Mehmet Emin Aktar: Ben ceza almadım, mahkeme ceza verdi

Mahkemenin DTK toplantılarına katıldığı gerekçesiyle, 6 yıl 3 ay ceza verdiği Avukat Mehmet Emin Aktar, son yıllarda siyasetçilere, sivil toplum örgütü temsilcilerine, gazetecilere verilen cezaları değerlendirdi. Hukuki süreçle ilgili deneyimlerini paylaşan Aktar, Kürtçe ve Kürtçe edebiyata ilgisi hakkında bilgiler de verdi. Aktar, 34 yıllık meslek hayatında yaptığı en güzel şeylerden birinin Doğu Perinçek’in avukatlığını reddetmek olduğunu söyledi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Avukat Mehmet Emin Aktar’a, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) toplantılarına katıldığı gerekçesiyle, 6 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Mahkeme kararından sonra kendisini aramıştım hem “geçmiş olsun” demek hem de cezayla ilgili düşüncelerini almak için. Şöyle demişti: “Konu başkası olsaydı çok şey söyleyebilirdim. Ama ceza bana verildi, ‘Bana haksızlık yapıldı’ mı diyeyim? Ayrıca demokratik süreçlerde söylediklerim için bana teşekkür etmelerini beklemiyorum. Hapishane de memleket toprağıdır. Gerekirse gider yatarız.”

Ayrıca, “Bu dava bize had bildirme davası” demiş, “Dava ısmarlama, karar ısmarlama. Mahpushane görmeyen Kürt kalmasın diye açılan bir dava” diye de eklemişti. Bu sözler, Diyarbakır Baro Başkanlığı yapmış, televizyonlardaki tartışma programlarında ve birçok toplantıda düşüncelerini ifade etmiş bir avukata ait olunca ayrıca bir önem taşıyor. Aktar, 34 yıllık avukat ve en zor zamanlarda insan hakları savunuculuğu yapmış, birçok kritik davanın avukatlığını üstlenmiş, Diyarbakır’da ve bölgedeki gelişmelere yakından tanıklık etmiş bir isim.

Kendisini duruşma salonlarında gazeteci olarak izleme olanağım oldu. Birçok davayla ilgili ilk başvurduğumuz avukatlardandı. Ayrıca dost meclislerinde sohbet etme olanağım da vardı. Dolayısıyla Mehmet Emin Aktar ismi gündeme geldiğinde birkaç cümle kurabilirdim. Bu birkaç cümlenin ötesinde kimdi Mehmet Emin Aktar? İşte bu söyleşi, söz konusu birkaç cümlenin ötesindeki Mehmet Emin Aktar’ı tanıma çabasıdır.

Hayırlı olsun, artık sizin de bir cezanız var.
Teşekkür ederim. Ben ceza almadım. Mahkeme, cezayı verdi.

Daha önce hakkınızda bir ceza davası açılmış mıydı?
Yıllar içinde hakkımda çokça dava açıldı. 90’lardan beri çokça soruşturuldum. Gözaltına alındım, yargılandım. Ama çok ciddi sonuçları olmadı.

Avukat Mehmet Emin Aktar

Sonunda DTK’den açılan soruşturmada ceza aldınız.
İlk olarak 3 yıl önce 2018 yılı Ocak ayında ifadeye çağrıldım. Bir grup avukatla aynı hafta içinde çağrıldık. Her birimiz için ayrı soruşturma dosyaları açılmıştı. DTK’ye katıldığımız söylendi. Eylül 2010’dan Mayıs 2013’e kadar telefonlarım dinlenmiş. Mail ve teknik takibim yapılmış. Buna ilişkin binlerce görüşme kaydı var ama imha edilmiş, tutanaklar öyle diyor. Tutanaklar, suç unsuru bulunmadığını kaydediyor. Önemli bir kısmı gazetecilerle telefonda yaptığım röportajlar. Ekrana çıkarak yaptığım konuşmalar, yaptığım basın açıklamalarının kayıtları yok. Bu bize çok açık bir şekilde gösteriyor ki o dönemde gözlemleyemedikleri, açık olmayan çalışmalarımı denetlemek istemişler. Telefon görüşmeleri ve mail akışları gibi şeyler. Bu başlı başına yapılanın bir suç soruşturması olmadığını bir istihbari çalışma olduğunu gösteriyor. Dinleme ve takip yapılan dosyada şüpheli olarak kayıtlı olmamamdan da bu anlaşılıyor. Yargılama aşamasında sorduk. 2018 yılında şüpheli olarak kaydımın yapıldığını söyledi savcılık. Yasa dinlemenin ancak şüpheli ya da bir sanık hakkında uygulanabileceğini söylüyor. Zorunluluk koyuyor. Siz 2010-2013 arası dinlemişsiniz. Ama 2018’de şüpheli yapmışsınız. O zaman dinlemelerin tamamı usulsüz oluyor. DTK’de toplantıya katıldığımı söylüyorsunuz, katıldım orada şüphe yok. Onu zaten inkâr etmiyorum. Bir de aldıkları telefon görüşmelerinin önemli bir kısmı da katılımımı göstermeye yönelik. Örneğin; bir müvekkilim aramış, 'DTK’nin çalıştayındayım' demişim, onu almış, 'Bak katıldın' diyor. Bir de Kürt ve Kürdistan ifadesi kullanmışım. Bir iki kişi aramış espri yapıyor, 'Kürdistan Baro başkanı nasılsın' diye. Ben Kürdistan ifadesini kullandığımda suçlama konusu oluyor. Şimdi de kullanıyorum, mahkemede de söyledim. Eğer mesele Kürdistan ifadesini kullanmaksa ben her zaman kullanıyorum. Bundan dolayı ceza kesecekseniz kesin. Ama mesele bu değil. Bu dönem aslında bir suskunlaştırma dönemi. Siyasi aktörleri cezalandırmak, diğer yandan herkesi DTK üzerinden suskunluğa sevk etmek. Şunu söylüyorlar: "Ya oturun yerinize susun ya çekin gidin ya da sizi hapse atacağız." Bu üç seçenek sunuluyor. Zaten çok ilginç şekilde fırsat veriyorlar. Diyorlar ki, "Kaç git. Hiçbir engelin yok. Uçağa atlarsın gidersin. Dünyanın herhangi bir yerinde iltica talebin de kabul olur." Bunun farkındayım. Bizi kendi vatanımızdan, ülkemizden niye ilticaya, mülteciliğe zorluyorsun? Hayır, terk etmeyeceğiz. Elbette hiçbirimizin yeri cezaevi de değil. Bütün hukuk düzenlerinde cezaevlerine girmenin yolu suç olarak tanımlanan bir eylemi yapmaktır. Bir bireye, canlıya ya da bir topluma zarar veren davranış olmalı. Burada yok. Devlet diyor ki: "Kürt olarak seni sevmedim. Senin tarzını, üslubunu, talepkârlığını sevmedim. Hak talep ediyorsun, sevmedim. Bunun için cezalandırdım." Bunun adı hukuk değil. Cezaevine koyma girişimi, mesele bir hukuki süreçte gerçekleşmediği için tipik bir zorbalıktır. Esprisine söylemek gerekirse, herhangi bir örgütle bağı olmayan kişilerin mahkeme kararıyla örgüt üyeliği kaydı yapılıyor adeta.

'FETHULLAHÇILARIN BIRAKTIĞINI DEVRALDILAR'

‘Suskunlaştırma’ dediniz. DTK üzerinden soruşturulan, ceza verilen insanların arasında siyasetçiler, avukatlar, gazeteciler, edebiyatçılar var. O zaman bu, sırf siyasetçilere yönelik bir suskunlaştırma girişimi değil, diyebiliriz galiba. Bir şekilde DTK’nin önünden geçmiş, oraya gitmiş, panele katılmış, konuşmuş her kişi hakkında bir soruşturma var çünkü?

Tabi kişiye göre değişiyor. Mesela ben, çağrılmışım, davet edilen şahsiyetler arasında ismim var. Bütün iddianamelerde, istisnasız aynı cümleler var, satırı satırına. Aynı cümleyle başlar, örgüt yönünde Öcalan’ın 2007-2011 yılları arasındaki avukat görüşmeleri yer alır. Öcalan’ın cezaevindeki statüsü bir hükümlüdür. Bütün görüşmeleri kayıt altına alınıyor. İddianameyi hazırlayanlar devlet tarafından alınan kayıtları kullanıyor. Bu bana sana tebliğ edilen bir şey değil. Biz diyor, infaz yargıçlığından bir görevli tayin ettik, eline de bir kayıt cihazı koyduk, avukat görüşmelerini kaydedeceksin, masanın başına oturacaksın, örgüte talimat verdiğine ilişkin bir husus tespit ettiğinde görüşmeye son vereceksin. Niye, çünkü kanuni düzenleme böyle. 5275 sayılı infaz kanununun 59’uncu maddesi böyle diyor. Bunu yapmış mısın? Hayır, yapmamışsın. Kayıtlar sizin elinizde. Bu kayıtları ilk olarak iddianamelerle savcılar eliyle paylaştınız. Bunun dışında ben bilmiyorum, talimattan haberim yok. Kaldı ki olsa ne olacak? Öcalan bir hükümlü, onu hukuki olarak bir örgüt üyeliği, örgüt lideri olarak değerlendiremezsiniz. Çünkü örgüt üyeliği, örgüt liderliği hukuki olarak sonlandırılmış. Mesele bu değil, böyle bir kaygı da yok.

2010-2013 arası birçok kişi dinlenmiş, yapılan dinlemelerin tümünde şahıslar şüpheli değil. Savcı da o dinlemelere ilişkin şüpheli demiyor, ismi yazılı şahıslar hakkında tedbir kararı alınmasını istiyor. Hakim de “Ey savcı, sen neden şüpheli olmayan kişiler hakkında dinleme istiyorsun” demiyor. Bunu şimdi öğreniyoruz ki, bu Fethullahçı yapının çalışması, kendi açısından bir istihbarat çalışması yapmış. Bunları dinlemiş bırakmış. Takipsizlik kararı da vermemiş, çünkü şüpheli kimse yok. Dava da açmamış. Amaç zaten suç soruşturması değil. Ne olup bittiğini gözlemlemek istemiş. Bu dönem bütün o Fethullahçıların bıraktığını devraldılar. Fethullahçılara karşı mücadele ediyor iktidar. Hayır. Tam tersi, onların yaptıklarının bütününü devralarak Kürtlere karşı kullanıyorlar. Bütün Kürt siyasetçilerinin davasında bunlar var. Gültan Kışanak, Selahattin Demirtaş gibi aklınıza gelecek kimler varsa, hepsinin DTK çalışmasına ilişkin davasında bir bölüm var. Tümü de cezaevi görüşme notları üzerine kurgulanmış. Bir yaratıcılık, yeni bir şey tanımlamak yok. İddia ettiğiniz şeyin suçladığınız kişiyle nasıl ilişkilendirildiğine dair bir husus yok iddianamelerde. Birçok kişi hakkında takipsizlik kararı verdi savcılık. Onlarla diğerleri arasındaki ayırım nedir? Sadece katılmak başlı başına bir suçsa o zaman herkes hakkında dava açılmalıydı. Ama bunu yapanlar da biliyor ki burada bir suç yok. Bunu araç kılarak, bahane ederek kişileri susturmayı amaçlıyorsunuz.

'ERBİL'DEKİ KAPIDA KÜRDİSTAN BAROSU YAZIYOR'

Ne var peki? Mesela sizi neyle suçluyorlar?

Bana ceza veren mahkemede benimle birlikte dört avukat hakkında dava görülüyordu. Diğer üç meslektaşıma beraat kararı verildi. Böyle olması gerekiyordu, ortada bir suç yok. Örgüt üyeliği için savcının benim dosyamda kullandığı, tırnak içinde söylüyorum, delillerden bir tanesi, 2010 yılında örgütün lider kadrosunda biri benim aleyhimde bir yazı yazmıştı. Ben o yazıya bir makale yazarak cevap verdim. Bu makaleyi bir iki dostumla da mail olarak paylaştım. Dışa dönük açık kaynak araştırması yapmamışlar benimle ilgili. Makalenin bulunduğu maili almış kullanmış. Diyor ki, "Sen burada şu paragrafta silahlı mücadeleye övgü yapıyorsun." Öyleyse oradan davayı açarsınız. Örgütün lider kadrosundan birine verdiğim cevabı, örgüt üyeliğine delil olarak kullanamazsınız. Katı disipline tabii, çok sert bir hiyerarşiye sahip bulunan bir örgütsel yapıda bulunduğum iddiası doğruysa, benim zaten en üstte olan birine bir şey söyleme şansım olmaz. Savcı kalkıp bunu iddianameye aldı. Dedim ki, "Savcının ya aklından zoru vardır ya da gerçekten bu davayı açmak için mecbur bırakılmıştır." Başka bir seçenek yok. Bunu söylediğinizde sert davranmış oluyorsunuz. Ben şimdi bunu söyleyince kimlerince rahatsız edici bulundu. "Niye böyle yapıyorsun?" dediler. Nasıl davranmamı bekliyorsunuz?
Dosyaların merkezi olarak hazırlandığı belli. Savcının bana sorduğu şu iki soru bunu göstermekte. Bütün görüşmelerimi Kürdistan ifadesi geçtiği için not ediyorsunuz. Emniyet ve savcı Diyarbakır Barosu başkanlığım döneminde, baroyu Kürdistan barosu olarak tanıttığımı iddia ediyor. Örneğin, İstanbul’dan bir avukat arkadaşımız bir konferans için beni davet etmiş. “Sizin söylediğiniz tarihte Kürdistan Barosu yönetimi bizi ziyaret edecek, ben uygun değilim” demişim. Savcı, “Burada Kürdistan’ı kendiniz kullanmışsınız” dedi. Kullandım zaten. Ben de “Erbil’e gidin bakın, kapısında Kürdistan Barosu yazıyor, ben söylemiyorum” deyince, “Haa, siz oradan mı bahsediyorsunuz?” dedi.

‘BURADA BİR ŞEY YOKMUŞ’

Diğer bir soru, Amerikan’ın Sesi radyosuna konuşmuşum. Kürtçeden çevirmişler. 2010 yılına ilişkin yaptığım bir konuşma. Savcı önce Türkçeye çevrilmiş tercümesini okudu. Sona gelince tam soru soracakken “Aaa! Burada bir şey yokmuş” dedi. Orda anladık ki savcının önüne bir dosya konmuş, "Sen buradan dava açacaksın" denilmiş. Hikaye bu. Mahkeme açısından da böyle bir durum var.

Cezayı veren aynı mahkemede, iki hafta sonra bir hakim farklı olmak üzere aynı heyete, bir müvekkilimi savunurken dile getirdim. İki hafta önce bana ceza verdiniz. Ben örgüt üyesi miyim, değil miyim herkesten daha iyi bilirim. Ben örgüt üyesi değilim, bunu çok iyi biliyorum. Bunun için bana verdiğiniz ceza temelsiz ve haksız. Kendi müvekkilime de illettim, "Bu mahkeme bana bir ceza verdi. Bu mahkemenin adil bir yargılama ve karar vereceğine olan inancımı yitirmiş durumdayım, siz kendinize bir avukat tutun" dedim. Müvekkilim ısrarla başka avukat tutmayacağını söyledi ve ısrarla avukatlığını sürdürmemi istedi. Ben müvekkilimin baskısı üzerine savunmamı yapacağımı söyledim mahkemeye. Savunma yaptım, sonuç beraat.

DTK operasyonu KCK operasyonuna benziyor mu?

KCK operasyonları legal siyasal bir partiye dönük olarak yapılmaktaydı. Şeklen de olsa şüpheli kayıtları yapılarak dinlemeler yapılmıştı. DTP’nin yönetici ve üyelerine yönelik yapıldığından aynı partide yer aldıklarından birbiriyle temas eden insanlara yönelikti. DTK’de kimsenin kimseyle ilişkisi yok. Böyle bir örgütsel yapı olmaz zaten. Her toplantıya farklı kesimlerden kişilerin çağrıldığı bir platform var. Gidip gitmemek sizin kararınız. Birlikte bir komisyon çalışması yapan kişiler değil. Birbirleriyle telefon görüşmeleri ve temasları yok. Böyle bir şey üzerine soruşturmayı kurarsanız o zaman oraya giden herkes için dava açmak zorundasınız. Ama ikisinde de yapılmak istenen açık legal faaliyetleri kriminalize etmek.

'BİR YERE GİTMEYECEĞİM'

O halde mahkemede kendinizi ifade edemediniz mi?
Türkiye’de çok konuşan biriydim, sadece bizim coğrafyamızda değil. Hemen hemen çağırıldığım her platforma gider katılırdım. Ekrana fazla çıkan, konferans ve panellere davet edilen, görüşleri sorulan biri olarak çağrıldım. Bir Kürt hukukçu olarak gittim. Çağrıldığım yere kendim gidiyordum. DTK’ye de gittim. Çıktım kürsüde konuştum. Bunu inkâr etmiyorum. Ha, dersiniz ki, "Bu konuşma suçtur." Bu ayrı bir konu, suç mu değil mi tartışılır. Bana ait olmayan, yapmadığım bir şeye, bir yere aidiyete zorlamak, buna karar vermek, asıl rahatsız edici olan budur. Olmadığım bir yapı içine bir mahkeme kararıyla zorla sıkıştırıldım. 40 yıldır bu memlekette kendimizi az çok ifade edebiliyoruz. Bu toplum az çok biliyor bizi. Bütün siyasal cevreler az çok beni biliyor. Uzun yıllar legal siyasi bir partiye bile üye olmayan biriyim. Prensip olarak kaçınıyorum. Buna rağmen illegal bir yapıya mahkeme kararıyla dahil edildiğimde bu tutmaz. Ne olur? Zorbalıkla beni cezalandırırsınız ancak. "Gücüm yetiyor, askerim, polisim var, seni hapse atarım" diyorsan, atarsın çünkü gücüm yetmiyor ona. Buna fiziki olarak karşı koyacak gücüm yok ama iradi olarak buna karşı koyacak gücüm ve yüreğim var. Başından beri herkese söyledim. Bir yere gitmeyeceğim. Burada duracağım ve bekleyeceğim. Bunların tümünü ilk duruşmada söylediğim gibi yazılı olarak da sundum.

'DEVLET GEÇMİŞİ SİLMEK İSTİYOR'

Yeni Anayasa çalışması platformuna Cemil Çiçek, Meclis Başkanı olarak DTK’yi de davet etti. Soruşturulan herkes DTK’nin yasal olduğunu, devlet nezdinde itibar gördüğünü göstermek için bu daveti örnek olarak gösterdi. Hakikaten sonra ne oldu da DTK bir suç örgütü oldu?

Tamamen konjonktürle ihtiyaca göre belirlenmiş. Suç soruşturması, platforma katılanların bir araya gelmesi suç olsaydı, o gün de suç olurdu. Yasa değişmedi. Silahlı örgüt suç tanımı da değişmedi. Bir platform var, insanlar ona katılmış. Açık bir sitesi de var. Toplantılarını basına ve kamuoyuna açık yapıyor. Polis izliyor, basın geliyor. Kimi televizyonlar canlı yayınlar yapıyor. Bütün kesimlerden insanlar davet ediliyor. Kürt meselesini tartışıyor, çözüm arıyor. Farklı pencerelerden Kürt meselesine bakan insanlar da var. Senin benim gibi insanlar da özgür Kürt bireyi olarak görüşlerini dile getirebiliyor. Böylesi kaç platforma sahibiz? Ben Abant’a gittiğimde Fethullahçı mı oluyorum? Meclis’e baro başkanı olarak ben de davet edildim. Anayasa Komisyonu’na gittim, baro başkanı olarak düşüncelerimi dile getirdim. Ve önemli ölçüde DTK’nin Kürt meselesine ilişkin öne sürdüğü görüşler bizim baromuzla çok farklı değildi. Benzer şeyleri biz de sunduk. Daha güçlü yerel bir yönetim, vatandaşlık tanımındaki sıkıntılar, anadilde eğitim, dilin kullanımı ve kültürel alanda gelişmesi gibi meselelerde herkes görüşünü az çok söyledi. Mesele konjonktürle ihtiyaçlar üzerine ya da devletin bu dönemde Kürt meselesine bakışı ile ilgilidir. Devlet geçmiş dönemi silmek, yok etmek istiyor. O dönemde yer almış, Habur’dan tutun çözüm sürecine kadar geçen bütün süreçlerin içinde bulunmuş biriyim. Hükümet yetkilileriyle görüştüm. Şimdiki Cumhurbaşkanı, önceki Cumhurbaşkanı, başbakanla, bakanlarla görüştüm. Hepimizin neydi amacı o zaman, şiddetsiz, çatışmasız bir çözümü sağlayabilmekti. Ama en son geldiğimiz nokta silahsız çözümü isteyen birini silahlı örgüt üyesi olarak tescillemek.

'ÖÇ ALICI BİR YARGI PRATİĞİ VAR'

DTK’ye bunca amansız yönelim olunca insan, örneğin Cemil Çiçek’ten, “DTK terör örgütü değil, Meclis’te temsilcilerini ağırladık, yeni Anayasa hakkında görüşlerin aldık” çıkışını bekliyor. Şu içinde bulunduğumuz siyaset ikliminde biraz romantik bir beklenti gibi ama vicdani bir çıkış bekliyor insan. Bu çıkış neden gerçekleşmiyor?

Bu iktidar Fethullahçılarla iç içe değil miydi? Bütün çalışmalarını birlikte yürütmüyorlar mıydı? Abant Platformları'na katılıp düşüncelerini dile getirmiyorlar mıydı? Ne oldu? "Aldatıldık" dediler. Belki de benzer şeyler söyleyecek Cemil Çiçek de. Onun için meseleyi bunun üzerinde tartışmayı doğru bulmuyorum. Bir sürü kişi diyor ki "AKP’liler de DTK’nin toplantılarına katıldı, onlara niye soruşturma açılmadı." Cidden bunu doğru bulmuyorum. Soruşturmayı kime açarlarsa açsınlar, temelsiz ve haksızdır. AK Partililere soruşturma açılmaması doğru, bize açılanlar haksız. Öç alıcı bir yargı pratiği var artık. Mahkeme kararı gerekçelerine bakın, isimlerin baş harflerini küçük harfle yazıyorlar. Bazı isimlerden söz edilirken, çok ilginç, çocukça bir şey değil mi? Kürt yazıyor, k’yi küçük yazıyor. Kürdistan deyince sözde Kürdistan diyor. Bu tarih, coğrafya, sosyoloji bilmemektir.

'MAHKEME KARARINI ÖNGÖRMEK MÜMKÜN DEĞİL'

Son yıllarda, "12 Eylül’de bile mahkemeler bu kadar kötü değildi" deniliyor. Siz 90’lı yıllarda çok zor koşullarda çalıştınız. Nasıl bir karşılaştırma yapabilirsiniz?

Avukatlık mesleğinde 34’üncü yılımdayım. 1 yıl İstanbul’da yaptım. 12 Eylül döneminde avukat değil, üniversite öğrencisiydim. Tabi o dönemi okuyarak anlamaya çalışıyorum. Yaşayanlardan, abilerimizden, ablalarımızdan dinledik o süreçleri. 90’ları bizzat yaşadım. OHAL dönemini, gözaltılar ve yargılamalarla gördük oradaki yargı pratiklerini. Arada gördüğümüz şey, hukuk nosyonu açısından ciddi zayıflama var. O dönem yargıçların çoğu belli bir hukukçu kimliğine sahipti. Bir olay hakkında aşağı yukarı bir savcının ya da hakimin ne karar vereceğini tahmin edebiliyorduk. Mesela, bu savcı bu delillerle takipsizlik kararı verecek, bu mahkeme beraat kararı verecek, diyebiliyorduk. Bugün onu öngörme şansımız yok. Artık hukuka bağlılık ilkesi kaybedildi. 90’ların yargıçları devletin işleyişine bağlılardı. Bu devletin rutin bir işleyişi var, yasalarla belirlenmiş, ben yasaya bağlıyım, onun dışına çıkmam, düşüncesi vardı. Şimdi kendini bağlı hissetmiyor. Bir mahkeme başkanı bana, “Siz rahatsız ediyorsunuz savunma yaparken” dedi. Ben de “Konforunuzu sağlamakla yükümlü değilim. Benim görevim avukat olarak sizi rahatsız etmek zaten. Mahkemeyi rahatsız etmeyen avukat görevini eksik yapmış sayılır. Rahatsız edecek ki onun dikkatini başka bir yöne çekecek. Siz rahatsız etmezseniz savcının getirdiği dışında bir görüş sunmaz. Sonuç alamazsınız” dedim.

'SAVCI VE HAKİM NE YAPSIN?'

Siyasi atmosfere baktığımızda savcı ve hakimleri suçlamak haksızlık olmuyor mu? Çünkü görünen o ki Cumhurbaşkanı birini işaret ettiği zaman savcılar soruşturmak açmak zorunda hissediyor kendisini. Böyle bir durumda savcıdan, hakimden hukukla ilgili bir şey isteyebilir miyiz?

Bir karşılaştırma imkânı vermesi açısından başımdan geçen bir olayı anlatayım. 1992 yılında İHD yöneticisiydim. Bir olay oldu Bismil’de. Bismil’de avukatlık yapıyordum. Olayın olduğu köye gittim. Dönüşte gözaltına alındım. Feci dövüldüm. Gözaltından sonra ertesi gün savcılığa çıkarıldım. Adliyede ifademi alacak savcı, üniversiteden bir üst dönemimdeydi. Demokrat, hukuka ve kendisine saygısı olan bir kişiydi. Başkaları da vardı. Beni tek çağırdı. Odasına gittim. “Senin ne işin vardı orada” dedi. "Cenaze var, çatışma bölgesiydi. İnfazlar vardı. Orayı artık geçelim, ben buradayım. Gözaltındaydım ve karşındayım, şimdi ne yapacağız? Beni tutuklamaya sevk et, sıkıntı yaşama” dedim. Yerinden kalktı, “Geç yerime” dedi. “Ben senin suçlu olduğuna inanmıyorum ki” dedi. “O zaman serbest bırak beni” dedim. Dedi ki “Albay seni değil, beni tehdit ediyor.” “O zaman beni DGM’ye sevk et, bırak onlar karar versin” dedim.

'5 BİNE YAKIN HAKİM VE SAVCI İHRAÇ EDİLDİ'

Bu bir gece daha gözaltında kalmama neden oldu ama o savcının kendisine saygısı vardı. İçinde bulunduğumuz durum onu rahatsız ediyordu. Askeri birimler tehdit ediyorlardı, “Bu şahıs tutuklanacak” diye. O da “Dosyada tutuklamayı gerektirecek bir suçlama yok, neden tutuklayayım?” diyordu.

Bu açıdan baktığında hakim ve savcıların bugün güvenceleri yok denilebilir. Bir hakim teminatına sahip değiller. 15 Temmuz sonrası 5 bine yakın hakim, savcı meslekten ihraç edilmiş. Önemli bir kısmı mahkum edilmiş, avukatlık bile yapamıyor. Bir kısmı cezaevinde, bir kısmı kaçtı. Bunu göz önünde bulundurulduğumuz da tabi ki bir güvenceleri yok. Bir korku var üzerlerinde. Meseleyi bununla açıklamak mümkün mü? Ahlaki ve vicdani sorumluluğunuz hiç yok mu? Sizi rahatsız eden hiçbir şey yok mu? Ayrılın, istifa edin bitsin, bu kadar.

Devlet ya da iktidar bunu istiyor tamam ama birçok kişi de bunu gönüllü yapıyor. Bu gönüllülük sonucudur ki camı sileceğine yazılı not bıraktı diye, kibarca "Aracı yolun ortasına park ettiniz" diyen kişiyi gözaltına aldırmazsınız.

'DURUŞMALAR TARTIŞMAK İÇİNDİR'

Ali Duran Topuz’un kavram önerisi var, anti hukuk. Kavramı nasıl değerlendirirsiniz?

Sevgili Ali Duran Topuz, bazı şeylere çok güzel tanımlamalar getiriyor. Hukuk niye var? Haklarımızı bilmek için. Egemen olan devlet bir hukuk vaat ediyor. Toplumun bütünün yararına ve toplumun içindeki bireyler bu hukukun varlığını bildiğinde kendini güvende hissediyor. Malıma zarar verilmeyecek, kimse çalmayacak... Hırsızlık suç olmuş. Canıma zarar verilmeyecek, vücut bütünlüğüm koruncak. Özgürlüğüm korunacak, ifade hakkım, örgütlenme, protesto hakkım hukuk güvencesine alınmış. Ben bunları başkalarına zarar vermediği sürece özgürce kullanabileceğim. Bu bana güvenlik duygusu verir. Şimdiki süreçte bunların hiçbiri yok. Örneğin sergi açıyor Boğaziçi öğrencileri, iktidar diyor ki hakaret ediyordunuz. Öğrenciler tutuklandı. Bir de öngörülebilirlik yok artık. Bir şey yaptığında öngörebilirsin. Birine tokat attığınızda bunun bir cezası olacağını bilirsiniz. Birine hakaret ettiğinizde bir cezası olduğunu bilirsiniz. Ama birine fikirlerinizi söylediniz diye, bana ceza davası açılacak diye düşünürseniz susar, hiç konuşmazsınız. Burada güvenlik yoktur, hukuk dışı bir tanımlama vardır. Bütün bize yaşatılan ve gösterilen hukuk dışıdır. Sevgili Ali Duran Topuz’un dediği gibi bir anti hukuk pozisyonuyla karşı karşıyayız.

Birkaç duruşmayı gazeteci olarak izledim. Avukat ya da sanık savunma yaparken mahkeme heyetinin büyük çoğunluğunun başka işlerle meşgul olduğunu gözlemledim. Mesela sanık 5-10 sayfa savunma hazırlamış, canhıraş kendisini savunmaya çalışıyor, hakim “Bunları biliyoruz, geçiniz” gibi bir şey söylüyor. Bu bir insanın sön sözlerini söyleme hakkını elinden almak gibi gelmişti bana. O kadar kötü hissetmiştim.

Duruşmalar tartışmak için açılır. Orada bulunmak için değil. Mesela SEGBİS üzerinden duruşmalara katılıma karşıyım. Salgın yüzünden önemli kabul görse de yüzyüzeliği ortadan kaldırıyor. Siz birini karşınızda dinlerken yüzüne bakarsınız. İnandırıcılığını test edersiniz. Yüz ifadesinden, ses tonundan. Yazılı bir metin ile bir insanın ses tonu farklıdır. Doğrudanlık ve yüzyüzelik ilkesi ceza yargılamasında çok önemlidir. Siz bunu yapmıyorsanız zaten eksik yargılama yapmışsınızdır. Bu peşin hükümlülüktür. Dinlemiyorsanız, peşinen bir kanaate ulaşmışsınız demektir. Sizin suçlanan kişiyi dinleme ihtiyacınız yoksa, adaleti gerçekleştirmek için bir çabanız da yoktur. Savcının iddiasını tescil edecekseniz, bunun adı yargılama olmaz ve adalette çıkmaz buradan.

'BU DAVALARDA BİR ÖÇ ALMA MESELESİ VAR'

Sizden dinlemeden söyleşi eksik kalacak. Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala AİHM ve AYM kararına rağmen serbest bırakılmadılar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Demirtaş, Türkiye siyaseti ve Kürtler açısından önemli bir siyasetçidir. Zeki, dinamik, genç, üretkendir. Toplumda bir karşılığı var. Demirtaş’ın içerde tutulmasını kısmen bir öç alma meselesi olarak görülse bile asıl amacın, bir Kürt siyasetçi olması açısından bakıldığında, devletin bu dönemdeki Kürt meselesini bastırmak anlayışı içerisinde değerlendirmek gerek. Demirtaş politik kimliği nedeniyle içeride tutulmaktadır. Kavala da ise biraz daha kişisel bir mesele var gibi görünüyor. Burada da bir öç alma yönü var denilebilir. Ama her ikisi açısından meseleyi bunun üzerinden değerlendirmek doğru olmaz. Her halükârda içinde bulunduğumuz dönemin mağdur ettiği kişiliklerdir. Onların şahsında da toplumun önemli bir kesimi mağdur ediliyor. Kendi bulundukları çevrede, önde olan, sembol haline gelen isimler vardır. Siz onları aldığınızda aslında çok önemli bir kitleyi de etkilemiş olursunuz. Tehdit etmiş olursunuz. İkisi açısından AİHM’den benzer karar var, hatta Demirtaş için büyük daire kararı var. Büyük daire çok net söylüyor, serbest bırakılsın demiyor sadece, iddialar temelsiz diyor. Daha ağır bir ihlali tespit ediyor. Ne yaptı Türkiye? İki hamle yaptı. Biri, Kobanê olayları bahane edilerek açılan toplu dava. Demirtaş’ın, Kışanak’ın, Emine Ayna’nın, Figen Yüksekdağ’ın daha önce süren davaları da buna dahil edilecek. Böylelikle ortaya büyük bir dava çıkacak ve uzun yıllar sürecek. Bitmeyecek dava yapmışlar. İstinaf mahkemesi geçtiğimiz günlerde Kavala’nın beraat kararını bozarken, Gezi olayları yönünden açılan davalarla ve daha sonra tekrar tutuklanmasına gerekçe yapılan davayla birleşmesini istedi. Böyle olunca çok fazla sanıklı bir dosyaya dönüştü dava. Biri Gezi ve devamındaki bir dava, Türk sol muhalif çevre veya sivil çevrelere yönelik bir dava, diğer tarafta da Kürt siyasetine yönelik toplu bir dava. İkisinde de yeni bir yöntem izleniyor. Amaç da AİHM kararını etkisizleştirmek ve söz konusu kişileri cezaevinde tutmaya devam etmektir. Bu ne kadar tutar ne kadar gider bilmiyorum.

Bu davalarla amaçlanan şey sağlanabildi mi sizce? Demirtaş’ın etkilediği kitle pasifize edildi mi? Kavala’dan öç alınırken verilmek istenen mesaj etkili oldu mu?

Önemli ölçüde başarılı oldular, kitleyi daha pasifize etme konusunda. Kitleler inancını, heyecanını kaybettiler. Bu baskıya karşı yeni bir çıkış noktası bulmak, siyasi söylem değişikliği gibi başka şeylerle bunu tartışmak gerekiyor. Ama etkili olduklarını söylemek mümkün. "Ne yapmak gerekir?" derseniz, korku duvarını yıkmadığınız sürece, haklı olduğunuz şeyde ısrar etmediğiniz sürece kaybedersiniz. Toplum açısından da bu böyledir.

'OTORİTERLİK RUHLARINA SİNMİŞ'

Eğer böyle bir hukukla karşı karşıyaysak, bir güvensizlik varsa nasıl doğru yaşayacağız?

Hukukun olmadığı yerde belirsizlik, korku, kaos olur. Güvenlik duygusunun tatmin edilmesi gerekiyor. Hukuk olmadan biz güvenlik duygumuzu nasıl tatmin edeceğiz? Daha dün, Boğaziçi Üniversitesi’nde “aşağı bak” meselesi oldu. ‘Aşağı bak’ meselesi bir slogana dönüştü ‘aşağı bakmayacağız’ diye. "Başını önüne eğ, sakın yüzüme bakma" bir korku ifadesi aslında. Otoriterlik ruhlarına o kadar sinmiş ki, toplumun her kesimine korkuyla boyun eğdirmek istiyorlar.

O zaman diyelim bir memur işini nasıl yapacak? Darbe girişiminden sonra KHK ile birçok insan işinden atıldı. Hiçbir gerekçe gösterilmeden. O insanlar işlerini doğru düzgün nasıl yapacak?

Memur olan insanlar sindi zaten. Kimsenin tepkisini görüyor musun, yok. Belli meslek odaları var, barolar, tabip odaları gibi. Tabipler ihraç edildiğinde iş bulma olasılığı var bir şekilde. Avukatlar da serbest çalışıyor, daha özgürler diğer kesimlere göre. Bu yüzden onların sesleri çıkıyor, onların sesini de kısmaya çalışıyorlar şimdi.

'TBB BAŞKANI İKTİDARI KOLLUYOR'

Baro seçimleri neden yapılmıyor? Hükümet nasıl bir baro istiyor?

Hükümet kuşkusuz, sessiz ve alkışlayan bir baro istiyor. İtiraz merci barolar. Avukatlar da itiraz eden, aykırı şeyi söyleyen, yani iddianın aksini ortaya koyan. Bizim meslek örgütlerimiz de aksini söylüyor. Bunu yüksek sesle ifade ediyor. Bu hiçbir siyasi iktidarı memnun etmez. 1970’lerde DGM yasaları çıkarılmaya çalışıldığında, Barolar Birliği bir karar alıyor. Bütün ülkede duruşmaların protesto edilmesine ve duruşmalara girilmemesine yönelik bir karar. Bu yasanın geri alınmasını güçlü bir şekilde istiyor.

Bugünün TBB başkanı mesleği temsil etmiyor. Avukatlar hak savunucularıdır. Meslek örgütleri de öyle. Meslek örgütünün başında olanlar buna uygun hareket etmek, tutum almak zorunda. Çünkü hakkı ihlal edebilecek olan iktidardır. Hak ihlali iktidardan gelir. Bunu yapmayan bir Barolar Birliği Başkanı var. Baro seçimlerinin ertelenmesi salgın ile açıklanmaya çalışılsa da böyle olmadığını biliyoruz. Çünkü Barolar Birliği önemli bir güç. Mevcut hali korumaya çalışarak, böyle bir dönemde sessiz kalmasını sağlamak iktidar açısından bulunmaz bir fırsat. Türkiye Barolar Birliği başkanı ve yönetimi de mevcut durumdan memnun. Diyarbakır’da bir gecede 30’a yakın avukat gözaltına alınıyor Barolar Birliği’nden tek bir tepki yok. Ertesi gün bırakıldılar. Bize, "Pardon. Yanlışlıkla almışız" dediler. Oysa bu arkadaşların evleri arandı, telefon ve bilgisayarlarına el konuldu. Neydi, seçimlerde baro adına gözetmen olmuşlar, bu yüzden almışlar. Böyle bir şeyle karşılaştığınızda Barolar Birliği Başkanı tepki göstermezse ne yaparsınız? Geçmiş dönemlerde barolar birliği başkanları önemli bir şekilde yanımızda olurlardı.

'SİYASETTE VESAYET ANLAYIŞI'

Siz 34 yıldır avukatsınız, İHD de görevler aldınız, baro başkanlığı yaptınız, düşüncelerinizi televizyonlarda ya da makalelerle paylaşınız. Tanınan birisiniz ve dolayısıyla siyasi partilerden teklif alıyor musunuz?

Birçok partiden teklifler geldi zaman zaman. Bulunmaz Hint kumaşı değilim. Kendime ait bir duruşum var ama. Belli bir dönem siyaset de yaptım. Siyasetin bir tür vesayet anlayışından kurtulamamasına tepki gösterdim. Onun için siyaset yerine sivil toplum örgütlerinde çalışmayı tercih ettim. Bunun için uzun süre baro yönetim kurulu üyeliği yaptım 5 dönem. Sonra iki dönem baro başkanlığı yaptım. Birçok sivil toplum örgütünde yer aldım. Hâlâ devam ediyor. Siyaset, fikirlerini hayata geçirme imkânı veriyor, cazibesi olmaz olur mu? İstersin tabii ki. Birkaç farklı siyasi partiden farklı dönemlerde farklı talepler geldi. Peşinen reddetmedim. Konuştuk, tartıştık, değerlendirdik. Sonuçta kabul etmedim. Avukatlık bana daha cazip geliyor, daha çok seviyorum.

'KARANFİLLE KUTLANAN NEWROZ'

Hukuk fakültesi okumak bilinçli bir tercih miydi?

Ben tesadüfen hukuk okudum. Liseyi, Çanakkale Gökçeada da okudum. Öğretmen lisesi matematik bölümü mezunuyum. ODTÜ istiyorum o zaman. Devrimcilerin üniversitesi, oraya gideceğim. Tercih yaparken bir kuzenim dedi ki, “İstanbul Hukuk’ta okumayı çok istiyordum, benim için İstanbul Hukuk yazar mısın? İlk tercihi ODTÜ elektrik yazdım, ikinci tercihim İstanbul Hukuk’tu. İstanbul Hukuk’a kapağı attık.

Öğrencilik yıllarınız nasıldı? İstanbul’a kolay alışabildiniz mi?

Üniversite kaydımı yaparken ilk defa İstanbul’u gördüm. 1982’de üniversiteyi kazandım. 12 Eylül dönemiydi. Kolay uyum sağlamadık tabi. Üniversite birinci sınıfta iken Newroz geldiğinde, nur içinde yatsın, birkaç yıl önce kaybettiğimiz Faruk Şık adlı arkadaşımız, “Yarın herkes takım elbise giyecek, kravatını takacak okula öyle gelecek” dedi. Hepimiz kravatları taktık öyle gittik okula Newroz günü. Böyle bir öğrenciliğimiz vardı. Yaptığımız tek şey belki de ders çalışmaktı. Fakülteyi çok acelem varmış gibi 4 yılda, hiç uzatmadan bitirdim. İstanbul’da stajımı yaptım. Orda kalabilirdim. Staj avukatım bana ortaklık teklif etti. Çok alışıldık bir şey değildi bu. Kalmayı düşündüm ancak daha çok babamın isteğiyle Diyarbakır’a döndüm.

‘AVUKAT OLARAK HAKSIZLIĞA KARŞI ÇIKTIM’

Avukatlığa başladığınız dönemde memlekette bu kadar hukuk fakültesi ve bu kadar avukat da yoktu? Prestijli ve ‘havalı’ bir meslek olmalı. Babanız biraz da bunun için istemiş olmalı Diyarbakır’a dönmenizi.

Aynı yıl üniversite sınavına girdiğimiz yakın bir arkadaşım tıp ben hukuk fakültesini kazandım. Arkadaşım beni tebrik etmeye geldi. Bismil’de karşılaştık. “Sen de sınava girdin ne oldu?” dedim. “Ben de tıp kazandım” dedi. Hukuk fakültesi kazanmak önemliydi. Gittim, okudum, geldim. Yıllar önce hakimlik sınavını da kazandım. Mülakata çağrıldım, stajyerlik atamam yapıldı, gitmedim. Babama da söylemedim. Babam çok yoğun haksızlıklara uğradığı için oğlu hakim olsun istiyor. Hakim olsun, adil davransın istiyor. “Paran yetmezse sana ben para gönderirim. Sen yeter ki hakim ol, adil davran” diyordu. Çifte maaşla başlayacaktım hakimliğe ama avukatlığı tercih ettim.

Avukat oluncaya kadar nasıl bir ortamda büyüdünüz?

Çok Kürdi bir ortamda büyüdüm. 7-8 yaşına kadar köyde yaşadım. Çok güzel masal anlatan bir babaanne var. Masalı anlatırken yaşardı. Gece de şevbêrk olur dengbêj gelirdi. Bunların içinde büyüdüm. Kürtçe çok akıcı bir duygu dilidir. Bir şiir, bir şarkı gibidir. Ben küçükken babaannemin çîrok’larındaki Mîrze Miheme gibi hissederdim kendimi. Mîrze Miheme, doğruyu söyleyen, haksızlığa karşı duran bir kahramandır. Ara tatile gelmiştim, babaannem ölüm yatağındaydı. “Oğlumun avukat olmasını görmek istiyorum” dedi. Birkaç gün sonra vefat etti. Belki babaannemin anlattığı Çîroklardaki Mîrze Miheme karakterinin etkisi vardır avukatlık tercihimde.

'GERİ DÖNÜŞLER HEP GÜZEL OLDU'

Avukatlığa başladığınız yıllarda faili meçhuller, yakılan köyler var. Ortam çok gergin. "Keşke avukat olamasaydım" dediniz mi hiç?

1988’in Kasım-Aralık aylarında Diyarbakır’a geldim. Bismil’de ilk büromu açtım. Hemen sonra İHD’ye üye oldum. Orada çalışmaya başladım. Değişik yerlerde kendimi ifade etmeye başladım. O kadar hızlı gelişiyor ki olaylar farkına bile varmıyorsunuz günlerin nasıl geçtiğini. Evet risk büyüktü. Ama hep "İyi ki avukat olmuşum" dedim.

'KÜRTÇENİN ASİMİLASYONA DİRENİŞİ'

Siyasetle arandaki mesafeden bahsettin ama hep Kürdi tarafını da korudun. Bunun sana nasıl bir avantajı ya da dezavantajı oldu?

Belki yalnız kaldım çoğu zaman. Kimseden bir şey talep etmedim kendim yapmaya çalıştım. Hep sivil olmaya özen gösterdim. Ama Kürdi yanımı elden geldiğince korudum. Baro başkanı olduğum dönemde Diyarbakır dışında katıldığım tüm toplantılara söze Kürtçe başladım. Hatta Türkiye Barolar Birliği'nin 2011 yılında Adana’da yapılan genel kurulunda da Kürtçe konuştum. Kutsalları zedelenmiş gibi kıyamet kopardılar. Orada selamlamayı Kürtçe yapmıştım. 4 yıl sonra 2015’te Van’da yapılan genel kurulda konuşmamın tümünü Kürtçe yaptım. O gün orada Kürtçe konuştuğum için üzerime yürümeye çalışanlardan biri daha sonra Diyarbakır’a “kıymetli” bir baro başkanı olarak davet edildi ne yazık ki. Belli yerlerde yalnızlaşma yaşasam da yaşadığım toplum açısından daha saygın ve itibarlı bir yer edindim. Girdiğim her sokakta selam veren, çaya davet edenler var. Bu karşılık birçok şeyden daha değerli.

Kürtçe 100 yıldır bir asimilasyon baskısı altında. Kürtçe nasıl ayakta duruyor? Ayrıca Kürtçeyi unutmamak, konuşmak, hatta yazmak ısrarını da konuşmak isterim.

En azından Kürtçe tweet atabiliyorum. Büromuzda bir arkadaşımız Kürtçe gramere oldukça hakim. Bazen yanlış yazarım korkusundan tweet'imi önce ona atarım, "Varsa bir yanlışlık düzelt" derim. Son zamanlarda “Abi bu konuda bana ihtiyacın kalmadı” diyor.

Kürtçenin asimilasyona direnişini, Kürtçenin zenginliği ve Kürtlerin ısrarı sayesinde diyebiliriz. Ancak gittikçe zayıflıyor, 20 yıl sonra Kürtçeyi konuşanların çok sınırlı olacağını düşünüyorum. “Annem de babam da Kürtçe konuşurdu” diyen bir kuşakla karşılaşabiliriz. Dil, kazandırmıyorsa kaybeder. Hepimiz açısından böyle. Türkçeyi Kürtçeye göre daha seri kullanıyorsam, bu Kürtçemin gerilediğini gösterir. Kürtçeyi ilk dilim olarak kullanırım, iyi bir telaffuzum var. Çîrokların, dengbêjlerin etkisi var ancak Kürtçe eğitim dili olmadıkça ve ticari bir karşılığı bulunmazsa yok olmayla karşı karşıya kalacak. Kürtçeye yeterince değer verilmiyor. Toplumdaki eğitimli insanlar Kürtçeyi çok daha yaygın kullandığında değer görecekler. Son dönemlerde Kürtçe üzerinde baskı oluştuğunu ve bunun insanlarımızın dillerini kullanmalarını etkilediğini görüyoruz. Geçen gün bir meslektaşım taksiye bindiğini, şoförün telefon görüşmesini bitirdikten sonra dönüp özür dilediğini anlattı. Neden özür dilediğini sorduğunda ise, telefonla zorunlu olarak Kürtçe konuştuğu için özür dilediğini söylüyor. Geçen hafta Diyarbakır’da yaşanan bir olaydır.

2015’te İstanbul’a barışla ilgili konferansa gitmiştim. Orada ilk kez, vapurda telefonda biriyle Kürtçe konuşurken tedirgin olmuştum. Biriyle gereksiz bir tartışmaya girmekten çekindim. İngilizce veya başka bir dil konuşsanız dikkat çekmez ama Kürtçe konuşsanız dikkat çeker. Toplumda böyle bir algı var. Kızımla 4 yaşına kadar hep Kürtçe konuştum. Kreşe gittiğinde Kürtçe konuşmak ayıpmış gibi çocuğa baskı uygulanmış. Çocuğa baskı uygulandığı için Kürtçe konuşmaktan kaçınmış, bunu sonra fark ettim. Günlük yaşamımda birçok yerde Kürtçeyi kullanmaya özen gösteriyorum. Son dönemlerde çok fazla Kürtçe kitap, öykü, roman, dergi basılıyor olabilir. Ama ne kadar okunuyor, onu bilmiyoruz.

Kayyımların ilk icraatlarından biri Kürtçe kreşler oldu. Kayyımların Kürtçeye nasıl bir etkisi oldu?

Kayyımın önemli amaçlarından bir tanesi de budur. Belediyelerin son zamanlarda Kürt diline ve kültürüne yönelik çalışmaları vardı. Kürtçe tiyatro, konservatuar, kreşler açılmıştı. Kayyımların ilk yaptığı şey bunların önüne geçmek oldu. Mesele sadece toplumun iradesine el koymak değil, diline ve kültürüne de el koymaktır. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne atanan kayyımın ilk işi, belediyenin Kürtçe tabelasını kaldırmak oldu. Tepkiler üzerine Kürtçe alta yazılarak tekrar asıldı. İkinci kayyım döneminde Sevgili Selçuk Mızraklı’nın başlatmış olduğu yaya ve trafik işaretlerini Kürtçe yazma girişimi kayyım tarafından sonlandırıldı. Kürtçe yazılan “Peşî peya”yı silinerek, “önce yaya” ile değiştirildi. Bu durum, kayyımların umumi müfettiş olduklarının da göstergesidir.

'KÜRTÇE VE TÜRKÇE ŞİİR OKURUM'

Edebiyatla aranız nasıl?

Okurum. Diğeri yani yazmak haddime değil. Lisede şiir yazan kendini şair sanır. Ben hiç denemedim. Yazmadım. Bazıları, söylediklerinin şiirsel bir akışı var, dediler ama gaza gelmedim.

Neler okuyorsunuz?

Kürtçe şiiri çok seviyorum. Kürtçe yazan bütün şairlerin şiirlerini mutlaka okurum, kitaplarını alırım. Klasik Kürt şiirini de severim elbette. Melayê Cizirî, Feqîyê Teyran’ı da okurum. Kürtçenin lirik bir dil olduğuna inanıyorum. Bir hikayeyi bir kilamla anlatmasının etkisi olabilir. Lawikê Metînî için bir roman yazabilirsin ama kilamla söylüyorsun. Berken Bereh, benim için çok özel bir şair. Kürt kadın şairlerden Fatma Savcı ve Gulîzar’ı çok severim. Güney’de Abdullah Peşêw benim için favoridir, vatan şairi gibidir. Şêrko Bêkes, ayrı bir ekoldür. Arjen Arî de özel bir şairdir, nur içinde yatsın. Cigerxwin okumayan Kürt var mıdır? Sevgili Selim Temo’yu unutmuş değilim. Abdulla Peşêw’in dediği gibi “Kürtçe gibi bir dil duruken Kürtlerin başka dilde şiir yazmalarını anlamıyorum." Bazen büroda, cuma günleri hepimiz bir aradayken, “Arkadaşlar, bir müzik koyun, şiir okuyalım” diyorum. Ruh tazelemesi gibidir. Bir yanıyla da kültürümüzü korumaya dönük bir tutumdur. Türkçe şiiri de seviyorum. Ahmed Arif, Hicri İzgören, Hasan Hüseyin’i severim. Cemal Süreya’yı kim sevmez?

'DOĞU PERİNÇEK’İN AVUKATI OLMADIM'

34 yıllık avukatlık hayatınızda "Asla unutmayacağım" dediğiniz bir kötü ve "İyi ki avukat oldum" dediğiniz bir hatıranızı anlatır mısınız?

Çok olay ve dava var ama birini anlatmak gerekirse; 1994 yılında bir arkadaşım geldi. Kirvelik de var. Kız kardeşi cezaevinde. “Ne oldu” dedim, “Annemi tutukladılar” dedi. Espri yaptım, “Baban mı ihbar etti” diye. Mesele şuymuş: Anne Urfa Cezaevi’ndeki kızının görüşüne gitmiş. Kızı ona bir çanta dolusu elbise veriyor, Diyarbakır Cezaevi’ndeki arkadaşlarına götürsün diye. Elbisenin içinde bir not çıkıyor. Anneyi yakalıyorlar. Eski DGM’de koridora getirildiğini gördüm. Duruşma salonu önünde elini kelepçeli gördüğümde, tabi ki annemi görür gibi oldum, o kadar zordu benim için. Savcı köken olarak Kürt idi ve ceza istedi. Öyle bir sıkıntılı durumdu ki, savunma için süre istesem anneyi tekrar bir daha kelepçeleyip, götürecekler. O anneyi bir daha mahkeme salonunun kapısında kelepçeli görmek istemiyorum. Savunma yaptım ve beraat etti. O anneyi bir daha kelepçeli görmedim.

Bu meslekte yaptığım iyi şeylerde var tabii. Evet, iyi bir hatıram da var. 1990 yılında Doğu Perinçek, Diyarbakır’da tutuklanmıştı. İddia, bölücülük propagandasıydı. "Ortak vekaletname çıkarılacak, konu ifade özgürlüğüdür, sen de gel" dediler. “İfade özgürlüğüne evet ama Doğu Perinçek avukatlığına hayır” dedim. Meslek hayatımda yaptığım en doğru şeylerden biriydi. Bugün parlamenter olan bir arkadaşımız yıllar sonra sosyal medya hesabından “Hayatımda yaptığım en kötü şeylerden biri Doğu Perinçek’in avukatlığını yapmak” dedi. Hayatta bazen doğru şeyler de yapıyorsunuz.

Cezaevlerinde yine açlık grevi var. Açlık grevi eylemiyle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?

Ben yaşamı çok kutsallaştırıyorum, tüm canlılar açısından söylüyorum. Ben insanın kendi bedenine eziyet ederek, eylem yapmasını doğru bulmamışımdır. Cezaevinde yaşananların da iç açıcı olmadığının farkındayım. Avukat olarak cezaevlerine temas ediyorum. Açlık grevinin bedenler üzerinden bir eylem olmasından çıkarılması gerekir. Bu eylem tarzına bir son verilmesini arzu ediyorum. Diğer yandan yaşanan hukuksuzlukların sonlandırılması gerekiyor. Bunun için de sadece cezaevinde mahpus olan, özgürlük isteyen kişiler değil, onların özgürlüklerinin kısıtlanmaması için mücadele eden avukatlar ve meslek örgütleri barolar ve insan hakları örgütleriyle toplumun diğer kesimlerinin de ciddi bir duyarlılık göstermesini bekliyorum.