Meleğin üç dileği
İnsan yoğunlaştıkça kendini tamamlar. Örneğin üç yüz sayfalık bir romanı geceden başlayıp sabahın ilk ışıklarına dek okuyup bitirdiğinizde, ya da masanızdan kalkmadan ve hayatın hayhuyuna aldırmadan üç dört saat kesintisiz çalıştığınızda, içinizdeki akışı dünyanın ritmine uydurduğunuzda, o yoğunluk sizi dünyada gerçekten var olduğunuza inandırır.
1.
Wim Wenders’in nefis filmi Berlin Üzerinde Gökyüzü’nde (Der Himmel Uber Berlin), insan olmak isteyen melek (Bruno Ganz) diğer meleğe (Otto Sander), isteği gerçekleşirse, ilk gün yapmak istediklerini şöyle listeler:
Kahve içmek, bir Türk berberine gitmek ve parmakları mürekkepten kararıncaya kadar gazete okumak… Ne güzel bir liste.
Asırlardır dünyayı ve insanı gözleyip duran bu iki melek, hayatlarımızın bütün inişlerini çıkışlarını, engebelerini tanımıştır. Küçük mutlulukları, zevkleri, hırsları, acıları, vazgeçişleri, unutuşları bir tamam öğrenmişlerdir. Buradan yola çıkarak bir insaniyet kütüphanesi inşa etmek işten değildir.
Düşünün bir, ne muazzam bir kütüphanedir bu. Müthiş bir bellek, bir ayrıntılar kütüphanesi…
2.
Ganz’ın meleğiyle arkadaş olmak isterdim. Binlerce yıllık kütüphanenin güncel istek fişine yazdığı üç maddenin üçü de benim zevkime uygun, hatta uygun ne kelime, tıpatıp benim zevklerim…
Bir yandan insanca zevkler bunlar… Zevkten de öte ihtiyaç. Basit ihtiyaçlar. Sözgelimi berber dükkânı, sadece bir saç sakal kestirme yeri değildir; insanların muhabbet ettiği, kaynaştığı yerler de. Muhabbet de görüntü gibi iç içe geçen aynalarda çoğalır, sonsuza gider. Kahvehanelerde olduğu gibi.
Kahve, gazete, muhabbet… İnsan kendini bu yollarla yeniden üretir, her gün yeniden inşa eder.
Filmdeki meleğin de bildiği üzere, insan olmak için bunlara ihtiyaç duyarsınız. Kahveye, gazeteye, muhabbete… Zevke, habere ve birbirinize… Bunları gündelik küçük kazanımlara, minik mutluluk dozlarına çevirebildiğinizde ise ihtiyaç karşılamanın ötesine geçersiniz; insan olmanın tadına varırsınız.
Sonrası yoğunluktur. Parmakları mürekkepten kararıncaya kadar gazete okumak… Ne güzel bir tarif, değil mi? Zevkle ihtiyacın müthiş bir karışımı.
Şu an birçok insana manasız gelecek bu dileği öyle iyi anlıyorum ki… Parmakları mürekkebe bulamak, dünyadan haber veren bir gazeteye dünyanın kendisini unutacak kadar sığınmak bir iptiladır. Bir yoğunlaşma arzusudur.
Yoğunlaştıkça kendinizi tamamlarsınız. Örneğin üç yüz sayfalık bir romanı geceden başlayıp sabahın ilk ışıklarına dek okuyup bitirdiğinizde, ya da masanızdan kalkmadan ve hayatın hayhuyuna aldırmadan üç dört saat kesintisiz çalıştığınızda, demek ki içinizdeki akışı dünyanın ritmine uydurduğunuzda, o yoğunluk sizi dünyada gerçekten var olduğunuza inandırır.
Melek haklıdır. Parmaklarınızı mürekkebe bulayıncaya dek gazeteye okumak sizi ferah limanlara çıkarır.
3.
Bu insanca zevkler, çoğu kez tesadüflerle taçlanır.
Yıllar önce Roma’da bir arkadaşımızın evinde, eşimle birlikte üç dört gün geçirdiğimizde, mahalledeki bir kafenin, kısa süreliğine de olsa müdavimi olmuştuk. Kafenin menüsü İtalyanların fıp fıp diye içlerine çekiverdikleri espressodan ibaret değildi sadece; çok güzel sandviçler ve hamur işleri de müşteriye sunuluyordu. Gazete ve kitap da satılıyordu, CD ve plak da. Sigara, tütün ve ıvır zıvır daha birçok şey de…
Paul Auster’in Wayne Wang’la beraber yönettiği ‘Blue in the Face’ filmindeki mekân biraz böyledir. İşte bizimkisi, onun daha güzeli, daha rahatı, daha İtalyan’ıydı. Müşteriler birbirini tanıyordu. Klasik laftır; insanlar, orada evlerinin salonundaymış gibi takılıyorlardı. Biraz pejmürde bir salondu ama pejmürdeliğiyle tatlıydı. Çabasız şıktı. Gürültülü değil uğultuluydu. Ruhumuza uygundu. Roma’yı keşfe çıkmak istemesek sabahtan akşama dek orada oturmak, girip çıkanı seyretmek, dahası onlarla konuşmak isteyeceğimiz bir yerdi. Eminim, birçok kişi orayı sırf bunun için kullanıyordu.
Oturmak, seyretmek, okumak, müzik dinlemek, yemek içmek, konuşmak, buluşmak ve yaşamak için… İnsan olmak, insanca yaşamak için…
Aradan yıllar geçti, öyle bir yeri bir daha hiç görmedim. Güzel kafeler, restoranlar; mahalle kitapçıları, plakçıları; binbir çeşit ürün satan büfeler gördüm ama hepsini bir araya getiren ve insanları çabasızca buluşturan böyle bir mekâna bir daha rastlamadım. Dahası, Roma’daki bu mekânın benzerlerinin, bugünkü yaşantımızda neden var olmadığını hiç anlayamadım.
4.
Ruhuma çok yakın hissettiğim bu melek, Berlin’de değil Roma’daki insanları gözleseydi, listesine o mekânı da eklerdi. Bundan eminim.
Ben de onun listesine, demek ki kendi listeme, fazladan bir madde daha eklemek istiyorum. Hazza ve ihtiyaca dair bir madde. Bir insan olma maddesi…
Bir sofrada olmak isterim. Dostların arasında. Hikâyeler anlatılsın, hikâyeler anlatayım isterim. Yenilsin içilsin, zaman aksın, aramıza başka insanlar, başka hikâyeler katılsın isterim. Çoğalalım isterim. Çoğalalım ki günlük yenilgilerimizi hükümsüz kılalım. Muhabbete değmeyen ne varsa dostluğun büyük zamanında kaybolup gitsin.
Gece bittiğinde, sofradan kalktığımızda, yürüyerek, içimde yeni hikâyelerle ve bir şeyler anlatmış olmanın, insanlarla, insanlarımla yan yana durmuş olmanın silinmez hatırasıyla evime dönmek isterim.
Evime vardığımda da, listeye eklediğim bu yeni maddeyi uzun uzun yazmak isterim.