Mehmet Fırat Pürselim: İnsanlara can yeleği olur diye bu öyküleri yazmaktan fazlası elimden gelmiyor
Mehmet Fırat Pürselim'in son kitabı 'Sakarmeke', İthaki Yayınları tarafından yayınlandı. Pürselim'le 'Sakarmeke'yi konuştuk.
DUVAR - 2011 yılında yayımlanan 'Hayat Apartmanı' adlı öykü kitabıyla 2012 Naim Tirali Öykü Ödülü’nü, 2016 yılında yayımlanan 'Akılsız Sokrates' adlı öykü kitabıyla da 2017 Türkan Saylan Sanat Ödülü ve 2017 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü kazanan Mehmet Fırat Pürselim, 70’lerin tam ortasında doğar. “Dedem hâkimdi ve felç geçirip dışarı çıkmayı reddettikten sonra sokağa açılan penceresi ben oldum” diyerek anlatmaya başladığı çocukluk günlerine, “O ise benim dünyaya açılan kapım. Hukukçu olmak o yüzden kaderimdi” sözleriyle devam ediyor.
“Herman Melville, Moby Dick’te herkes öldükten sonra yaşananları anlatması için İsmail’i geride bırakır ya, İsmail olmak kaderimdi” diyen Pürselim’in son kitabı 'Sakarmeke', İthaki Yayınları’ndan yayımlandı. Adını bir kuştan alan kitap, göç, aidiyet ve uyumsuzluk gibi temaları merkezine alıyor. Yazarla bir araya geldik ve 'Sakarmeke'yi konuştuk.
Bugüne değin kaleme aldığınız hemen her edebi çalışma çeşitli platformlar tarafından ödüllendirildi. Bu durumun size yansıması nasıl oluyor? Rehavete kapıldığınız oluyor mu?
Yaptığın bir şeyin kıymetinin bilinmesi mutluluk verici elbette. Hukukçu yanımla söyleyecek olursam, yazarken çekilen ıstırapların manevi tazminatıdır ödüller. Orhan Kemal, Türkan Saylan, Naim Tirali… gibi isimlerle adının birlikte anılması aynı zamanda büyük sorumluluk. İlk dosyamı hazırlamamla ilk kitabımın çıkması arasında geçen on yıllık süreçte çok düştüm, çok kırıldım. İşte o dönemde kolumdan tutup yerden kaldıran güç oldu ödüller. Edebiyat dağına küsüp iki - üç yıl hiçbir şey yazmayarak kendime eziyet ettim, ben böyle iyiyim, diye yalan söylemeyi de ihmal etmedim. Kitapçıdaki bir dergide gördüğüm yarışma ilanı içimdeki uyumuş perilerin yeniden kanat çırpmasına sebep oldu. Son katılım tarihi gelmek üzereydi, eski öykülerimden birini postaladım. Ödül alamazsam kalemimi kıracağıma söz verdim.
İnsanın en büyük hataları usta olduğunu düşündüğünde yaptığına dair yazılar okudum. Yani rehavete kapıldığında. Böyle bir lüksüm olduğunu düşünmüyorum. Kendimle yarışımda geride kaldığımı düşünürsem devam etmenin de bir anlamı kalmaz.
Kitaba ismini verdiğiniz 'Sakarmeke', bir kuş türü aslında… Siz de bu isimden yola çıkarak bir temsil yaratıyor ve göçün merkezinde olduğu bir hikâyeyi kaleme alıyorsunuz. Kavramsal olarak bakıldığında göç, bir yolculuğu nitelediği kadar, ait olamamayı belirtmez mi? Siz nasıl yorumluyorsunuz bu hususu?
Göç, hiçbir yere ait olamama, her yere yabancı olma, gittiğin yerde kök salamama fakat geri döndüğünde de köklerini bulamama hali. Çağımızın laneti belki de. İnsanlık tarihinde göçler her zaman olagelmiş iklim, savaşlar, daha iyi yaşama arzusu insanları doğduğu topraklardan bilmedikleri yerlere sürüklemiş. Ama eski zaman göçleri toplu halde olmuş, yani toprağını terk eden ama kökünü yanında götüren bir orman gibi. Günümüzdeyse bireysel olarak göçüyorsun. Tıpkı betonların arasında güneş ışığına mendil açan bir peyzaj ağacı gibi. Ki o ağacın iki gün sonra yol genişletme çalışmasına feda edilmeyeceğinin de hiçbir garantisi yok.
Kitapta tartıştığınız ev, ayrıksı durmak/olmak, yol, ait olamamak gibi temalar, akla yazarın gündemi meselesini getiriyor. Son yıllarda özellikle Suriyeli sığınmacılar/mülteciler meselesi can acıtıyor. Özellikle TV’de Avrupa’ya kayıt dışı yollarla gidiş sürecinin canlı verilmesi, göç yollarında perişan olmaları ziyadesiyle üzücü. Bir yazar olarak, bu gündemin sizi etkilemesi ve ardından farklı temsiller üzerinden bir göç hikâyesi yazmanız düşünülebilir mi? Ne dersiniz?
Suriyeliler, Afganlar, Afrika’dan, Türki Cumhuriyetlerden gelenler aslında yanı başımızdalar ama biz ancak Aylan bebeğin cansız bedeni kıyıya vurunca onları görebiliyoruz. Ken Loach, sığınmacılar/mültecilerle ilgili bizi sarsıp sorgulatan filmler yapmıştır. Bir sömürü düzeni var. Ki sömürüyü burada sömürgeyi çağrıştırsın diye bilerek kullandım. 1960’larda Almanların beğenmediği işleri Türkler yapardı, şimdi ülkemizde vatandaşlarımızın beğenmediği işleri hem de çok daha ucuza hem de sosyal güvenlik olmaksızın göçmenler yapıyor. İşlerimizi bedavanın bir tık üzerine yapmalarından memnunuz ama yüzlerini görmek pek de hoşumuza gitmiyor. Türkiye kıyılarında göçmen tekneleri batıyor, üç beşi canını kurtarıp kayalıklara sığınıyor. Balıkçılar, yatlar, gezi tekneleri etraflarından geçiyor ama görmek istemiyorlar. O insanlara belki can yeleği olur diye bu öyküleri yazmaktan fazlası ne yazık ki elimden gelmiyor.
Kitabınız tür bakımdan öykü olsa da hayli uzun hatta novella formunda anlatılar da var. Biçim-içerik tartışması sanat var olduğundan beri tartışılıyor. Hem öykü hem de roman yazan biri olarak, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Evvela, biçimi belirleyip mi yola çıkıyorsunuz, yoksa biçim zamanla mı oluşuyor?
Genellikle kafanızdaki kurguyla birlikte metnin biçimi de kendini belli ediyor. Ki ben yazacaklarımla vedalaşmadan önce uzun süre kafasında gezdiren biriyimdir. Bu kısacık bir öykü olur, vuran ve geçen. Bunu ancak roman oylumunda anlatabilirim araya bir sürü yan karakter ve olaylar katarak. Tabii anlatıcının dilini bulmak da önemlidir: Tanrı anlatıcıyı susturup ben mi anlatsam, ikinci tekille sanki öykü de dilini buldu. Yoğun bir atmosfer mi yoksa sade bir anlatım mı? A, B’yi sever, B, C’ye âşıktır, D… Fakat bu D de nereden çıktı? Siz kurguyu elbette en başında belirlersiniz ama kurmacaların da ruhu vardır ve hepsi de sözünüzü dinleyecek kadar uysal değildir. Netice itibariyle genel olarak kafanızda her şeyi belirlediğinizi düşünerek Roma’ya gitmek üzere yola çıkarsınız ama metin bazen sizi Kabil’e götürür.
'SOKAKTA GÖRDÜĞÜNÜZ GERÇEK İNSANLARIN HİKÂYELERİNİ ANLATIYORUM'
Diyalog, insanın sosyal yanına dair önemli göstergelerden biri. Bu yanıyla gerçeklik içinde de yeri büyük. Bazı bölümlerde anlatıcıdan ziyade, diyaloga ağırlık verdiğiniz, karşılıklı konuşmalar yoluyla hikâyeyi aktardığınız görülüyor. Bazılarındaysa hemen hiç diyalog yok. Sizce diyalog, anlatılan hikâyeyi daha gerçekçi kılar mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bir şey anlatmak istiyorum: Bir akşam hem hukukçu hem yazar olan iki arkadaşımla otururken yan masadaki Abdül isimli bizlerden yaşça büyük bir abi de önce kulak misafiri, sonra masa misafiri oldu. Neyse bir süre sonra, siz hiç yazar gibi konuşmuyorsunuz diyerek tepki gösterdi. Yazar nasıl konuşur, diye sorunca, kitap sayfalarındaki diyalogları tekrarladı. Shakespeare’in dili müthiştir, ondan aldığınız hazzı çok az metinden alırsınız ama sokakta böyle konuşan kimseyi bulamazsınız. “Eğer sevgin azalacaksa gittikçe çoğalan aşkımdan, bırak avcılar çıkarsın kalbimi yerinden! Sök at ne varsa; çamura bulanmış sevdaları, bu dağların ceylanlarını, kana susamış kontları ve senden arta kalan şu cılız bedenimi! Yok et benim olmadığım bütün şatoları. Görebileceğin bir şey kalmasın benden kalan.” Juliet bile bugün yaşasaydı böyle konuşmazdı. Ben sahici, sokakta gördüğünüz gerçek insanların hikâyelerini anlatıyorum; küfür de ediyorlar, dilbilgisi kurallarına da karşı çıkıyorlar, kitabi konuşmuyorlar ama hayat kitabından bir sayfa gibi bize laf atıyorlar. Roland Barthes 'Yazma Arzusu'nda dilin faşistliğinden dem vurur: “Konuşma ve yazı dili bir düzenlemedir. Onu düzene sokan dilin kanunlarıdır. Her dil bir sınıflandırmadır ve her sınıflandırma sıkıcıdır… Dil bizzat yapısı ile insan düşüncesini çarpıtan bir mahiyete haizdir. Bütün konuşma ve yazma şekillerini içine alan dil müessesesi, ne gerici ne ilericidir, düpedüz faşisttir. Bu durumda bizim yapacağımız şey dili bozmaktır. İnsanı baskıdan kurtaran bu oyunbozanlık dilde sürekli devrim, bence edebiyatın tam kendisidir.”
Kitabınızın genel havası bir ağıt izlenimi uyandırdı bizde. Bu aynı zamanda bir gelenektir de bu topraklarda… Yitip gidenlerin, bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kalanların ardından ağıt yakılır. Günümüzde bir roman yazarı, geçmiş zaman dengbejleri/anlatıcıları gibi sanatıyla ağıt yakar mı?
Yıllar önce Burhan Sönmez, Batılıların “storyteller” dediklerine benzer bir hikâye anlatıcılığı mayam olduğundan bahsetmişti. Köy evine gelen destancılardan ziyade, kentin loş meyhanelerinde konuşanların diline yakın durur, demişti. Eski zamanlarda yaşasaydım, köy köy gezen bir dengbej/anlatıcı olmak isterdim. Günümüzde kısmetime şehrin ama şehrin arka sokaklarının öykülerini anlatmak düştü. Bu bir ağıt mıdır yoksa Marx’ın da seslendiği gibi ‘de te fabula narratur/Anlatılan senin hikâyendir’ midir bilmiyorum. Fakat anlattıklarımın karanlık bir yanı olduğunu biliyorum. Gel gelelim pek aydınlık zamanlarda yaşadığımızı da kimse söyleyemez.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Beni çok heyecanlandıran bir roman üzerinde çalışıyorum. Henüz basılı kitabımın olmadığı dönemde, dosyamı kabul eden yayınevinde yayımlanma sıramı bekliyordum. Bu sırada aklım hep çıkacak dosyada olduğundan elim kaleme de pek gitmiyordu. Bir yıl, iki yıl derken… baktım olmayacak, dosyayı kafamdan uzaklaştırmak için başka bir şeyler karalamaya karar verdim. O dönem romanın ilk halini yazdım. Her ‘erkek yazar’ bir gün baba ve oğul çatışmasını anlatacaktır, emri doğrultusunda kaçınılmazı kâğıda döktüm. Çok içime sinen yerleri olduğu gibi sıkıldığım ve okuru da sıktığım yerleri oldu. Dosya halinde hep masamın üzerinde yeniden yazılacağı günü bekledi durdu. Nihayetinde yıllar sonra kendimi hazır hissediyorum. Yukarıda konuştuğumuz gibi dilini, kurgusunu, atmosferini kurmacanın tüm unsurlarını yerli yerine oturttum. Akmayan kısımlarıyla ilgili çözümler buldum. Diliyle ilgili net karara vardım. Havada kalan yanlarını ayakları üzerine yerleştirdim. Dönem okumaları yaptım, defterler dolusu hiç kullanmayacağım notlar aldım, tüm taslağını bir mühendis gibi çıkarttım. Bir süre onunla git - gelli, çatışmalı – uyumlu, parçalı bulutlu bir hayatı paylaşacak gibiyiz.
Öte yandan bu pandemi günlerinde hayat herkes gibi benim için de zor geçiyor. Eski maskesiz, sosyal mesafesiz günleri özlüyorum, bu sırada da kitaplar, filmler en büyük destekçim oluyor.