Menderes Çınar: Erdoğan ne yaptığını bilse Merkez Bankası başkanları değişmez
Prof. Dr. Menderes Çınar, siyasette ve ekonomide yaşanan gelişmeleri değerlendirdi: "Erdoğan 'ne yaptığımızı biliyoruz' diyor ama ortada ne yaptığını bilmediği görüntüsü veren bir yalpalama var."
DUVAR - Ekonomide ve siyasette yaşanan çalkantılı günleri Evrensel gazetesinden Serpil İlgün'e verdiği söyleşide değerlendiren siyaset bilimci Prof. Dr. Menderes Çınar, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, “Biz ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, nasıl yaptığımızı, sonunda ne elde edeceğimizi gayet iyi biliyoruz” açıklaması için, "Eğer ne yaptığını o kadar iyi biliyor olsaydı sıklıkla Merkez Bankası Başkanını değiştirmez, kısa süre içinde birbirine zıt politikalar izleyecek figürleri başkan olarak atamazdı" yorumunu yaptı.
Çınar'ın değerlendirmelerinden bir bölüm şöyle:
TL’nin değer kaybı, ekonomik krizin derinleşmesi yakın gelecek bir yana günün nasıl kotarılacağına ilişkin endişeleri artırıyor. İçinde bulunduğumuz tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşanan ekonomik, siyasi ve toplumsal kriz nereye evriliyor?
Geldiğimiz bu noktayı belli bir siyaset anlayışının kümülatif sonucu olarak görüyorum. Mevcut değer, kurum, rezerv ne varsa onu istikrarlı bir şekilde tüketen bir siyaset anlayışının ülkenin temel meselelerini, geleceğini ihmal etmesi sonucu adım adım geldiğimiz, geleceğimizi en azından bizim bildiğimiz nokta. AKP en geç 2011’den beri -2007’de diyebiliriz- sadece kendi iktidarını sağlamlaştırmaya, kendisini pekiştirmeye çalışıyor. Bunu da olumlu bir yönetim performansı sergilemekten ziyade, rakiplerini, muhaliflerini, eleştirmenlerini bastırarak, engelleyerek ve bazı yasal, kurumsal (anayasa değişikliği gibi) düzenlemelerle kendi iktidarını garanti etmeye çalışarak yapıyor. Yani ülkenin mevcut problemlerini çözerek veya geleceğinin daha müreffeh ve mutlu olmasına yönelik projeler geliştirerek yapmıyor. Söz konusu siyaset anlayışının bir boyutu medeniyetimiz, diriliş, şahlanış gibi esasında birtakım sloganlara indirgenmiş, gerçekte misyon olmayan misyonlar. İslamcılıkla da bağ kurarak onu hakimiyet stratejisinin hizmetkarı haline getiren sloganlar. İkincisi, çılgın projeler olarak dillendirdiği inşaat projeleri. Büyük köprüler, havaalanları, şehir hastaneleri. Üçüncüsü, kutuplaştırma. Ve dördüncüsü “taraf olmayan bertaraf olur” anlayışını geçerli, makbul kılma.
Hiçbir ekonomik rasyonalitesi olmadığı bugün apaçık olan çılgın projelerle hem büyük bir atılım içindeymişiz gibi yaptı, hem de bunları muhalefete rağmen yaparak memleketin manzarasına damgasını vurdu, gücünü, azametini gösterdi. Kutuplaştırmayla muhalifleri demokratik siyasetten diskalifiye etti. Aynı zamanda içerden sorgulamayı engelledi, gayrimilli ilan ettiği yurttaşlar karşısında sahte bir kahramanlık yaptı ve kendi tabanını pekiştirdi. “Taraf olmayan bertaraf, taraf olan ihya olur”la sadık amade olduğu sürece her kim olursa olsun ödüllendirdi, kıymetlendirdi, kayırdı. Böylece AKP “pudra şekeri” çekerek, haksız kazanç ve rant peşinde koşarak, davaya, İslamcılığa hizmet edenlerin partisi haline geldi. Kayırmacılık,-ki bir yolsuzluktur,- endüstriyel boyutlara bu şekilde ulaştı. Bu “Bize bilen adam değil, bizden adam lazım” mantığının sonucu idi. Bu da tabii, bir liyakatsizlik sorunu meydana getirdi. Böyle olunca AKP’nin memleketin herhangi bir sorununa el atma niyeti olsa bile el atma kapasitesi yok. Bu siyaset anlayışının doruk noktası Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) oldu, ki -yeniden çıkacak kitabım için yazdığım yeni bölümde iddia ettiğim gibi- zaten onu gerçekleştirmek için geliştirilmiş bir siyaset anlayışıydı.
Erdoğan, faizlerin düşürülmesi ısrarı için “Biz ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, nasıl yaptığımızı, sonunda ne elde edeceğimizi gayet iyi biliyoruz” dedi. Erdoğan’ın stratejisi ne, ne elde etmeyi umuyor?
Eğer ne yaptığını o kadar iyi biliyor olsaydı sıklıkla Merkez Bankası Başkanını değiştirmez, kısa süre içinde birbirine zıt politikalar izleyecek figürleri başkan olarak atamazdı. Aslında ortada ne yaptığını bilmediği görüntüsü veren bir yalpalama var. Erdoğan’ın bu yalpalama görüntüsünün toplumda ve bilhassa parti içinde yarattığı tedirginliği ve olası eleştirileri biraz engellemek veya ertelemek için böyle bir çıkış yaptığını düşünüyorum. Yani iradesini koymuş oluyor, ama “Ne yaptığımızı biliyoruz” derken de bize bütünlüklü, şunu şu nedenle yapıyoruz diye bir şey söylemiyor. Dolayısıyla “Ne yaptığımızı biliyoruz” derken aslında bir zamanlar Berat Albayrak’ın söylediği gibi inananları varsa o inananlarına güven vermeye, o yalpalama görüntüsünü ortadan kaldırmaya çalışıyor.
İkinci bir şey söyleyeyim, atıf noktası Nas’lar mesela. Nas, bir şey bilmeye dayanmıyor ki, bir şeye inanmaya dayanıyor. Kaldı ki, Erdoğan ya da AKP siyaseti için bu Nas’lar, İslami hükümler falan araçsal, yapılan işi meşrulaştırmak için başvurulan şeyler. Fetva makamı kabul edilen kişinin İslami açıdan yolsuzluğu kabul edilebilir, eleştiriyi kabul edilemez bulduğunu biliyoruz. Dolayısıyla ortada bir ambalajlama, estetize etme çabası var. Ben Erdoğan’ın ne yaptığını bildiğini sanmıyorum, ama genel olarak şöyle bir işleyiş var, gelişen duruma kendi meşveret meclisim dediği kişileri dinleyerek reaksiyon veriyor. Bu tutarlı mı, bütünlüklü mü, hangi bilime, hangi akla, hangi teşhise dayanarak yapıldığını bulamayacağımız politikalarla sonuçlanıyor. O yüzden zaten Nas diyor, işi meşrulaştırmak için. Yani bu bilerek yapılmış bir iş değil. Bilerek yapılsa en azından tünelin sonundaki ışığın nasıl oluşacağı gösterilir. Böyle bir şey yok, bizden inanmamızı bekliyor. Bu söylem sadece inananlarına hitap ediyor.
Dolayısıyla, yandaş yazar ve yorumcularının iddialarının aksine Erdoğan’ın elinde enstrüman kalmadı…
Elinde bir enstrüman yok. 2014’te cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında piyasayı ucuz krediye boğdu. Sonraki seçim arifesinde yine boğdu. Bunlar uzun vadede ağır ekonomik kriz olarak döneceği söylenen adımlardı. Aynı kafayla 128 milyar dolarlık döviz rezervini eritti. Şimdi elinde ne kaldı, ekonomist değilim bilmiyorum ama görünen o ki elinde kala kala damping yapmak kaldı. Memleketin ürettiği ne değer varsa, onu ucuza satarak ekonomiyi kurtarmaya çalışıyor. Herkesi fakirleştirerek üretim, istihdam sağlamayı planlıyor. Bunu yapabiliyor çünkü demokrasiden uzak, otoriter rejim bu keyfiyete imkan sağlıyor. “Bize bizden adam lazım, bilen adam lazım değil” anlayışının neden olduğu liyakatsizlik, tutarlı, bütünlüklü, bizi bu krizden çıkaracak, ya da krizi daha az ağırlaştıracak politikalardan alıkoyuyor. Kaldı ki yalpalamaları, keyfiliği, kurumsuzlaştırma pratikleri nedeniyle kredibilite de tükenmiş durumda. İnanan olmak dışında güvenmek için bir neden yok, inananların sayısı da giderek azalıyor.
ERDOĞAN’IN ŞU ANDA SEÇİME GİTMESİ İÇİN GEREKLİ ŞARTLAR YOK
Muhalefet bu tablodan çıkış yolu olarak erken seçim önerisini yapıyor. Son haftalarda bu talep “hemen seçim”, “acil seçim” olarak dillendiriliyor. Erken seçim talebi iktidar üzerinde bir baskıya dönüşebiliyor mu? Zira Erdoğan ve Bahçeli “seçim zamanında” diyor, hatta Erdoğan erken seçimin kabile devletlerinin başvuracağı bir yöntem olduğunu söyledi.
Kabile devletlerinin işidir diyen kişinin 19 yıllık iktidarı boyunca kaç kere seçim, referandum yaptığına da bakmak lazım. O bize bir fikir veriyor aslında seçimin Erdoğan açısından değeri, önemi ve statüsü hakkında. Bence 2019 yerel seçimlerinden itibaren Erdoğan iktidarı, halk nezdinde desteğini büyük ölçüde kaybettiğini gördü. Normal demokratik şartlarda bu bir meşruiyetinizi yenileme, erken seçim çağrısıdır. Ancak CHS bu baskıyı biraz azaltıyor. Yerel seçimde çıkan tabloyu olumlu bir yönetim performansıyla meşruiyetini güçlendirerek telafi edebilirdi. Ama tam aksine daha kötü, hatta çok kötü bir yönetim performansı sergilemesi muhalefete erken seçim çağrısı yapabileceği bir fırsat ve ortam sunuyor. Bu açıdan başarısız yönetim muhalefet açısından bir çeşit rant oluşturuyor.
Muhalefetin bütün otoriter şartlara rağmen 2019 yerel seçim başarısı ve ne kadar eleştiriyorsak da siyasi baskı unsuru olarak var olması, içinde bulunduğumuz otoriter rejimin pekişmesini engelledi. Bu canlanma ve ardından gelen erken seçim baskısı AKP üzerinde sonuç alır mı? Seçim baskısı yerindedir, iyidir, doğrudur ama sonuç alır mı, biraz AKP içine ve ittifaka bağlı. Muhalefet liderleri daha güçlü bir baskı kurmak açısından, bazı durumlarda bazı fırsatları daha iyi değerlendirebilirlerdi. Kara Salı ertesinde mesela Demirtaş’ın dediği gibi hemen bir araya gelip bir erken seçim çağrısı yapmak, baskıyı arttırabilecek bir şey. Muhalefetin tek tek erken seçim çağrısı yapmasının etkisi daha az oluyor. AKP açısından şartlar şu an seçime gitmeye elverişli değil, muhalefetin baskısı da yetersiz.
BAHÇELİ, YÜZDE 50+1’İN DEĞİŞMESİNİ İSTEMEZ
Ülkenin yakın tarihindeki seçimleri, referandumları ilan eden Bahçeli son iki haftada birbiriyle çelişkili görünen açıklamalar yaptı. Önce “görevimiz muhalefet” dedi, ardından “İktidarın günahlarının da sevaplarının da ortağıyız” açıklamasını yaptı. Tabanda da yansımasını bulan gelişmeler AKP ve MHP arasında ne tür bir gerilime işaret ediyor? Ek olarak, Bahçeli’nin “Gereklidir, değiştirilemez” dediği yüzde 50+1 çıkışlarını anımsarsak, Erdoğan için MHP ortaklığının maliyeti artıyor mu?
Yanıt için biraz başa gidelim isterseniz, AKP’nin MHP ile koalisyon yapması aslında Erdoğan’ın AKP’ye empoze ettiği bir şey. Haziran 2015 seçimlerini hatırlayın, o dönemde AKP içinde “CHP’yle koalisyon yapalım hem kutuplaşma sorununu gidermek, hem de çözüm süreci açısından anlamlı olur” gibi çıkışlar yapan bazı AKP’li siyasetçiler marjinalize edildi. Ayrıca AKP’yi çatlatabilir düşüncesiyle CHP’ye de koalisyon kurma görevi verilmedi. MHP ile iş birliği Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı pozisyonundan başkanlık pozisyonuna önce fiilen sonra resmen geçmesi için gerekliydi. Bu iş birliği ittifak müessesi yokken başlamıştı ve ittifak müessesi bu iş birliğini devam ettirebilmek için getirildi. Bu iş birliği hem sayısal olarak, hem ideolojik olarak, CHS’ye geçişte meşruiyet kazandırması açısından veya çözüm sürecinin bitmesi, şiddetin artması gibi meselelerde kolaylaştırıcı oldu. Aynı zamanda MHP de başlangıçta, sorumluluk almadan çok büyük bir etki alanına kavuştu. Fakat artık o sorumluluk almadan kısmı zayıflamış görünüyor çünkü biliyorsunuz şu anda MHP’nin de oyları eriyor ve muhtemelen Bahçeli’nin Anadolu’ya gönderdiği vekillerden iyi haberler gelmiyor. Yüzde 50+1’in değişmesini MHP istemez çünkü o zaman kendisini vazgeçilebilir kılar, önemini ve etkisini yitirir. Öte yandan Erdoğan başkanlık için MHP ile ittifak yapmaya mahkum, fakat bu ittifak bir siyasi parti olarak AKP açısından bedel üretiyor ve herkes bunun farkında. Dolayısıyla ortada imkanını bulunca bozulacak bir ittifak var. Yüzde 50+1 bu imkanın bulunamamasını sağlayan bir Katolik nikahı beratı gibi.
Bahçeli, Erdoğan’ın kendisinden vazgeçme eğilimini gördüğü anda erken seçim ister. Üçlü koalisyon döneminde Bahçeli’nin çıkıp “Seçim olsun” demesinin nedeni Mesut Yılmaz’ın onu hükümetten çıkarıp başka birini alma arayışı idi. O da “Bozulsun” dedi. Böyle bir şey olursa yine aynı hamleyi yapabilir. Bahçeli’nin avantajı kendisinden başka Erdoğan’ı destekleyen, destekleyecek başka bir güç olmaması. Erdoğan’ın yerel seçimler sonrasındaki yeni anayasa çağrısı aslında bir beni muhatap alın çağrısıydı, ama kredibilitesi tükenmiş olduğu için muhalefet ciddiye bile almadı.