Menkul kıymetlere vergi: Dağ fare mi doğurdu?
Yeni bir kalkınma düşüncesi uyandıran, gelişen ülkeler arası paradigmayı gerçek anlamda harekete geçiren iktisat politikası dinamiğine ihtiyaç var. Hem de hiç olmadığı kadar.
Konjonktüre uygun olmayan, yanlış makro politikalar sonrası, eşitsizliklerin tavan yaptığı bir dönemdeyiz. Servet ve gelir eşitsizliğinde Avrupa’da birinci durumda Türkiye. Bu eşitsizliği sürekli kılan büyük enflasyon dönemi de devam ediyor. Bakan Şimşek’in göreve gelişinin yıldönümünde “dezenflasyon” politikaları belli bir “istikrar” programı olmadan devam ediyor.
Geçtiğimiz yıl bu sıralar yüzde 39’la aldığı enflasyonu, Mayıs sonu itibarıyla yüzde 75,45’e (TÜİK) çeken Şimşek; her ne kadar TCMB’nin yüzde 42’lik sene sonu üst limitini düşünse de, yüzde 50’lerde yılı bitireceğimiz aşikar. Son bir yılda para politikasında aşamalı olarak yüzde 50’ye ulaşan faiz artışı, yaz dönemindeki baz etkisine kilitlenince, bütün ilgi maliye politikasına odaklandı. Maliye politikasında devlet harcamalarından tasarruf önlemlerinin, bütçe açığı açısından yeterli derinlik oluşturmayacağı anlaşıldığından, gelir tarafındaki arayışlar devam ediyor. Hazine ve Maliye Bakanı “servet vergisi kesinlikle olmayacak” dediğine göre, eşitsizlik daha da derinleşebilir. Bu ortamda menkul kıymetlere ve kripto işlemlerine vergi konusu gündeme geldiyse de, buradan da dişe dokunur bir gelir yaratılamayacağı anlaşılıyor.
Oysa bütün vergi dairelerinde yazar: “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır”
Geçtiğimiz yıl borsadaki hisse senetleri enflasyonun çok üstünde reel getiri sağlamış (yüzde 110). Enflasyonun yaktığı kesimler geçim derdindeyken, yaklaşık 40 trilyon liralık ulusal gelirin 17,8 trilyon lirası menkul kıymet piyasasında büyük kazançlar elde etmiş. Eşitsizliği daha da artıran bir gelişme olmasına rağmen, özellikle dışardan gelen dövizin cazibesiyle tahvil, hisse senedi ve kripto borsaları piyasasındaki kazançlar görmezden geliniyor. Öte yandan bütçede hem deprem, hem de iç talebin durgunluğundan gelen bir yansıma var.
Bütçe açığını daha da kısmak için gelir yaratmak gerekiyor, aynı zamanda tasarrufları da artırmak gerekiyor tabii. Enflasyonla mücadele için bu şart. Özellikle emekli maaşlarını ve asgari ücreti yukarı çekerek, ortalama reel ücretleri artırarak ve iç talebi örselemeden gitmek için vergi geliri olmazsa olmaz. Zira otomobil satışlarındaki yüzde 70’lik düşüş de iç talebin yeterince ağırlaştığını gösteriyor.
Bakan Şimşek’in açıkladığı tasarruf tedbirleri başarılı olsa bile, 100 milyar TL civarında bir etki yaratabileceği biliniyor. Üstelik 3 yıl atanamayan öğretmenin acısı tasarruf tedbirlerinin etkisinden fazladır. Audi ve Mercedes servislerindeki resmi araç randevusu devam ediyor bir yandan. 2024 yılında 2,7 trilyon lira (80 milyar dolara yakın) olarak öngörülen bütçe açığını; deprem harcamaları bir yana bırakılsa bile, ek gelir yaratmadan kısamazsınız.
Merkezi Kayıt Kuruluşu (MKK) verilerine göre hisse senedi ve tahvil değeri 17,8 trilyon liralık Borsada, bankaların uhdesindeki menkul kıymet fonları değeri 3,06 trilyon lira. Bakan Şimşek borsa gelir vergisini tartışmalı bir biçimde gündeme getirip, binde 2-3 gibi çok düşük vergi alınacağını açıkladı. Halbuki, mevduatta 1 yıla kadar vadeli hesaplarda yaptığınız gibi, en azından yüzde 1 vergi alarak hisse senedi kazançlarını vergilemek birkaç nedenle çok yararlı olabilirdi. Bu verginin yıllık değeri örneğin motorlu taşıtlar vergisiyle yarışırdı. Merkezi Kayıt Kuruluşu'na göre; kayıtlı iç ve dış yatırımcı sayısı 35 milyonu geçen (bakiyeli 11 milyon), devir hızı dünyada birinci sırada olan bir borsadan söz ediyoruz. Zira halka arzlarda rekor kırılıyor, şirketler borsadan gelen kaynağın vergilendirilmediğinin farkındalar. Şirketler borsada halka arz yaparak, kredi piyasasına göre çok daha ucuz kaynak peşindeler. Verimliliği de dert etmelerine gerek yok bu durumda. Nasılsa ürettikleri mallara fiyatlamayı yapacak tekelci mark-up yapısına da sahipler. TÜFE'nin ÜFE'nin çok üstünde seyretmesi yeterince fikir veriyor bu konuda
Kriptodan hisse senedi ve tahvil piyasasında dönen varlık, Batıdaki oranların altında olabilir. Zira ABD borsalarında kendi milli geliri kadar değer dolaşıyor (24 trilyon dolar) ve dışardan gelen yatırımcıya yüzde 25 gelir vergisi uygulanmakta. Fakat Türkiye’de mütevazi olarak yüzde 1’le uygulanacak gelir vergisi bu tür borsa gelirlerinin enflasyonist etkisini bertaraf edebilir. Ayrıca menkul kıymet piyasasını kısa vadeden görece orta vadeye doğru çekebilecek volatilite için uygun ortam yaratabilir. Böylece menkul kıymetlerin üretime sermaye olarak yansıyan tarafı artabilir. Öte yandan herkesin aklına bir çırpıda geliveren nedenlerle, “Gri listeden” çıkmak için bulunmaz fırsat olabilir.
Niyetiniz varsa tabi!
Demek ki sadece CDS denen risk primlerinin borçlanma maliyetini düşürmesi yetmiyor, rezervleri pozitife (0 üstü) çıkarmak yetmiyor ve bankaların borçlarını rahatça çevirebilmesi yetmiyor.
Eksik olan çok şey var. Çünkü fiyatları kâr için bir silah gibi kullanan, yüksek kâr edip çok az vergi veren tekelci yapıyı, ucuz krediye alışan şirket yapısını nasıl tersine çevireceğinizi ve asıl olarak bu şirketleri nasıl verimliliğe zorlayacağınıza da hesaplamanız gerekiyor.
İşin kötüsü şirketlerin ve geniş anlamıyla sermayenin “vergi”ye alıştırılması gerekiyor. Son üç senedeki para ve maliye politikalarıyla sermaye lehine bozulan gelir ve servet dağılımına rağmen; son 20 yılın 12. vergi affı isteniyor zira bu sıralar. Gelir, kurumlar ve servet vergisi olarak bilinen dolaysız vergileri toplam vergi gelirleri içinde yüzde 30’lardan yüzde 50’lere çekemediyseniz; nedenini sermaye-devlet ilişkisindeki ideolojik bağlılığa sormanız gerekiyor. Neoliberalizmi liberalizmden ayıran farklardan bir tanesi de budur: Devlet sermayeye gerekli kolaylığı sağlamakla kalmaz, adeta hamisi olarak destek olur. Bütün metaların temel hammaddesi ve değerin artısını yaratan emeği (dolayısıyla halkı) kim destekleyecek peki? Mesela emeği, dünya gıda fiyatları yüzde 3,4 düşerken yüzde 70’lerdeki artışa karşı kim kollayacak? Toplumdaki ücretlilerin yarısından fazlası asgari ücretli çalışırken, ortalama ücretleri asgari ücrete yaklaştıran ve o ücreti de Temmuz’da artırmayabileceğini anladığımız ekonomik ortamdan emeği kim çıkaracak? Aslında hangi iktisat politikası demek gerekirdi ama dilimize pelesenk olmuş, “kim” diyoruz. Finans sermayesinin dili ve davranışıyla emeği enflasyonist hayat pahalılığından çıkaramazsınız. Ekonominin düzeldiği ve doğru yolda olduğu düşüncenize (özellikle finans iktisatçılarını) insanları ikna etseniz bile çıkaramazsınız. Sonrası eşitsizliklere farklı bir evrende devam olmamalı! Yeni bir kalkınma düşüncesi uyandıran, gelişen ülkeler arası paradigmayı gerçek anlamda harekete geçiren iktisat politikası dinamiğine ihtiyaç var. Hem de hiç olmadığı kadar. Fakat Neoliberalizmden tamamen farklı olarak hangi iktisat politikasıyla?
*Prof.Dr./ Marmara Üniversitesi, İktisat Fakültesi, İktisadi Gelişme ve Uluslararası İktisat Anabilim Dalı öğretim üyesi