Mektuplar, günlükler ve mülkiyet: Bilge Karasu’nun mektupları
Yazarı herkese sunduğu metinler üzerinden değerlendirmek yeterli değil mi? Yazarın gündelik yaşamı, kendi eliyle kamusallaştırdığı metinleri anlamak için araca dönüştürülebilir mi, mümkün mü bu?
Mektup kimindir? Günlük kime aittir? Kim(ler) üstünde sahiplik iddiasında bulunabilir? Mülkiyet ilişkileri burada geçerli olmak zorunda mı? gibi sorular Bilge Karasu’nun Enis Batur’a Mektuplar ve Ankara Yazıları'nın(1) yayınlanmasıyla yeniden gündemime girmiş oldu. Hoş daha önce yayınlananlar da vardı (Haluk’a Mektuplar)(2) ve başkalarının mektupları da; ama belki üzerlerine bu kadar düşünmemiştim. Mektupların yayımlanması bana da olağan gelmişti.
Mülk nedir? En basitiyle bir yere-bir şeye ait olan ve kullanım hakkı onda olan, üstünde söz sahibi olunan şey. Daha karmaşık tanımlar yapmak da mümkün. Mülksüzlük ise sahiplikten arınmış olmak, pazarın olmaması. Mülke dönüşüm kara bir delik gibi varolanları ve yeni keşfedilenleri içinde eritiyor. Sanal evrenin, dokunulmayan ama hissedilen evrenin metaya dönüşmesi gibi. Pazar için üretilen her şey üzerinden mülkleştirme işlediği gibi daha bireysel yaratılar olan mektuplar ve günlükler üstünden de işliyor ve bunun da uzun bir tarihi var.
Mektupların yayınlanışı yeni bir şey değil. Benim ilk aklıma gelenler Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Kafka’nın mektupları. Kafka’nın Milena’ya mektupları ilk defa 1952 yılında yayınlanmış. Her ikisi de öldükten sonra ve kimseye zarar vermemek için bazı bölümleri çıkarılarak. Sonrasında, 1986 yılında ise oldukları gibi. Kafka ya da Milena’nın yayınlanmalarına dair bir bildirimleri yok, istekleri de; ama yayınlandılar ve biz de okuyoruz. Elbette mektuplar saklanmış denilebilir. Bu saklama halinin, yok etmemenin, günün birinde bulunmaya dair bir inancı içinde beslediği düşüncesi belirmiyor değil. Kendi elinin yok etmeye kıyamadığı şeyi bir başkasına havale etme isteği de olabilir. Öte yandan saklama işi başkalarına dair olmak zorunda mı, neden bireye özgü bir durum olmasın? Sadece kendisi için alıkoyduğu, alıkonan. Ama işte bazı mektupların bir alıcısı var, değerleri. Bazı insanlar artık herhangi biri değildir. Kamuya mal olmuştur, varoluşları kamusallaştırılmıştır ve bundandır ki yazdıkları her şey okuyucuya ulaşmalı denilebilir? Mahremiyet hakkının dışında kalan bir varoluşun tasarlanması.
Mektupları neden okuyoruz? Sevdiğimiz yazarın dünyasına biraz daha girme isteğiyle, biraz daha tanıma, birlikte yürüme ve yolculuk etme. Bazen nefret ettiğimiz, bazen hayran olduğumuz kişilere ilişkin merakı da unutmayalım… Bizimle paylaştıklarının dışında kalanları bilme, daha fazlasına ulaşma isteği. Kimi zaman dönemi anlama uğraşı, ama belki de daha çok mahremin içinde olma, o evde dolanma, arkadaşlarıyla tanışma, sohbetlerine katılma.
Mektupların neden yayınlandığını biliyoruz az çok ama yayınlanmalı mı? Aslında karar verenler de bu konuda bir muhasebeye girmiyor değil. Haluk’a Mektuplar’da mektubu alanın kendisine bu soruyu sorduğunu ve ardından evet bana söylenenler başkalarına da ulaşmalı ile biten bir değerlendirme yaptığını biliyoruz-okuyoruz. Yine de sadece birine-pek çok insan arasından seçilen birine yazılan cümleler neden kamusallaştırılır. Bilge Karasu mektupları arkadaşa-yakın bilinene yazmış; okurken belki de bir ayıklama yapılmıştır diyorum, kitabın sonuna geldiğimde yapılmadığını öğreniyorum. Haluk’a yazdığı mektupların birinde “biliyorum bu söylediklerim aramızda kalacak” cümlesine gözüm ilişiyor, başka cümlelere olduğu gibi. Söylenenler aralarında kalmadı, ben de biliyorum artık diyorum ve başkaları da. Duymuyor değilim okuyorsunuz işte, okuduğunuza göre bir ihtiyaç olsa gerek… Bu neden gözetilmesin. Sorumluluğu talep edene, okuyana atan bir yaklaşım. Edebi değeri olan bir metni neden yayınlamayalım da denilebilir. Mektuplar herhangi bir edebi metin midir? Sadece birine yazılıyorsa.
Mektuplar her ne kadar herkese değil salt bir özneye gönderilse de, artık yazandan çıkıp gönderilenin olmuştur denilebilir; belirli bir özne-kişi ile sınırlandırılsa da başkasınındır. Bu gönderme, iletme hali, başlarken kendi dışında birine seslenme hali belki de sahipliği değiştiriyordur. Mektubun sahibi yazan değil, iletildiği an yazılandır. Eğer bir mülkiyet söz konusu ise sahip olan mektubu alandır. Hakim mülk ilişkileri düşünüldüğünde herkes sahip olduğu şeyi istediği gibi kullanabilir elbette.
Günlükler ise bambaşka. İnsanın salt kendisi için yazdığı metinler, belki başa çıkmak ya da dayanmak, huzura ermek, açıklığa kavuşmak için yazılan, pek çok başka neden de olabilir; ama sonuçta başkasına gönderilmeyen-iletilmeyen, verilmeyen, salt kendisi için yazılanlar neden yayınlanır? Bu sorunun cevabı da açık elbette ve mektuplardan farklı değil. Kimin böylesi bir hakkı, kamusallaştırma hakkı olabilir? Şuan bu hakkı elinde tutanlar tutmalı mı? Belki de günlüğü tutan yayınlanması için yazdı diyeceksiniz, ama bunu bilemeyiz. Söylenmemiştir, kimseye emanet edilmemiştir, belki de arada bakmak için varlıklarına izin verilmiştir, ve bu arada bakma nedeniyle varoluşlarını sürdürüyorlardır. Sonra beklenmedik ölüm gelir, planlandığı-hazırlık yapıldığı zamanda bile hep ansızın gelendir sonuçta ve yazdıklarınız orada kalır. Sonra defterler karıştırılır, eşyalar, kütüphane ve onunla-günlükle karşılaşılır. Okunur, okunmayanı yoktur muhtemelen. Ve günlüğü tutan kişiyle var olan bağ, genelde kan bağı ve/veya hukukla belirlenmiş ilişkiler sistemi olan aile bağı oluyor bu, mülkiyetin kendiliğinden ona-bulana geçmesini sağlar. Bir de bakarsınız ki eşinin-babasının-annesinin kendisini tüm çıplaklığı ile, elbette bu da muğlaktır, ifade ettiği metinler yayınlanmaya karar verilir. Kan-evlilik-aile bağı üzerinden yakın olan her kim ise, mülk-günlükler ona geçer. Metin önce mülke dönüştürülür ve ardından herkesin kullanımına açılır. Günlükler üzerinden yargılamalar başlar (bakınız Bronislow Malinovski’nin(3) günlükleri), salt yazarın kendisi değil, günlüklere konu olan kişiler de bundan nasibini alır. İnsanın kamusal hayat ile kurduğu bağ sorgulanır, ki bu bağ elbette belli kuralları içinde barındırır. Sonuçta hiç birimiz kendi içimize dönüp baktığımızda olan biteni tam olarak-hissettiğimiz biçimde kamusal alana, kişilerle olan ilişkilerimize yansıtmıyoruz. Bunu istemiyoruz belki ya da ilişkilerin sürdürülmesi için zorunlu görüyoruz. Burada kamusal alanı bireyin dışarıya adım attığı ilk an, kendi dışıyla iletişim kurduğu ilk andan başlayarak ele alıyorum. Karşılaşmaların-ilişkilerin sürdürülmesi az biraz gizlenmeyi ya da maskeleri gerektirir.
Sylvia Plath’ın yazdığı günlüğün mülkiyeti kocasına geçmişti, o da belli bölümleri yok sayarak yayınlamıştı. Sonra günlükler özgün halleri ile de yayınlandı. Yazarı herkese sunduğu metinler üzerinden değerlendirmek yeterli değil mi? Yazarın gündelik yaşamı, kendi eliyle kamusallaştırdığı metinleri anlamak için araca dönüştürülebilinir mi, mümkün mü bu? Günlükler yapıtları değerlendirmekten, dönemi anlamaktan öte kamusal alanda apaçık söylenmeyeni duymaya dair bir tutku galiba. “Steril” olmayan hayatların izini sürme uğraşı, saklananı bulma. Hiçbir şey gizli kalmamalı, madem yazdınız!
Elbette burada yayınlanmak için yazılan, günlük tutmayı tarihe not düşmek olarak gören yaklaşımları bir tarafa bırakıyorum. Max Frisch kendi tuttuğu günlüklerin, Berlin Günlüğü, üzerinde çalışılmış bir kitap olduğunu söylemiş örneğin. Böylelikle bir nevi günlük olmaktan çıkarmış. Bizde de bunun örnekleri var.
Yeniden mektuplara bakıyorum: Enis Batur’a Mektuplar’a. Evet Haluk’a Mektuplar'da olduğu gibi sonuna kadar okudum, 3 saat boyunca kıpırdamadan. Çelişki olduğunu bilerek. Hep söylenir ya, mektuplar kıyıda köşede kalmış şeyleri gösterir, dönemi anlamamızı sağlar ve yazarın dünyasına girmemizi. Enis Batur’a yazılan mektuplar bunu sağlıyor mu diye düşünmeden edemedim. Dönemin Ankara’sına ilişkin neyi sağlıyor? Belki edebiyatın nabzının attığı yer, belki o da. Bir tarihe, döneme tanıklık ediyor mu, hangi boşluğu dolduruyorlar? Ne başa eklenen röportaj ne de sondaki Ankara yazıları kanımı değiştirmiyor. Ki nedense bu bölümlerin de “olmayanı”, “eksikliği” mi demek gerekir, gidermek için orada olduklarını sanıyorum. Kimi yerlerde az buçuk bir yoğunluk yok değil… Ama Haluk’a Mektuplar'daki yoğunluğu bulmak ne mümkün. Bilmiyor değilim mektup da yazılana göre değişiyor, verilen yanıta göre biçimleniyor. Aynı haberi aynı olayı farklı kişilere farklı aktarmıyor muyuz biz de. Dönüştürerek, yeniden yazarak… Haluk’a Mektuplar'ı büyük bir şevkle okuduğumu, Bilge Karasu’nun iki kişilik kuytuluk bulma arayışına eşlik ettiğimi, eşlik etme istediğime engel olamadığımı söylemek isterim. Tutarlı olmaya çalışsam da, sürekli kendime neden okuyorum diye sorsam da, bu böyle.
Mektupların-günlüklerin yayınlanması üzerine öncesinde de yazılmıştır, bu konu tamamen kapatılmış da olabilir. Ama işte bazen geçmişte yapılan tartışmalar yeniden gündeminize giriveriyor. Hem de artık mektup yazılmayan bir döneme girmişken. Cezaevleri dışında mektup yazılan-alınan bir yer kalmış mıdır? 2000’li yıllarda bildiğim bu pratiğin şuan ne kadar yaygın olduğundan emin değilim. Mailler-iletiler mektup olarak değerlendirilebilinir mi? Mektubun yerini tutuyor mu? Yarın birileri yazılan mailleri yayınlama yoluna gidebilir mi? “Bana yazıldı ve benimdir” diyebilir mi diye düşünmeden edemiyorum. Buna hakkı olacak mı, olmalı mı?
NOTLAR:
(1) Enis Batur’a Mektuplar ve Ankara Yazıları, Metis Yayınları, Mart 2024
(2) Bilge Karasu Haluk’a Mektuplar, Metis Yayınları, Ekim 2020
(3) A Diary Strict Sense of the Term, Routledge, 2013