönemdir. 'Semra' tam da bu karmaşa ve kaynaşma ortamında bir aşkı anlatır. Dönemin suikastleri, mitingleri, iş hayatı, emek sömürüsü, gençlik heyecanları, çaresizliği bu aşkı çevreler.
'1990'LAR KAYBETTİRDİKLERİ İTİBARİYLE YORGUN VE HÜZÜNLÜDÜR'
'Hüzünlü ve yorgun’ diyorsunuz ama romanın kahramanları, özellikle Mazlum, gayet direngen ve umutlu biri olarak karşımıza çıkıyor…
Elbette öyle. 1990'lar kaybettirdikleri itibariyle yorgun ve hüzünlüdür. Ama geleceğe miras da bıraktı. Az önce dediğim gibi, o dönemde bile eli yüzü düzgün ve dönemi doğru anlatan eserler vardı. Aradan geçen bunca zaman içinde hâlâ başka bir dünya mümkün diyen özellikle genç insanların olduğunu gördükçe, umutlu olmamak için hiçbir neden yok.
Sizin de belirttiğiniz gibi romanda dönemin olayları da yer alıyor. Peki geriye dönüp baktığınızda en çok hangi olay sizi etkiledi?
Ceyhan depremi yaşandığında kentin bir anda sahipsiz kalması ve ilçeyi saran çaresizlik havası hâlâ gözümün önünde. O günlere denk gelen ve 20'den fazla fındık işçisinin öldüğü kaza, Ceyhan'daki yas havasını katmerleştirmişti. Bunu hiç unutmadım. Tabii, Akın Birdal'ın vurulması, Eşber Yağmurdereli'nin tutukluluğu da Ceyhan’ın dışı ama Ceyhan'a da yansıyan olaylardı.
'ADANA, BİR KÜLTÜRLER KAVŞAĞI'
Adana, özellikle de Ceyhan romanda oldukça fazla yer alıyor. Aradan geçen çeyrek asırdan sonra yazmakta zorluk çektiniz mi?
Adana benim kişisel hayatımda çok önemli yeri olan bir kent. Sizler de takdir edersiniz ki sadece benim kişisel hayatımda değil Türkiye'nin kültür sanat ve siyaset tarihinde de çok önemli yeri olan bir kent. Bir kültürler kavşağı. Ben çocukluk ve gençlik yıllarımın önemli bir kısmını orada geçirdim. Halen benim beslendiğim kaynaktır Adana. Adana Türkiye'nin batısından doğusuna göçlerin ilk karşılaşma noktasıdır. Çocukken benim de zorunlu olarak göç ettiğim bir kent. Bu nedenle romanda Adana'yı işlemek benim için tercih edilir oldu.
Açıkçası Ceyhan da gazetecilik öncesi hayatımda çok özel bir yerde duruyor. Küçük bir ilçe olmasına rağmen hayat gürül gürüldü. İş ve siyaset dünyası çok canlıydı. Ancak söylediğim gibi deprem, şehrin çeyrek asır geri gitmesine neden oldu ve Ceyhan yerinde saymaya başladı. Aradan geçen bunca zamana rağmen Türkiye'nin en bereketli topraklarının kavşağında yer alan bu ilçe maalesef belirgin bir gelişim içinde değil. Bu durumun benim için en sevindirici yanı, Ceyhan çarpık bir büyümeyi yaşamadı. O yıllarda gezdiğim mahalleler hâlâ üç aşağı beş yukarı aynı. Bu da orayı yazmamı kolaylaştırdı. Tabii Adana ve Ceyhan'ı yazmam 'Semra' ile sonlanmayacak, bunu da belirteyim.
1990’lı yılların sizde bıraktığı izler neler? Bu izler romanınıza nasıl yansıdı?
Bendeki izlerini anlamak için yine bir parça dönüp 1990'lı yıllara bakmamız lazım. 1990'lar Türkiye'nin bir kayıp dönemi olarak değerlendirilebilir. 12 Eylül Darbesi sonrası, darbenin bütün kurumlarıyla kendini toplumsal mücadele karşısında içselleştirdiği, baskılarını sürdürdüğü ve bunları uyguladığı bir dönemdir. Bunun sonucu sosyal adaletsizliğe pansuman bile olamayan neoliberal ekonomik sistem dayatmasının şiddet etkin hale getirmesi oldu. Boşaltılan binlerce köy, göçertilen insanlar ve büyük kentlerin metropollerinde hayata tutunmaya çalışan güvencesiz yığınlar. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi sınırları içinde yaşadığı ilk ve hâlâ en geniş kitleleri ve kentleri etkileyen siyasal göçüydü.
1990’lar bir dönemin çocukluğu, bir dönemin de gençliği için çok acılı bir dönemdir. Çocukluğum ve gençliğimin ilk yılları asır kadar uzun süren bu on yılın içinde geçti. Çocuk denecek yaşlarda çalışmak zorunda kalan ve bir yandan da okumaya çalışan sayısız çocuktan biriydim. Romanda anlatmaya çalıştığım gibi, sokaklardan yoksulluğun aktığı dillerden de yok sayılmaya dair cümlelerin eksik olmadığı bir dönemdi. Bununla beraber metropollere sürüklenmiş yoksulların arasındaki dayanışma ve mücadele görülmeye değerdi. Romanda yaşadığım bazı olaylar tabi ki kurguya uygun işlenerek anlatıldı. Gerçek yönleri var ama daha çok “gerçekçi” diyebileceğimiz bir 1990'lar anlatısı diyebilirim.
İlk baskının üzerinden geçen zaman diliminde okuyucudan nasıl tepkiler aldınız?
Öncelikle romanı yazmak apayrı bir duyguydu. Masa başında olup sayfalarca ve durup dinlenmeden bir anlatıyı örmek benim için muhteşem bir durumdu. Şu anda da insanlar okuyor ve sorular soruyor. En önemlisi okuyucular romanın devamının gelip gelmeyeceğini soruyorlar. Bu benim için çok kıymetli bir duygu.
Özellikle genç okuyuculardan çok güzel görüşler aldım. İnsanların çabucak okuduğu, sürükleyici olduğu yönünde geri dönüşler aldım. 1990'lı yılları yaşayan okuyucular da romanın dönemi anlatma konusunda başarılı olduğunu söyledi. Romanın içeriğinde yer alan özellikle edebi metinlere yapılan atıflar ve vurgular okuyucuyu belli başlı araştırmalara yönelttiği için ilgi gördü diye düşünüyorum.
'HAYATI GÜZELLEŞTİRMEK İSTİYORSAK EDEBİYATLA İÇ İÇE BİR HAYAT SÜRDÜRMEMİZ GEREKİYOR'
Son olarak okuyucuya neler söylemek istersiniz?
Umutsuzluğu insanlar için en büyük bela olduğunu düşünürüm. Bu nedenle daima umutlu oldum. Elbette öncelikle okuyucunun hayatına birkaç cümle ve şiir bırakmasını dilerim. Ama bunların da umuda dair olduğunun altını çizerek. Bununla beraber, tüm zorluklara rağmen mücadele etmekten hem bugün hem yarın için daha iyi şeyler isteyebilmekten vazgeçilmemesi gerektiğini bırakırsa çok mutlu olurum ve iletişim araçlarının bu denli yaygın olduğu bir çağda, edebiyatın ölmeyeceğini belirtmek isterim. Eğer hayatı güzelleştirmek istiyorsak, dünyayı güzelleştirmek istiyorsak, başka bir dünya mümkün diyorsak mutlaka edebiyatla iç içe bir hayat sürdürmemiz gerekiyor. Yazdıklarımın buna dair bir etki bırakmasını dilerim.