Medyanın demans ve alzheimer imtihanı
Tek klikle sıradan vatandaşın bile binlerce etkileşim aldığı, kişilerin çoğunlukla anlık ve fevri duygularla hareket ettiği, ancak bunun kırılgan kesimler üzerindeki yan etkilerini ve doğurabileceği duygusal tahribatı öngöremediği bir çağda pusulamız “vicdan”, ilkemiz “üstün kamu yararı”, duygumuz “empati” olmalı. Hiçbir fotoğraf karesi, insani değerlerden daha üstün değil. Bellek yitimine dair insani ve saf duygularımız, hasta haklarına dair farkındalığımızı gölgelememeli.
Görünürlük uğruna bir süredir hasta hakları pervasızca ihlal ediliyor. Hastalara ait kişisel bilgileri içeren dosyalarla senaryolar yazılmasından yaşlı ve savunmasız hastalarla dalga geçen videolar paylaşılmasına, hapishaneden tahliye edilen hastaların yanında boy boy poz verilmesine dek bilinçli ve/veya bilinçsiz, biraz da bencilce bir etik ihlali almış başını gidiyor.
Paylaşılması “sakıncalı” görünmeyen travmatik durumlar, hastalıklar, örselenmiş insanlık halleri, hasta kişilerde veya yakınlarında derin izler bırakabiliyor.
Acı ve travma pornografisi öylesine içselleştirilmiş durumda ki, “bakın bu yaptığınız da bir tür şiddet” demek zorunda kaldığımızda ise tepki çekiyoruz; konuyu “abartmakla” suçlanıyoruz. Çünkü herkes kendi yaptığını tek doğru sanıyor. Çünkü herkes kör noktasına düşen hataların ayrımına varmadığı için sürdürüyor, yeniden üretiyor.
Oysa kural net:
Daha önce çocuk hakları konusunda da gündeme geldiği gibi, travmatik durumlara, hastalıklara, örselenmişliklere ve bunun sonucunda doğan insanlık hallerine dair fotoğrafın haber amaçlı ve yüksek kamu yararı içermesi haricinde, paylaşımlarında kırılgan grupların mahremiyet haklarının gözetilmesi esastır.
Fotoğraf, hasta kişinin rızası dahilinde çekilse bile, o fotoğraf sadece bir fotoğraf olarak kalmaz; birçok toplumsal izdüşümünü de beraberinde getirir. Fotoğrafa eşlik eden metinde verilen mesajlardan tutun, fotoğrafa konu olan hasta kişilerin durumuna dair medyanın haberleştirme pratiklerine ve bu haberlerin sosyal medyada kullanımına dek birçok hassas noktanın gözetilmesi şart.
Örneğin iki hasta bakıcının yoğun bakımdaki hasta kadının yüzüne para saçarak sözde eğlendiği videoların sosyal medyada bir anda dağıtıma çıkması ve bunun pervasızca, hastanın mahremiyetini ihlal ederek paylaşılması, bu konuda bir kez daha sınıfta kaldığımızı anımsattı.
Hastalıklar, kişinin yaşam gücü ve dayanıklılığının test edildiği, yaşla ve/veya yaşanan travmalarla beraber de aşamalı olarak zayıfladığı bir dönem iken, unutkanlık başta olmak üzere bilişsel etkilenmenin yoğun yaşandığı, beyin hücrelerinin küçülüp zamanla yok olduğu demans ve alzheimer hastalarıyla fotoğraf ve video paylaşımı duyarlılık geliştirmeyi ve empati yapmayı gerektiren bir durum.
Bu konuda görüştüğüm ve medyada etik ilkeler konusunda her açmaza düştüğümde uzman görüşüne başvurduğum iletişim akademisyeni Prof. Yasemin İnceoğlu’na göre, medyada demans ve alzheimer ile ilgili iki söylem mevcut:
“Biri demans ‘salgını’ ile ilgili olan, diğeri demansın ‘önlenmesi’ ile bir başka deyişle sağlık ve yaşam tarzı faktörleri ile önlenmesine dair söylem. İlk söylemin temelini, demansı hiçbir şekilde ‘normal’ yaşlanmayla ilişkili olmayan bir hastalık ve patoloji olarak konumlandıran biyomedikal bir ideoloji oluşturuyor. Diğeri ise alzheimerdan korunma yollarının bireysel çabaya indirgenmiş olması, yaşam tarzı ve sağlık davranışı değişiklikleri yoluyla demansın önlenmesine odaklanılması.”
Dolayısıyla, İnceoğlu’na göre, haber başlıklarında sıklıkla rastladığımız “savaşmak”, “durdurmak”, “azaltmak”, “önlemek” gibi fiillerin tekrarı, demansın başlangıcının bireysel çabalarla kontrol edilebilir olduğuna dair yanlış bir algı yaratıyor.
“Metaforlar aracılığıyla damgalanan hastalar, hem haberlerde hem de fotoğraflarda çaresizlik içinde temsil ediliyorlar. Alzheimer, tedavisi olmayan “yaşlılık hastalığı” veya sıklıkla yapıldığı gibi obezite ile ilişkilendirilip sunulmamalı” diyor Prof. İnceoğlu.
Peki, alzheimer hastalarının mahremiyetlerine ve insan onurlarına saygı duyulması gerekirken, onların bu hakkı ile medyanın haber yapma, fotoğraf kullanma ve yayımlama hakkı arasındaki denge nasıl kurulacak?
Bu soruya yanıt, İnceoğlu’na göre, etik standartları belirlemekle mümkün:
“Öncelikle medyanın demans ve alzheimer hastalığından müzdarip kişilerin bilgilendirilme ve onay verme kapasitesinden yoksun olduklarına dair oluşturduğu algı uygunsuz. Bu durum, rahatsızlığın ileri aşamalarında söz konusu. Hasta yakınları fotoların yayımlanması için onay vermiş olsa bile hastanın kendisinin rızası olmadan fotolar yayınlanmamalı. Yazılı bir izin almak mümkün olmasa bile sözlü onayın ardından imzalı bir onay formu alınmalı. Gazeteci tüm bunları yaparken, hastaların iletişim zorluklarını göz önünde bulundurmalı.”
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde de sağlık konusunda sansasyondan kaçılması, hastanın ses ve görüntü kaydının izinsiz alınmaması özellikle vurgulanıyor.
Dolayısıyla, demans ve alzheimer hastası kişilerin medyada ele alınma şekli, hem medya etiğini, hem de kişisel ahlak kurallarımızı ve hassasiyetlerimizi ortaya koyuyor. Yani iş sadece mesleki etikle bitmiyor; bireysel etik ve toplumsal etik de devreye giriyor. Kişilerin vicdanının yanı sıra bir toplum içinde var olma sonucu oluşturdukları normlar da davranış kurallarını belirtiyor.
Bir diğer deyişle; afet/kaza görüntülerinde veya çocuk istismarı vakalarında sıklıkla rastladığımız, tüm uyarılara rağmen de bir arpa boyu yol alamadığımız acı/travma pornografisini, böylesi kritik bir nörolojik rahatsızlığa sahip bireyleri odağına alan haber dillerinde yeniden üretmemek gerekiyor.
Her ne kadar sosyal medyanın sivil yurttaşların kullanımına dair etik ilkelerde net bir çerçeve olmasa da, hepimizin bir vicdanı var ve hepimizin çevresinde mutlaka bu hastalıktan müzdarip kişiler oldu veya olacak.
Tepki çekmek pahasına şöyle bir örnekle açıklarsak; demans hastası Kürt siyasetçi Aysel Tuğluk’un tahliyesi sırasında görüntü paylaşılması kamunun bilgilendirilmesi anlamını taşıdığı için herhangi bir etik sorun doğurmazken, tahliyesi sonrasında evine ziyarete gelenlerin arka arkaya “birlikte fotoğraf paylaşma seremonisi”ne girmeleri hasta haklarının ihlali anlamına geliyor. Ürkek ve çocuksu bakışların eşlik ettiği bu fotoğrafların çekilmesi ve paylaşımında Tuğluk’un ve/veya ailesinin izni olsa dahi...
Peki demans veya alzheimer hastasının fotoğrafı veya videosu hangi durumlarda paylaşılır? Örneğin üzerinde yeni nesil bir ilaç ve tedavi yöntemi denendi ve başarılı oldu; o zaman ailesi ve/veya hastalığı çok ilerlememişse kendisinin izniyle görseli paylaşılabiliyor. Çünkü burada bir kamu yararı söz konusu.
Ancak örneğin zamanında toplumun gözü önündeki bir demans hastasının huzurevindeki görüntülerinin sürekli çoğaltılmasında, sosyal medya üzerinden acıyı ve hüznü körüklemek dışında bir kamu yararı yok.
Dolayısıyla medyada neyin paylaşılıp neyin paylaşılamayacağına dair doğru bir değerlendirmenin temel koşulu; değerlendirilen -yani haber değeri taşıdığı düşünülen- şeyle insani değerler arasında doğru bir bağ kurabilmekten geçer.
Türkiye’de 1 milyon civarında demans hastası olduğu, bunun da yüzde 70’ine yakınının alzheimerdan müzdarip olduğu bir ortamda, geleneksel medya ve yeni medyanın, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde bu sözel ve görsel istismara, sevgili Yasemin Hoca'nın tabiriyle “röntgenciliğe”, fotoğraf seremonisine alet olmaması gerekiyor. Çünkü burada paylaşılan haber konusunun tam merkezinde “insan” var – tüm savunmasızlığı, örselenmişliği, yaşadığı travmalarıyla bir insan...
Tek klikle sıradan vatandaşın bile binlerce etkileşim aldığı, kişilerin çoğunlukla anlık ve fevri duygularla hareket ettiği, ancak bunun kırılgan kesimler üzerindeki yan etkilerini ve doğurabileceği duygusal tahribatı öngöremediği bir çağda pusulamız “vicdan”, ilkemiz “üstün kamu yararı”, duygumuz “empati” olmalı. Hiçbir fotoğraf karesi, insani değerlerden daha üstün değil. Bellek yitimine dair insani ve saf duygularımız, hasta haklarına dair farkındalığımızı gölgelememeli.