YAZARLAR

Menderes’in elini yakan büst

1958’de Eczacıbaşı seramik fabrikasının açılışında Menderes’in ‘elini yakan’ büst, güçlenen sanayi sermayesinin bir rozeti gibiydi; DP’nin tarım ve ticaret kapitalizminin eriyen hegemonyası karşısında yükselen sanayi burjuvasının rozeti... Belki bu dönemin ‘imge dolu’ hikâyesi de şu inşaat kavgasında gizlidir.

Bursa’da Deutsche Orient Bank’ta memur olan Mahmut Celal Bey, İttihat Terakki’ye, teşkilat daha yeni örgütlenmekteyken, 1907’de katılır ve İttihat ve Terakki Hüdavendigar Vilayeti Kâtibi Mesulü (1) olarak görev alır. Hezimetle sonuçlanan Balkan Savaşı’nın ardından Talat Paşa tarafından, “Rum nüfuzunu kırmak” üzere Ege’de görevlendirilir ve İzmir’e gider. İzmir, zayıf Osmanlı sanayiinin dış pazarlara açıldığı önemli bir kapı, bu nedenle de ticari faaliyetlerin bir merkezidir ve İttihat Terakki’nin “milli ekonomi” stratejisi için önemlidir. Celal Bey İzmir’de Türk eşrafla ilişkiye geçer. En yakın ilişki kurduğu birkaç kişiden biri Süleyman Ferit Bey’dir. Selanikli Ferit Bey, İzmir’deki Şifa Eczahanesi’nin sahibi ve kentteki iktisadi yapının “Türk tarafında” bulunan az sayıda ileri geleninden biridir. Bu dostluk, Celal Bey’in İzmir’de bulunmaya devam ettiği I. Dünya Savaşı yılları boyunca pekişir ve bozgundan sonra İttihatçı Celal, “Galip Hoca” müstear adıyla Aydın bölgesine çekilirken Eczacıbaşı Süleyman Ferit de yaklaşan Yunan işgaline karşı İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluşuna öncülük eder. İzmir’in Türk eşrafından Eczacıbaşı Ferit, böylelikle, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başlayacak yeni rejim inşasına temelden katılmış olur. Celal Bey ise Mustafa Kemal’le yakın bir mesai içinde, hem savaşın hem de Cumhuriyet döneminin önemli bir aktörü olacak; ilk yıllarda ‘özel sektör’ün güçlenmesi için görevlendirilecek; İş Bankası’nın genel müdürlüğünü yapacak; 1937’de Atatürk tarafından Başbakanlığa getirilecek; 1945’te CHP içindeki hizbin DP’ye dönüşümüyle bu partinin ilk başkanı ve 1950’de iktidara geldikten sonra 27 Mayıs’a kadar cumhurbaşkanı olacaktı. Denebilir ki Celal Bayar, İzmir’e Talat Paşa tarafından gönderildiği 1913’ten 1960’a dek, neredeyse kesintisiz şekilde “güç sahibi” olmuş ve Eczacıbaşı Süleyman Ferit gibi yakın arkadaşları, hem siyasi hem de iktisadi açıdan onunla dayanışma içinde kalmışlardır. Öyle ki, Eczacıbaşı Ferit, işgal altındaki İzmir’de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve sonradan Fırka’nın kuruluşunda nasıl görev aldıysa DP’nin İzmir il örgütünün kurulmasında da rol almış, il başkanlığı bizzat kendisine önerilmişse de o siyasetin içinde “açıkça” yer almaktan kaçınıp, bir arkadaşının bu göreve gelmesine önayak olmuştur. (2)

Parlak bir öğrenim kariyerinden sonra Türkiye’ye dönen ve 40’lardan itibaren Eczacıbaşı ailesinin işlerinin başına geçen Nejat Eczacıbaşı da İzmir’e kendisinin doğduğu yıl gelerek aile dostları olan Celal Bayar ile yakın ilişkidedir. Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında ithalatın durması nedeniyle yokluğu çekilen balık yağı ve bebek maması üretimine girerek bu olağanüstü koşulları fırsata çeviren Nejat Eczacıbaşı, ailenin gerçek anlamda burjuva ferdidir ve küçük ilaç atölyelerinden dev bir holding ‘yaratan’, onun kapitalist girişimciliğidir. Bu “girişimci kapitalist” öz, balık yağı işine girişini anlattığı sözlerde açıkça görülür:

"Aslında, balık yağı diye kullanılan kötü kokulu ve itici lezzetli yağ, morina balığından alınma bir karışımdan başka bir şey değildi. Bunun içinde etkili madde olarak, A ve D vitaminlerinin bulunduğunu biliyorduk. Türkiye'de rafine yağ fazlasıyla bulunduğuna göre, İngiltere'den küçük paketçikler içinde getirttiğim kristalize Vitamin D ve Vitamin A'yı rafine yağın içerisine belirli ölçülerde karıştırarak hazırlanan sıvıyı, onar gramlık şişelere dolduruyordum. Müstahzarın adı D-Vital'di. Fiyatı 105 kuruştu." (3)

1944’te yine ithalat sıkıntısı nedeniyle yokluğu çekilen seramik ürünleri, ordunun ihtiyacı için elektrolit bakır üretimi yapmak üzere kurulan Kartal’daki tesiste üretmeye başlar. Bu iki ‘girişim’, Türkiye kapitalizminin dönüşümüne paralel şekilde, Eczacıbaşı Holding’in üstünde yükseleceği iki kolonu oluşturur. 1952’de DP iktidarının başında, Karaköy’deki 10 kişilik imalathaneden Levent’teki yeni ilaç fabrikasına geçiş ve 1958’de Kartal’daki seramik fabrikasının açılışı bu açıdan sadece grubun büyümesini gösteren tekil olaylar değildir; Türkiye kapitalizminin doğrultusunu da gösterirler. Zaten 1910’larda İzmir’deki Şifa Eczahanesinden yaklaşık yüz yıl sonraki Kanyon AVM’ye ve inşaatlara uzanan çizgide, bu büyük şirketin tarihsel oluşumu, Türkiye kapitalizminin oluşumuyla da tastamam örtüşmüştür. İttihatçıların “milli burjuvazi” ve “Rum nüfuzunun kırılması” amaçları; cumhuriyet bürokrasisinin liberal-kapitalist kanadının (başta Celal Bayar) “hür teşebbüsü” kollayan siyaseti; harp ekonomisinin yarattığı olağanüstü yüksek kârlılıktaki iç pazar üretimi; harpte güçlenmiş büyük tüccarlarla toprak sahiplerinin öncülüğündeki hegemonik DP iktidarı Eczacıbaşılar için son derece verimli bir büyüme kozası oluşturmuştur. Tüm bu yıllar boyunca, siyasal iktidar ve devletle kurdukları ilişki “kolaylaştırıcı” ve “geliştirici” bir etki yaratmış, 60’lara gelindiğinde Eczacıbaşı ilaç ve seramik alanlarında tekel haline gelmiştir. (4)

Okuduğunuz sayfada da yer alan ve 1958’de Kartal’daki modern seramik fabrikasının açılışında çekilen fotoğraf bu açıdan zengin bir içerik sunar. Adnan Menderes Nejat Eczacıbaşı’na 1957 seçiminde İzmir’den DP milletvekili adayı olması için haber göndermiş, ama Nejat Bey tıpkı babası gibi “politikaya girmeye niyetli olmadığını” söyleyerek bu teklifi reddetmiş ve başbakanı çok kızdırmıştı. Nejat Eczacıbaşı anılarında bunu, “Menderes cevaba iyice içerlemiş, beni birkaç gün sonra telefonla arayıp fena halde azarlamıştı” diyerek anlatır. (5) İşte 1958’deki fabrika açılışı bu ‘dargın’ koşullarda yapılmaktadır; ama fotoğrafta da görüldüğü üzere açılışa Bayar da Menderes de katılır, hatta Menderes ‘coşkulu’ bir konuşma da yapar. DP’nin siyasal gücünün hızla eridiği ve yöneticilerinin, sönen bir yıldızınki gibi hırçın alevler saçtığı günlerde ‘anlamlı’ bir geri adım gibi görünüyor! Fakat Nejat Eczacıbaşı, aynı güne ait bir “anı” aracılığıyla, durumun gerçek resmine dair ironiyle dolu, ustaca bir teşhis koyar:

“Geziyi düzenlerken, konuklarımızın fırınların önüne geldikleri anda, fırın kapısından ilk çıkan arabanın üstünde Atatürk’ün büstlerinin bulunmasını planlamıştık. Seramik tesisinde o dönemde ilkokullara dağıtmak üzere Ata’nın porselenden büstlerini yapıyorduk. […] Bayar ile Menderes tam fırınların önüne geldikleri zaman, üstünde Atatürk büstlerini taşıyan araba tünelin kapısından görünmeye başladı. Fırından çıkan büstlerin sıcaklık ölçüsünü tahmin edemeyen Adnan Menderes elini büstün üstüne koyunca aşırı sıcaktan oldukça irkildi ve ‘Hayatında da kendisine her dokunanı yakardı!’ dedi.” (6)

Eczacıbaşı’nın, “ilkokullara Atatürk büstü promosyonu” ile süslediği tekelleşmesi, DP’nin temsil ettiği tüccar-tarım kapitalizminin sanayi kesimi lehine çözülmesiyle birlikte gerçekleşmekteyken, fırından çıkan büst kendisine ‘dokunan’ Menderes’in elini yakmıştır! İki yıl sonraki darbe Menderes ve Bayar’ı tutuklarken, Nejat Eczacıbaşı’na Sanayi Bakanı olmasını teklif eder. Bu teklifi de nazikçe reddedecektir; ama İkinci Meşrutiyetin Türk eşrafının, cumhuriyetin küçük girişimciliğinin, harp dönemi zenginleşmesinin basamaklarını devlet trabzanına tutunarak tırmanan ve şimdi sanayinin çeşitli kollarında tekel haline gelen Eczacıbaşı, ‘yeni dönem’in de iktidar sahibidir. Kurdelelerini, Bayar ve Menderes yerine Cemal Gürsel paşalar, Demireller, Özallar, hatta Kanyon AVM’de olduğu gibi Erdoğanlar kesecektir bundan sonra.

* * *

Geçtiğimiz hafta Eczacıbaşı Holding’in patronu Bülent Eczacıbaşı’nın bir inşaat şantiyesindeki öfkeli görüntüleri çok dikkat çekti ve basit bir ‘arazi gerilimi’ olarak görülemeyeceği isabetli şekilde vurgulandı: “Bir burjuvanın çıldırdığı an, devletteki yerini fark ettiği andır. Cennet Koyu vakası da böyle bir andı işte…” (7)

Gerçekten de Bülent Eczacıbaşı, uzun yıllardır ekonomik ve siyasi iktidar sahibi olan bir kapitalist ailenin, Türkiye’nin içinde bulunduğu çok katmanlı kriz ve belirsizlik anındaki refleksini üretmiş gibi görünüyor. Bu, bir yandan 20 yıllık hegemonik iktidarını yaratan sınıfsal koalisyonu çözülmekte olan Erdoğan/AKP rejiminin çıkmazlarıyla ihtiraslarının birleştiği; bir yandan da müstakbel ‘yeni Türkiye’ için restorasyon projelerinin ‘fuara’ çıktığı kırılgan bir an’dır. Enflasyon ve faiz tartışmaları da büyük sermayenin “hukuk devleti” talepleri de Yargıtay başkanına Diyanet Başkanı'nın yanında el açtırılması da kendisini ‘muhalefet’ içinde gören bazı AKP menşeli odakların “muhafazakâr hassasiyet” çıkışları da bu karmaşık ve pek çok durumda ‘yatay’ sınıf çatışmalarının zuhur ettiği belirsiz ortama bindirilmiş ‘politik’ hamlelerdir. Belki Bülent Eczacıbaşı’nın, ‘devlet himayesinde usulsüz inşaatçılığa’ feveranı da öyle okunmalı.

Marx, Kapital’in birinci basımı için yazdığı önsözde, ‘kişi’leri ve eylemlerini, temsil ettikleri sınıfsal ilişkiler ölçüsünde ele almaya dair tarihsel materyalist ilkeyi ifade eder:

“Muhtemel bir yanlış anlamayı önlemek için şunu belirteyim. Kapitalisti ve toprak sahibini kesinlikle pembe gözlüklerle bakarak resmetmiyorum. Ama burada, kişiler üzerinde, yalnızca iktisadi kategorileri temsil ettikleri, belirli sınıf ilişkilerinin ve çıkarlarının taşıyıcıları oldukları ölçüde duruluyor.” (8)

Cennet Koyu’ndaki kavga da “belirli sınıf ilişkilerinin ve çıkarlarının taşıyıcıları” arasındaki bir ‘kavga’ olması açısından dikkat çekicidir en çok. Türkiye’de tekelci sermayenin önemli bir kısmının, bizzat kendilerinin de desteklediği bir büyük sınıfsal koalisyon ile iktidar olan AKP/Erdoğan yönetiminin bugün vardığı noktaya açıkça itirazı var. Türkiye kapitalizminin yönüne dair derin ve çözümü güç bir anlaşmazlıktan kaynaklanıyor itiraz. Ve Erdoğan, hem artık bir sermayedar olarak mensubu hem de siyasal olarak taşıyıcısı olduğu, dar bir kesimin özel çıkarlarını gözeterek davrandıkça, bu anlaşmazlık türlü vesilelerle keskin yüzünü gösteriyor. Kimi zaman manifesto niteliğindeki eleştirel konuşma metinleriyle, kimi zaman “hukuk yok mu” diye bağıran bir büyük kapitalistin –son noktada politik olan- eylemiyle.

Eczacıbaşı ve Erdoğan elbette kişisel olarak ve bizzat karşı karşıya gelmiyor. Ama “belirli sınıf ilişkilerinin ve çıkarlarının taşıyıcıları” olarak, kendi performanslarıyla ‘çatışıyorlar’. Çürümüş ve çözülmekte olan bir iktidar ile onun burjuva muhalefeti, en dolaysız temsilcileri düzeyinde de karşı karşıya geliyor. Bu ‘kişi’ler yalnızca önemleri ve güçleriyle değil, önemsizlikleri (önemsizleşmeleri) ve güçsüzlükleri (güçsüzleşmeleri) ile de çok şey anlatıyorlar, anlatacaklar. (9) Menderes’in ‘elini yakan’ büst, güçlenen sanayi sermayesinin bir rozeti gibiydi; belki bu dönemin ‘imge dolu’ hikâyesi de şu inşaat kavgasında gizlidir. Hangisinin daha ‘güçsüz’ ve ‘önemsiz’ hale geldiği oradan anlaşılacaktır.

NOTLAR

(1) Merkezi Bursa olmak üzere, bugünkü Bursa, Çanakkale, Balıkesir, Afyon, Kütahya, Sakarya ve Bilecik kentlerini kapsayan Osmanlı Vilayeti.

(2) “Bir Kent, Bir İnsan İzmir’in Son Yüzyılı S. Ferit Eczacıbaşı’nın Yaşamı ve Anıları”, Yaşar Aksoy, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, 1986.

(3) Eczacıbaşı Grubu da kurucusu olarak Nejat Eczacıbaşı’nı işaret eder ve resmi sitelerindeki “kilometre taşları”, 1942’deki balık yağı ve bebek maması üretimiyle başlar. 

(4) “Türkiye’de Büyük Sermaye Grupları - Finans Kapitalin Oluşumu ve Gelişimi”, Özgür Öztürk, SAV Yayınları, 2010, s. 390 vd.

(5) “Kuşaktan Kuşağa”, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı, Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, 1999 (Birinci baskı 1982). E-kitap için: http://www.nejateczacibasivakfi.org/tr/dr-nejat-f-eczacibasi-vakfi/dr-nejat-eczacibasi-vakfi-yayinlari-2

(6) Aynı kitapta

(7) Bahadır Özgür’ün yazısı

(8) Kapital - C.1, K. Marx, Yordam Kitap, 2011, s. 20

(9) Egemen sınıflar arasındaki bu bölünme, emekçi sınıflar için fırsat yaratmakla birlikte, bu fırsatı değerlendirecek düzeyde bir toplumsal muhalefet henüz yok. Toplumdaki itirazın örgütlenmesine dair bir tartışma için Ali Ergin Demirhan’ın sendika.org’daki yazısını dikkatinize sunmak istiyorum: https://sendika.org/2021/09/direnis-fraksiyonu-630629/


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.