Mazoşist ve narsistik bir fantezi: The Substance

"The Substance", toplumun ve popüler kültürün dayattığı standartlara karşı çıkanlara nasıl acımasızca saldırıldığını gözler önüne serse de sunumu tıpkı eleştirdiği yapılar kadar yüzeysel kalıyor.

Google Haberlere Abone ol

Kadınların katı güzellik standartlarına tabi tutulduğu gerçeği, özellikle Hollywood gibi endüstrilerde oldukça gözle görülür bir durum. Yaşlanma, kilo alma veya belirlenen güzellik kalıplarının dışına çıkma gibi faktörler, kadınları genellikle değersiz hissettiren unsurlar olarak öne çıkıyor. Bu meseleye odaklanan "Sunset Boulevard", "Black Swan", "All About Eve" gibi birçok film, bu sorunu farklı perspektiflerden ele alıyor. Bu nedenle, film yapımcılarının dikkat çekmek ve kalabalıktan sıyrılmak için bu temaları işlerken gerçekten yenilikçi ve özgün bir yaklaşımla fark yaratmaları gerekiyor.

Coralie Fargeat'ın yeni filmi "Cevher" (The Substance), aynı temanın izini sürüyor. Demi Moore, kariyerinin sonlarına doğru şöhretinin eskisi gibi parlamadığını hisseden Hollywood yıldızı Elisabeth Sparkle'ı canlandırıyor. Şimdilerde yeniden doğmaya çalışan Elisabeth, yaşlanma süreciyle mücadele eden bir fitness eğitmeni olarak karşımıza çıkıyor. Bir gün kendisini çapkın kanal yöneticisi Harvey (Dennis Quaid) tarafından programından atılmış bir halde buluyor. Yaşının ilerlemesi nedeniyle işinden çıkarılan Elisabeth'in şöhret ve arzulanma tutkusu, yabancılaştığı özünün temsili olarak öne çıkıyor ve yabancılık onu, gençlik ve kusursuz güzellik vaat eden gizemli bir "maddeye" yönlendiriyor. Bu maddenin vaat ettiği şey ise "kendinin daha iyi bir versiyonu" olmak. Elisabeth cesur bir adım atarak kendisine şüpheli sıvıyı enjekte ediyor ve sırtındaki bir omurganın kırılmasıyla yeni bir "benlik" doğuyor. Kendisinin genç bir versiyonu olan "Sue" karakterini Margaret Qualley canlandırıyor.

Bu iki benlik, anonim kişinin ya da kurumun belirlediği katı kurallara uymak zorunda kalıyor. Ancak bu katı kuralları ve yeni hayatı sürdürmek kolay değil; her yedi günde bir, biri uyanıkken diğeri uyumak zorunda ve gizli bir kasadan alınan haftalık kitlerin içeriğiyle besleniyorlar. Sürecin düzgün işlemesi için Sue'nun her gün Elisabeth’in omurilik sıvısını kendisine enjekte etmesi şart. İkisi teorik olarak bir bütün olsalar da gerçekte tamamen ayrı varlıklar; birbirlerinin düşüncelerini, duygularını ya da anılarını paylaşmıyorlar.

Film ilerledikçe bir kaosun içinde buluyoruz kendimizi: Sue, kanalın parlayan yeni yıldızı olurken, daha fazla uyanık kalabilmek için dengeleri zorlamaya başlıyor. Bu durum, Elisabeth'in bedeninin günden güne daha fazla yıpranmasına sebep oluyor. Giderek umutsuzluğa kapılan Elisabeth, kendini yemeğe veriyor ve penceresinin hemen dışındaki Sue’nun dev reklam panosu, ona dış dünyadan kopmuş hissi verip bir tehdit unsuru haline geliyor.

İDEAL BENLİĞİN TEMSİLİ

Sue, Elisabeth'in ulaşmak istediği ideal benliğin temsili; kendine yeten ama aynı zamanda mazoşist ve narsistik bir fantezi. Fiziksel olarak birbirlerine bağlı bu iki beden, zihinsel düzeyde o kadar da bağlı değil. Her canlandıklarında, birbirlerinin zamanını nasıl harcadığını öğrenmeye başlıyor ve daha da huzursuz hale geliyorlar.

Coralie Fargeat'ın ilk uzun metrajlı filmi "İntikam" (2017), onun etkileyici görsel anlatım tarzını ortaya koyarak dikkatleri üzerine çekmişti. Fargeat, "İntikam"da yarattığı Matilda Lutz karakterini öne çıkarma şekliyle Coralie Qualley’i de benzer bir biçimde yansıtıyor. Kamera, yavaş yakın planlarla Qualley'nin bedenini açıkça izliyor ve daha çok pornografik bir estetiği andıran, keskin ve dikkatlice aydınlatılmış bir çerçevede yukarı ve aşağı hareket ettiriyor. Kameranın bu takıntılı, temkinli ve hiperseksüel tarzda çalışması, Sue’nun "daha genç, daha güzel, daha mükemmel" imajıyla bağlantılı olarak mantıklı bir tercih. Ancak, Fargeat'ın, film endüstrisinin bu görselliğe olan takıntısını eleştiren bir yapımda, güzelliği bu denli ön plana çıkarması biraz çelişkili. Kadın bedeninin sömürülmesini tersine çevirmek yerine, bu kalıpları bir kez daha pekiştiriyor gibi görünüyor. Bu durum, eleştirel bir bakış açısıyla, filmdeki temalarının tutarlılığını sorgulamamıza neden oluyor. Öte yandan film, kanlı ve gösterişli bir yapım olsa da mantık zemininde pek sağlam ilerlemiyor. Sue ve Elisabeth’in bilinci nasıl ve ne ölçüde paylaştıkları konusunda netlikten uzak. Burada bir yerlerde, zihin-beden düalizmine dair büyüleyici bir tez saklı olabilir pek tabii fakat film, tüm alt metinleri doğrudan izleyiciye açıklama çabasına girdiğinden, sanki mesajı kaçırmamızdan korkuyormuş gibi didaktik ve abartılı bir tavır sergiliyor. Fakat eklemek gerekir ki görüntü yönetmeni Benjamin Kracun'un zarif ve şık kompozisyonları filmin bu bazı zayıf ve işlemeyen yönlerini ustaca gizlemeyi başarıyor.

HOLLYWOOD'UN STERİL BİR KOPYASI

"The Substance", toplumun ve popüler kültürün dayattığı standartlara karşı çıkanlara nasıl acımasızca saldırıldığını gözler önüne serse de sunumu tıpkı eleştirdiği yapılar kadar yüzeysel kalıyor ve adeta Hollywood’un steril bir kopyası haline geliyor.

Pek tabii korku türünün her zaman güçlendirici veya ilerici olması da gerekmiyor. Ancak Fargeat'ın yaklaşımı, bu türün sunduğu çeşitli imkanları sahnelemeye veya en azından onlara kapı aralamaya yönelik. Bu nedenle finale doğru yaşlı bir kadının bedeninin grotesk bir hale gelmesi, türün alışılmış kalıplarına uygun olsa da daha etkileyici ve derin temalara sahip diğer yapımların gerisinde kalıyor. Fargeat, gerçekten toplumsal bir yapıyı eleştirmeyi amaçladığına şüphe yok fakat kadınların bu güç dinamiklerinden fazlası olarak görülme meselesinin etrafından geçmiş gibi bir his bırakıyor.