Medeniyetin obez çocuğu: Şiddetin hükmü
Toplumsal yapının sorunlu olduğunu kabul etmezsek şiddetin nasıl olup da defedilemediği hakikatini kavrayamayız.
Seyfi Elçiboğa
Şiddetin hükmü çağlar boyu düşünürleri meşgul eden mefhum. Karşıt görüşleri okurken yanılgıya kapılmak an meselesi. Şimdi sonraki paragrafta yer alan ön kabulleri okuyup sorgulamaya başlayalım.
Şiddet hakkındaki genel kanı insan türünün genetik olarak engellenemez saldırganlıkla dünyaya geldiği yönünde. Henüz ilkel topluluk formundayken insanın barbar olduğu, buna karşılık medeniyetin gelişmesiyle insan topluluklarında şiddetin azaldığı vurgulanır. Bu genel kanıya dayanarak şiddet kavramı çeşitli kategorilere ayrılarak aktarılır. Kimi istatistiki veriler seçilerek şiddet olgusu toplumdan bireye kadar indirgenir ve detaylandırılır. Toplumsal yapı birey üzerinde etkisiz kabul edilir. Psikolojik canlı olarak ele alınan insanın şiddet içeren davranışlarına çözüm mahiyetinde hukuksal düzenlemeler önerilir.
Dört bini aşkın memeli hayvan arasında yalnızca şempanze ve insan erkekleri saldırganlığı grup halinde gerçekleştirebilirken yine sadece insan, fok ve kimi maymun türlerinde tecavüze rastlanır. Diğer tüm türlere nazaran insan, iflah olmaz saldırgan. Evet, ancak insanın saldırganlığı ile hayvanların saldırganlıkları apayrı. Hayvanlar yuvalarını ve yavrularını koruma, cinsel eş bulma, liderlik ve beslenme gibi dürtülerinin kısıtlandığı anlarda saldırganlık gösterir. Oysa insan zarar verme amacıyla yıkıcı olabilir. Bu nedenle şiddet kavramı ekseriyetle insan için kullanılır. Şiddet, insan ve insan ağlarının zarar vermeye dönük yıkıcı girişim ve eylemleridir.
Horney, kimi kültürlerde (devletsiz topluluklarda) güvenliğe ulaşma aracı olarak egemenlik sağlamaya çalışmak anlamsızdır çünkü; o kültürde saygınlık çabalarına karşı çıkılır, der. Yabani kabul ettiği Amerikan yerlilerini inceleyen Hobbes’a göre devletin yokluğu savaşı geneller, toplumun kurulması imkânsız hale gelir. Buna karşın Leroi-Gourhan der ki: Avcılar, silahlı gücü elinde bulunduranlar olarak, yavaş yavaş savaşçılar haline geliyor ve böylece topluluğun geri kalanı üzerinde, kendi menfaatleri için siyasal iktidar uygulama araçlarına sahip oluyorlar. Demek oluyor ki devlet, bir grup savaşçının diğerleri üzerinde şiddet kırbacıyla yükselen sınıfsal tahakkümü olarak doğar. Savaş, köleleştirme, zindana atma, tecavüz, işkence ve öldürme yoluyla şiddet, devlet sayesinde aradığı kurumsal kimliğe kavuşarak meşru hale gelir. Tolstoy, şiddetin, suçun ve iktidarın kökleri hep yasalardadır, der. Eğer şiddetin kökeni insan genomuysa şiddetin barınağı toplumsal yapıdır. Devlet, devletin gayr-ı meşru çocuğu olarak mafya ve devleti yıkma amacı güden hükümet karşıtı silahlı hareketler şiddetin niceliğini belirler.
Durkheim’in da itiraz ettiği gibi rönesansın doğduğu 16.yy’da, yani medeniyet kültürünün başlangıcında, kolejlerde kırbaç cezası resmileşmiştir. Doğu medeniyetlerinde de aynı tarihlerde falaka ve sopa hem dini hem fenni eğitimin vazgeçilmezi haline gelir. Artan kent nüfusu ile engellenen beslenme ve güvenlik gereksinimi insancıl şiddeti çoğaltır. Fiziksel şiddet, cinsel şiddet, duygusal şiddet, ekonomik şiddet ve siber şiddet çoğunlukla güçlü erkeğin zayıf kadına, yaşlıya, çocuklara ve hayvanlara uyguladığı yıkıcı eylemler olarak kayıtlanır. İstatistiki veriler kayıtlı olan vakaların analizini yaptığından genel durum hakkında mutlak bilgiden yoksunuz. Buna rağmen tüm zamanlara kıyasla sırf 20.yy’da devletler arası savaşlarda ölen insan sayısı ile korkunç doğa-çevre tahribatına bakarak medeniyetin aslında insancıl şiddeti azaltmaktan ziyade arttırdığı görülür. Böylece ikinci paragrafta şiddetin medeniyetle beraber azaldığı düşüncesi temelsiz hale gelir.
Şiddetin kökeni üzerine iki temel yaklaşım öne çıkar. Ekonomik-sosyal ve psikolojik yaklaşıma göre şiddet insanın doğuştan taşıdığı davranış. Ekonomik-sosyal ve siyasal yaklaşıma göreyse, şiddet uygulayan insan genlerden ziyade siyasal yapının etkisi altındadır, dolayısıyla; şiddet insanın sonradan edindiği davranıştır.
İkinci dünya savaşı sonrası akademik çevrelerde başlayan tartışmalarda şiddetin salt kötü, psikopat, eğitilmemiş kişilerce yapılabildiği görüşü hakimdi. Milgram’ın meşhur itaat deneyi bu yargıyı yıkar. Buna göre toplumun çeşitli katmanlarından insanlar seçilir. Deneklerden öğretmen olmaları ve öğrenci rolündeki aktöre bir dizi kelime okuduktan sonra kelimeleri tekrarlatmasını isterler. Denekler, yanlış cevap veren aktöre 15 volttan başlayıp kademeli olarak 450 volta ulaşan öldürücü düzeyde elektrik şoku uygularlar. Aslında elektrik şoku sahtedir ve nihayet aktör bayılma taklidi yaptığında deney tamamlanır. Deneyin sonucu korkunçtur. Sıradan, saygın, iyi insan olarak bilinen deneklerin yüzde 65’i otoriteye itaat ederek öldürücü düzeyde şiddet uygularlar. Deneklerin, yaptıkları kötülüğün sorumluluğunu otoriteye yıktıkları, vicdani rahatsızlıktan böylece kurtulmuş hissettikleri gözlemlenir.
Şiddet, kötülük ve otoriteye itaat üzerine Dr. Zimbardo da meşhur Stanford hapishane deneyini tasarlar. Bir grup sıradan öğrenci ile yürütülen deneyin daha ilk gecesinde gardiyan rolündeki gönüllü denekler mahkûm rolündeki gönüllü deneklere şiddet uygular. Bu deney, aşırı şiddet davranışları ve kamuoyu baskısıyla erkenden sonlandırılır.
Her iki deney psikoloji camiasında çokça tartışılır, yüzlerce makaleye konu edilir. Deneyler, insan genetiğindeki şiddetin varlığını reddetmez. Ancak uygun kurgular altında toplumda iyi diye kabul edilen insanların dahi şiddete başvurabileceği kanıtlanmış olur. Şiddetten arınmış olmak için salt iyi eğitilmiş olmak yetmez, şiddeti önleyen toplum ve toplumsal yapının varlığı da zorunludur. Çünkü eğitimin amacı toplumsal yapıyı sürdürecek kadrolar yetiştirmektir. Toplumsal yapının sorunlu olduğunu kabul etmezsek şiddetin nasıl olup da defedilemediği hakikatini kavrayamayız.
İşkence gören insanların acılarından tatmin olup zevk alan yöneticilerin varlığı zulüm demektir. Zulüm varsa adaletin yerini intikam almış olur. İntikam asla akılcı çözüm yolu olamaz, aksine defedilmezse kendisini tekrara yol açan bu eylem toplumsal tükenme işlevi görür. Baudrillard; insan, özgürlüğünü nasıl kazanacağını ve nasıl kuşkulanacağını öğrenmek zorundadır, bunu öğrenmesi yaşadığı toplumun siyasal diktaya dönüşmemesini sağlar ki bu da barışçı toplum olabilmesi için gerekliliktir, der.
Fromm, sevgi, kardeşlik, dayanışma ve iş birliğine dayalı insanın kendi güçlerinin farkında olarak bu tür amaçlara yönelmesi ile yıkıcılığı yaratıcılıkla aşan toplum önermişti. Bu topluma ulaşmak mümkün mü bilinmez ama K.Lorenz saldırganlığa karşı etkili olan şey; insanın içinde patlak veren ve taşan içgüdülerin yönlendirilerek saldırganlığa elverişli bir nesneye zararsızca aktarabilme iradesini kullanabilmesidir, der. Eski Yunanca’da arınma, rahatlama anlamına gelen katarsis kavramı için Lorenz spor yapmayı önerir. Roma’da gladyatörlerin kolezyumda giriştikleri mücadele Roma toplumundaki şiddetin sağaltımını yapmaktaydı. Günümüzde boks, kafes dövüşleri, futbol aynı rolü görmekte.
Sorun şu ki insan uygarlığı sahip olduğu tüm entelektüel birikim ve teknolojiye rağmen kendi yıkıcılığını durdurmayı başaracak mekanizmaları icat edememiş. Tüm insanların ait olduğu hukuki ve siyasi kurumun yokluğunda kitlesel ölümlere sebep olan savaşlar engellenmeden kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve eziyet çeken tüm ötekilere karşı sergilenen yıkıcı şiddet engellenemez. A.S.Tunçer, mülkiyet kavramının çekirdeğini oluşturduğu her türlü toplumsal düzende otorite ve rekabet kurgusu şiddet olgusunu dayanak alır, otorite kavramı yerine eşitlikçiliği ve rekabet kavramı yerine dayanışmacılığı yerleştirmediğimiz sürece de baskı ve şiddet mutlaka üreyecektir, der. O nedenle Pierre Clastres’e kulak verelim: Savaş düşüncesi toplum düşüncesinin ölçüsüdür.
İçinde yaşadığımız toplumun dayandığı kültürel kodlar savaşı ve savaşçıyı kutsar, ölmeyi ve öldürmeyi meşru sayar, barışı küçümser, güçlü olana adaleti teslim eder. İtaatkâr, eşitliksiz, eğitimsiz neslin sırtında yükselen otoriteye karşı çıkmayı düşmanca bulur. Akademisyeninden sanatçısına dek bir komutla otoriteye selam çakacak kadar militarist olan ve hatta askerliği kült kabul eden toplumsal yapımız eğlencesinden bayramına değin tüm kutlamalarını militarist merasimlerle gerçekleştirir. Bir yandan çarşı pazarda kolaylıkla satın alınabilen silah, kesici ve delici materyaller varken; beri yandan edebiyatından müziğine, eğitim müfredatından medya içeriklerine kadar toplumun fikir yapısını besleyen kazanda yaygın yıkıcı şiddet nüveleri kaynatılırken; salt sinema ve dizilere uygulanan +7,+13 gibi düzenlemelerle, ceza hukuku ve polisiye tedbirlerle şiddet engellenemez. Otorite, eşitsizlik ve yoksulluk ile kışkırtılan bir toplum olsa olsa Pablo Picasso’nun Guernica tablosundaki gibi şiddeti tüm biçimleri ile diri diri yaşamak zorunda kalır.