Messi’nin son dansı: İlk bakışta değil, son bakışta aşk
Lionel Messi’nin bir helikoptere tutturulmuş devasa bir forması, dün memleketi Rosario’nun semalarında dalgalandırıldı. Şimdi o forma, tüm dünyanın üzerinde dolaşıyor. Dünya Kupası ise dünyanın en iyi futbolcusunun ellerinde havaya kaldırılmayı bekliyor. Otuz altı yıl sonra, bir daha. Diego, izliyor musun?
Hırvatistan, bu Dünya Kupası’nın en yetenekli merkez orta saha üçlülerinden birine sahipti; belki de en yeteneklisi: Marcelo Brozovic, Mateo Kovacic ve Luka Modric. Sağ bek Josip Juranovic, bu hafta yaptığı açıklamada, “Onlara pas vermek, paranızın bankada olmasından daha güvenli” demişti. Gerçekten de öyle.
Scaloni de bu üçlüye göre bir planla sahaya çıktı. Genç teknik direktör, taktiğini rakibin güçlü yanlarına -ve elbette zaaflarına- göre şekillendirmekte epey mahir görünüyor. Kanat hücumları etkili olan Hollanda’ya karşı beşli savunmaya dönmüş ve bu tercihi hem Hollanda’nın Denzel Dumfries ve Daley Blind üzerinden geliştirdiği hücumları sınırlamalarını hem de onların arkasına sarkmalarını sağlamıştı.
Hırvatistan karşısındaysa yeniden dörtlü savunmaya döndü ve bu defa Hırvatların güçlü merkezine karşı orta sahayı kalabalık tutmak için dört orta saha oyuncusunu birden sahaya sürdü (hatta Messi’nin de çoğu zaman derine geldiğini düşünürsek merkezde 5’e 3’lük bir üstünlük kurdukları söylenebilir).
Leandro Paredes ve Enzo Fernandez’in daha derinde, Rodrigo De Paul ve Alexis Mac Allister’ın daha önde konumlandıkları, 4-2-2-2 gibi bir dizilişe sahiplerdi kâğıt üzerinde. Zaman zaman da Paredes’in savunma önünde tek kaldığı, De Paul ve Fernandez’in sağ ve sol içte, Mac Allister’ın 10 numarada konumlandığı bir baklava 4-4-2 vardı. Hollanda maçıyla bu maçın planlarının ortak yanıysa kanatların beklere emanet edilmesiydi. Paredes’in savunma önündeki varlığıysa Fernandez’i biraz daha özgürleştirmişti.
Scaloni’nin Hırvatistan’a özel bir diğer uygulamasıysa topsuz oyun odaklı bir planı tercih etmesiydi. Hırvatlar her ne kadar turnuvanın teknik becerisi en yüksek orta sahasına sahip olsalar da, ön hatları topun ağırlıklı olarak kendilerinde kaldığı senaryolarda zorlanmalarına neden oluyordu. Fas ve Japonya maçları bunun en somut örnekleriydi. Dün akşam bir örneğini de Arjantin verdi.
ARJANTİN, MESSİ İÇİN KENDİ XAVİ VE VİLLA’SINI YARATTI
Scaloni, kendilerine bir yıl önce Copa America şampiyonluğunu getiren ilk 11’le bu Dünya Kupası’na başlamayı tercih etmişti. Ama Suudi Arabistan karşısındaki şok edici yenilgi ve ardından Meksika karşısında hayli zayıf bir ilk yarı performansı, iki oyuncunun 11’den düşmesine neden oldu: Papu Gomez ve Lautaro Martinez.
Aynı zamanda bu iki oyuncunun yerlerine kulübede iki büyük potansiyel de bekliyordu ve ikisi de bu takımın ihtiyaçlarına çok daha uygun görünüyordu: Enzo Fernandez ve Julian Alvarez. Bu ikili, dün gece de Messi’yle birlikte maça damgalarını vurdu. Fernandez yaratıcılığı ve paslarıyla, Alvarez savunma arkası koşuları ve bitiriciliğiyle…
İkisi de Messi’nin Dünya Kupası’nı kazanabilmesi için özel olarak üretilmiş gibi. Başka bir deyişle, Messi’nin kariyeri boyunca millî takımda yokluğunu hissettiği Xavi ve David Villa’ya kavuştuğu da söylenebilir. Özellikle Alvarez’in Villa’ya olan benzerliği şaşırtıcı boyutta.
Çoğu insan Messi’nin kariyerinde en iyi hücum ortaklığını Neymar ve Luis Suarez ya da Neymar ve Kylian Mbappe ile kurduğunu düşünür. İsim olarak öyle olabilir, ama uyum anlamında en etkili hücum hattını Pedro ve David Villa ile kurmuştu. Bilhassa Villa’yla olan uyumları eşsizdi.
Messi’nin Barcelona’da sahte dokuz olarak kullanıldığı yıllarda Villa sol kanatta destekleyici forvet rolündeydi. Villa hem Messi tarafından oluşturulan alanlara mükemmel hareketleniyor hem de kendisi tarafından manipüle edilen rakip sağ beklerle stoperler arasında geniş boşluklar oluşmasını sağlıyordu.
Alvarez de tıpkı Villa gibi hücum üçlüsünün her yerinde oynayabiliyor, ceza sahası içinde tam bir golcü içgüdülerine ve farkındalığına sahip ve çok hızlı olmasa da rakip savunmalardan bir anda kurtulmasını sağlayan keskin dönüşleri bulunuyor. Tehlikeyi herkesten daha önce seziyor ve bu da onu tıpkı Villa gibi hızlı düşünen bir forvet yapıyor.
Hareketliliği ve pres gücüyse Messi’nin futbol hayatının sonbaharında daha da ihtiyacını duyduğu şeyler. Öyle ki, eğer Messi 2026’da da olmak isterse, bu Alvarez sayesinde gayet mümkün görünüyor. Alvarez’in yanında kendini muhtemelen en az beş yaş daha genç hissediyordur.
GÖRKEMLİ VE HÜZÜNLÜ BİR YÜRÜYÜŞÜN SON ADIMLARI
Messi ve Alvarez’in dün gece üçüncü goldeki ortaklıklarıysa, Messi sayesinde asla unutulmayacak ikonik bir âna dönüştü. Daha dört gün önce Hollanda’ya karşı bu dünyaya ait olamayacak bir gol pası vermişti zaten. Hepimiz onun başka bir galaksiden geldiğine bir kez daha ikna olmuştuk. Bir uzaylı gösterisine daha gerek var mıydı?
Josko Gvardiol hem bu Dünya Kupası’nın hem de genel olarak dünyanın en iyi savunmacılarından biri. Ama başka galaksiden dünyaya düşmüş bir uzaylının karşısında bunun hiçbir önemi kalmıyor. Bir anda herhangi bir savunmacıya dönüşüyorsunuz. Sıradanlaşıyorsunuz. Herkes gibi oluyorsunuz.
Messi bu duyguyu on beş yıldır birçok savunmacıya tattırdı. Sergio Ramos’a, Pepe’ye, Jerome Boateng’e, Rio Ferdinand’a, John Terry’ye, Thiago Silva’ya, Raphael Varane’a… Gvardiol ise bu duyguyla biraz erken tanışmış oldu. Bu belki kendisi için bir avantajdır. Sonuçta bir daha böyle bir şeyle karşılaşmayacak. Başına gelebilecek en kötü şey dün gece geldi. Ve bu sayede yirmi yaşında bir anda olgunlaştı.
Messi için ise bu gol onun hem büyüklüğünü hem de son dansını kusursuz tanımlıyor. Artık adımları eskisi gibi hızlı değil belki, ama bu fiziksel hız kaybı, sanki aklını daha da hızlandırmış durumda. Bu sayede rakibini ağır çekimde bile neye uğradığını şaşırtabiliyor.
Jonathan Wilson, geçen gün The Guardian’daki köşesinde Messi’nin son Dünya Kupası hakkında çok güzel bir makale kaleme aldı. Şöyle diyordu bir bölümünde: “Messi’nin bu Dünya Kupası’ndaki her maçı, insan güzelliğinin geçici kırılganlığının ve zamanın sonsuz yürüyüşünün bir simgesi.”
Evet, bir yanıyla çok görkemli, diğer yanıyla da olabildiğince hüzünlü bir yürüyüş bu. Bir yandan ilk gündeki gibi hâlâ çok güzel, diğer yandan her güzel şeyin bir sonu olduğunu hatırlatıyor.
Pelé bu kupayı henüz 17 yaşındayken, ilk Dünya Kupası’nda kazanmıştı. Messi ise 35’inde, son Dünya Kupası’nda kazanmaya artık çok yakın. Ve biz onu seyretmeye hâlâ âşığız. Ama Walter Benjamin’in dediği gibi, ilk bakışta değil, son bakışta aşk. Bizi büyüleyen de bu.