Metin Aktaş: Hiçbir zaman ruhsal huzura erişemeyeceğim
Metin Aktaş'la 'Burseya Dağı' ve ' Dilsiz' romanlarını konuştuk. Aktaş, "İnsanların acılarını, 1937-1938 yıllarında öldürülmüş akrabaları, anneleri için döktükleri gözyaşlarını anlatıyorum" dedi.
DUVAR - Tunceli Lisesi’nde yatılı okurken, bir grup sosyalist gencin çıkardığı dergide yazdığı yazılar nedeniyle Hakkari Lisesi’ne sürgün edildi. Burada bir yerel gazetede yazdığı yazılar nedeniyle bu kez Urla Lisesi’ne sürgün edilmesine karar verildi. Ancak Urla’ya gitmeyerek okulu bıraktı.
İlk romanı 'Munzur Efsanesi'ni posta yoluyla yayınevine göndermek istedi. Ancak roman yayınevine ulaşmadan Dersim valisinin eline geçiyor ve bu ilk romanı nedeniyle sorgulanıyor. Yazım hayatı ilk romanı yayımlandıktan sonra da baskıyla devam edecektir. Köyü yakılınca yerleştiği Elazığ’da yazdığı ve yayınladığı 'Harput’taki Hayalet' romanından sonra gündüz gözüyle hem evi hem de işlettiği bakkal dükkanı yakılır. Ancak yazmaktan hiç vazgeçmez ve yazdığı romanların sayısı, 'Burseya Dağı' ve 'Dilsiz' ile 20’yi bulur.
Dersim’deki köyünde yaşayan Metin Aktaş’ın yazar olarak yaşadıklarını bu şekilde özetlemek mümkün. Ancak, onun da dediği gibi, onu şekillendiren içine doğduğu ve yaşamakta ısrar ettiği coğrafyadır. Bu coğrafyanın tarihi ve kültürüdür. Romanlarının konusu da içine doğduğu coğrafyadan boy veriyor. Kimi romanda tarihi olaylar ve kişiler ile acılara ve sürgünlere götürüyor okuru. Kimi romanda ise 'Burseya Dağı' ve 'Dilsiz'de olduğu gibi güncel konular bir romancının penceresinden bakıyor.
Metin Aktaş ile yakın zamanda yayımlanan 'Burseya Dağı' ve 'Dilsiz' adlı romanları vesilesiyle görüştük. Romanların yanı sıra onu romancı yapan süreci ve köyde yaşamanın imkanlarını konuştuk.
'SAVAŞA KARŞI ÇIKMAK HER İNSANIN EN ACİL GÖREVİDİR'
'Burseya Dağı'nda olaylar Rojava’da sıcak savaşın yaşandığı sırada başlıyor, geriye dönüşlerle Rojova’daki kültürel, etnik ve inanç yapısı tanıtılıyor. Bu romanla savaşın yıkıcılığına ve savaşın hala devam ettiği Rojava’ya dikkat çekmek istediğini söyleyebilir miyiz?
'Bursaya Dağı' romanında 15 Mart 2011 yılında başlayıp hala süren Suriye savaşını anlattım. Burseya Dağı, Efrîn şehrinde halk arasında Kürt Dağı olarak bilinen bir dağ. Bu dağda bir teğmenle Nusayri mezhebinde çocuk Ali’nin hayatı kesişir. Savaşın farklı cephesinde savaşan iki insanın hayatını anlatırken savaşın korkunçluğunu, acımasızlığını anlatmak istedim insanlara. Savaş ölümdür, katliamdır, gözyaşıdır. Farklı inançlardan hatta aynı inancın farklı mezheplerinden insanların acımasızca birbirlerini boğazladığı bu topraklarda masum bir çocuğu acımasız bir katile çeviren bir şeyler var. Bu topraklar yüzyıllardır süren savaş, kan ve gözyaşının merkezi haline gelmişse bunu sadece emperyalistlerin kışkırtmalarına bağlamak doğru değil. Bu topraklarda farklı inançlardan, yaşam tarzlarından, etnik kimliklerden insanların bir arada yaşamasını engelleyen geçmişten gelen kadim bir kültür var. Soruna buradan bakarsak yani şapkamızı önümüze koyup kendimizi, geçmişimizi, inançlarımızı, düşüncelerimizi, hayat tarzımızı sorgularsak bunun nedenini buluruz. Yani sorunun nedeni içimizde. Öldürenin de ölenin de “Allahukber” diye bağırdığı, ölenin de öldürenin de kendisini şehit ilan ettiği bir topraktan söz ediyoruz.
'Burseya Dağı' romanı sadece bugün hala süren savaşı değil, insanları birbirine düşman kılan bu kadim kültürün geçmişine bir yolculuk yapar. Ayetler, hadisler, söylenceler, masallar yüzünden insanların biri birini boğazladığı bu topraklarda farklı bir ses yükselir. Bütün inançlardan, etnik kimliklerden, hayat tarzlarından insanların farklılıklarıyla barış içerisinde yaşadıkları bir yaşamın mümkün olabileceğini söyleyen bir ses. Bu ses bu topraklarda deprem etkisi yaratır. Ve bölgenin bütün zebanileri bu sesi bastırmak için harekete geçer. 'Burseya Dağı' romanı savaşın, ölümün yüceltildiği bu topraklarda inatla barışı, farklılıkların barış içerisinde bir arada yaşayacağını söyleyen insanların hayat öyküsüdür.
Savaşın kimseye bir yararı yok. Daha savaş bitmeden bölgede yaşayan ülkelerdeki insanların yaşamlarında yarattığı korkunç sarsıntıyı görüyor, yaşıyoruz. Milyonlarca insan öldü, kentler, kasabalar yok edildi, bombalanan topraklarda milyonlarca canlı türü öldü, milyonlarca insan yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kaldı. Savaşa giren ülkelerde yaşayan insanların hayat tarzları değişti, açlık, sefalet, işsizlik dayanılmaz bir hal aldı. Bugün ülkemizde de bu savaşın acı sonuçlarını yaşıyoruz. Eğer bu savaş bir an önce sonuçlanmazsa durum gittikçe kötüleşecek, dayanılmaz bir hal alacaktır. Bu yüzden her insanın acil görevidir savaşa karşı çıkmak, barışı savunmak. Bu roman, barışı savunan, savaşın sona ermesini, farklı inançlardan, kültürlerden, etnik kimliklerden insanların barış içerisinde bir arada yaşamasını savunan insanların çığlığıdır. Bu çığlığı duyun, çünkü gidişat gerçekten kötü.
'ARTIK NEREDEYSE ANADOLU'DA YAŞAYAN HALKLARIN KÜLTÜRÜ SUÇ OLDU'
'Dilsiz'deki olaylar ise bütün kurumlarıyla tarikatların egemenliği altındaki bir Kürt şehrinde geçiyor ancak şöyle bir şey de var: Şehirde örgütlenen tarikat, silah kullanmakla arsına mesafe koyarken ülke dışında gelen tarikat mensupları pasif buldukları tarikat şeyhine darbe yapıyorlar. Romandaki kişiler, ülke adı vererek, darbeci kesimi ajan olarak nitelendiriyorlar. Böyle midir sahiden, Türkiye’deki tarikatların gerektiğinde silah kullanması dış güçlerin oyunu mudur?
Son yıllarda tarikatlar yağmur gibi yağıyor yaşadığımız topraklara. Çünkü tarikatlar artık bir ekonomik güçtür. Hayatın her alanını kendi kontrollerine alarak kendi hayat tarzlarını, düşüncelerini, inanç ritüellerini zorla bütün insanlara kabul ettirme çabası içerisindeler. Ağır ağır kendi ritüellerini sorgulanamaz, değiştirilmez bir dogma gibi topluma kabul ettirmeye çalışıyorlar. 1100 yıllarında Mutezile Mezhebi’nin doğduğu, her şeyin sorgulandığı bu topraklarda bin yıl sonra tarikatların hiçbir ritüeli sorgulanmaz oldu. Her tarikat kendi ritüellerinin değişmez, sorgulanmaz bir dogmaya dönüştürerek bütün insanları zorla, baskıyla kendisine benzetmeye çalışıyor. Bin yıl önce bu topraklarda Muhyiddin İbnü’l Arabi, “Allaha inanmanın doğru yolu yoktur, nasıl istiyorsan öyle inan” demişti. Bin yıl sonra tarikatlar kendi ritüellerini mutlak değişmez ilan ederek kendisi gibi inanmayan, düşünmeyen, yaşamayan herkese savaş ilan etti. Hatta birbirleriyle bile savaş halindeler. Aynı inançtan olmalarına rağmen ayetler, hadisler, sünnet üzerinden birbirleriyle savaşıyorlar. Bu gidişat gün gelecek, bu gidişatı destekleyen insanların hayatlarını bile tehdit edecektir. Çünkü düşünceler, inançlar insana hizmet ettiği zaman iyidir. İnsanüstü bir dogmaya dönüştüklerinde tehlikeli bir hal alırlar. O zaman insanlar ona hizmet etmeye başlar. Yani bir düşüncenin, bir inancın emir ettiği şekilde yaşamaya başladığınızda artık siz bir kurbansınız. İnsanlık tarihi, softalaşmış düşüncelerin, inançların yarattığı korkunç olaylarla dolu.
'Dilsiz' romanında tarikat Şeyhi Behzat’ın yaşadığı bu. Kendi yarattığı tabunun kurbanı olmaktan kurtulamıyor. Çünkü bir noktadan sonra yarattığı tabuyu değiştirme gücünü yetiriyor. 'Dilsiz' romanında tarikatın iç savaşını anlatırken şu gerçeğe parmak basmak istedim: Ülkemizde yaşayan Türkler, Kürtler dini kendi kültürleriyle kaynaştırdılar. Birçoğu buna Anadolu İslam’ı diyor. Aslında burada yaşanan bu. Yani Anadolu’da yaşayan halklar İslam dinini Arap kültürüne, gelenek göreneklerine göre değil, kendi kültürlerine, gelenek göreneklerine göre yorumlayarak ortaya bir sentez çıkardılar. Bu durum uzun süre sürdü. Son yıllarda Arap gelenek görenekleriyle bütünleşmiş, Arap olmayan halkların dillerini, kültürlerini yok etmeye çalışan bir inanç ekolü topraklarımızda kök salmaya başladı. Siyasal iktidarların desteklediği bu ekol, kendisi gibi olmayan ve Anadolu İslam’ı denilen bu anlayışı sindirmeye, yok etmeye başladı. Romanda anlatılan bu.
Siyasal iktidarlar bu süreci hızlandırmak için ellerinden geleni yapıyor. Milyarlarca lira kaynak aktarılıyor, milyonlarca insan bu alanda harıl harıl çalışıyor. Bu çalışmayı yapanlar teşvik ediliyor, ödüllendiriliyor, ekonomik kaynaklarla besleniyor ve bu tehlikeyi görüp insanları uyarmaya çalışan insanlar cezalandırılıyor. Çok geç olmadan bu politika terk edilmeli. Çünkü bu politika tutmayacak, ülkemizi büyük acılara, felaketlere sürükleyecek. Anadolu’nun temel ağacı meşedir. Meşenin dallarına hurma aşılanıyor. Bu halk, bu ülke köklerine yabancılaşıyor. Kültürüne yabancılaşıyor. Artık neredeyse Anadolu’da yaşayan halkların kültürü suç oldu. Ormanların yok edilmesine, suların kirletilmesine, insan ırkıyla birlikte yaşayan canlı türlerinin yok edilmesine, savaşlarla milyonlarca insanın yok edilmesine, kadınların hayvanlar gibi acımasızca boğazlanmasına, asgari ücret altında bir ücretle sendikasız, sigortasız çalıştırılmasına, insanlar arasındaki ekonomik eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı çıkmayan, büyük servetlere, holdinglere sahip bir ‘din adamı’ anlayışı egemen olmaya başladı topraklarımızda. Bir Afrikalı şöyle demiş: "İngilizler topraklarımıza geldiğinde bizim topraklarımız, zenginliklerimiz vardı, onlarınsa İncil’leri. Şimdi bizim İncilimiz, onlarınsa toprakları, zenginlik kaynakları var." Bir musibet bin nasihate bedel, demiş atalarımız. 'Dilsiz' romanımda bu tehlikeli gidişatı anlatmak istedim.
'İNSANLARIN ACISINI UNUTMAM MÜKÜN DEĞİL'
Daha lisedeyken yazdıklarınızla Ovacık’tan Hakkâri’ye, oradan da Urla’ya sürüldünüz ama yazmaktan hiç vazgeçmediniz. Şimdi durup düşününce neydi sizi yazmaya iten şey?
Yazma olayı insanın iç dünyasına yaptığı ruhani bir yolculuktur. İnsanın iç dünyasını belirleyen, şekillendiren de yaşadığı coğrafya, yaşadığı kültür, yaşadığı hayat tarzıdır. Ben hayatı tanımaya başladığımda hem ailem hem birlikte yaşadığımız insanlar o kadar yoksuldu ki… Bir göz toprak damlı evimizi çitle ortadan ikiye bölmüşlerdi. Bir tarafında hayvanlar bir tarafında biz yaşıyorduk. Köyümüzdeki bütün insanların evleri bu haldeydi. Ben hayatı tanımaya başladığımda 1937- 1938 yıllarında yakılıp yıkılarak nüfusunun yüzde sekseni öldürülmüş köyümüzün insanlarının hayatta kalanları sürgüne gönderilmiş, 1947 affıyla sürgünden geri dönmüş insanlar, yeniden yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlardı. Bu çok zor bir hayattı. Kışlar çok uzun sürer, metrelerce kar yağar, insanların dünyayla bağlantıları kopar, kurtlar sürüler halinde köyümüze saldırır, hastalıktan insanlar ölür. Yiyecekler biter, bahar geldiğinde insanlar canlarının yarısını geride bırakır. Çok zor şartlarda yeni evler yapan, yeni ağaçlar diken bu insanlar, 1994 yılında yeniden topraklarından sürüldüler. 1937-1938 katliamından kurtulmayı başarmış insanlar ikinci sürgüne dayanamayarak şehirlerin varoşlarında öldü (bunların içerisinde annem ve babam da vardı).
Ben böyle bir hayatın içerisinde büyüdüm. İç dünyamı bu hayat şekillendirdi. Dünyanın neresine gidersem gideyim, içerisinde büyüdüğüm insanları unutmam mümkün değil. Hep bu insanların acılarını, sefaletini, 1937-1938 yıllarında öldürülmüş akrabaları, babaları, kardeşleri, anneleri, komşuları için döktükleri gözyaşlarını anlatıyorum. Ne kadar anlatsam da hiçbir zaman yeterince anlattığımı düşünmedim. Galiba ne yaparsam yapayım, ne kadar yazarsam yazayım asla yeterince anlattığıma inanmayacağım. Çoğu çoktan aramızdan ayrılmış bu insanların görüntüleri gözlerimin önünden silinmeyecek, gözyaşları, ağıtları hiçbir zaman dinmeyecek, hiçbir zaman ruhsal bir huzura erişemeyeceğim.
'ORMAN FARKLI AĞAÇLARLA GÜZELDİR'
Siyasi yazılarla başladınız yazmaya ancak daha sonra edebiyata, romana yöneldiniz. Örgütlü siyasetle aranıza mesafe koyunca mı yöneldiniz edebiyata?
Ben örgütlü mücadeleye inanan bir insanım. Eşitsizliği, sömürüyü, baskıyı, savaşları yok etmek için örgütlenmenin önemini bilen bir insanım. Ama birey olarak kendimi hiçbir zaman bir çemberin içerisine hapis etmeyi kabul etmedim. Her zaman en inandığım şeyi bile sorgulama cesaretini gösterdim. Ve şuna inanıyorum ki bu hayatta hiçbir şey ebedi ve ezeli değildir. Her şey değişmeye, yenilenmeye mahkûmdur. Bugün doğru olan yarın yanlış olabilir. Bugün bir ihtiyaç olan yarın ihtiyaç olmayabilir. Her şeyi belirleyen zamandır. Değişmeyen, ebedi olan tek şey zamandır. Yeryüzünde insan hayatında olan her şey değişmeye, yenilenmeye mahkûmdur. Bugün ülkemizde, yaşadığımız coğrafyada inançlarını, düşüncelerini, hayat tarzlarını ebedi ve ezeli görüp kendisi gibi yaşamayan, inanmayan, düşünmeyen insanları yok edip zorla kendisine benzetmeye çalışan insanların çabaları beyhude. Hiçbir şey sonsuz değil. Görmeyi bilirsek hayat o kadar çeşitli ki, o kadar zengin ki hiçbir doğru bu hayatta birlikte yaşadığımız türlerin mutlak doğrusu olamaz. Bir kuzuya şeytanı çiz desek mutlaka insanı çizer. Milyonlarca türün iç içe yaşadığı bir ormanda yaşadığımızı bileceğiz ama bir kayın ağcı, çam ağacı ya da kavak ağacı olduğumuzu da unutmayacağız. Zaten ormanı güzel kılan da bu farklılıklar değil mi? Hepimiz çam ağacı olsaydık orman çok daha mı güzel olacaktı sanki?
Yazmaya başlarken ustam dediğiniz yazarlar var mıydı? Varsa hangi kitaplar size yazmak için ilham verdi?
Beni etkileyen kitapların, yazarların listesini yazmaya kalksam bir kitap olur. Ama gençlik yıllarımda beni en çok etkileyen romanlardan aklıma ilk gelenler. Maksim Gorki’nin 'Ana'sı, Viktor Hugo’nun 'Sefiller'i, Tolstoy’un 'Savaş ve Barış'ı John Steinbeck’in 'Gazap Üzümleri', Orhan Kemal’in 'Hanımın Çiftliği'… Bunlar aklıma ilk gelenler.
Köyde yaşıyorsanız yayınevlerinden eleştirmenlerden uzaktasınız, bu sizi yazar olarak nasıl etkiliyor? Okurla buluşmanız zor oluyor mu?
Köyde yaşamış olmam yazdıklarımı okuyucuya ulaştırmamı olumsuz etkiliyor. Ama yapabileceğim bir şey yok. Çünkü ben bu yaşamı seviyorum.
Yazdıklarınız nedeniyle devlet güçleri tarafından baskıya uğradınız, eviniz ve dükkânınız yakıldı, bütün bunlara rağmen Dersim dışına büyük bir şehir de ya da herhangi bir Avrupa ülkesinde yaşamayı düşündünüz mü?
Zaman zaman düşündüğüm oldu ama ayaklarım bir türlü terk etmedi doğduğum toprakları. Çünkü seviyorum bu toprakları, bu insanları.
Yazmak dışında günleriniz nasıl geçiyor köyde. Başka bir uğraşınız var mı?
Zamanımın büyük çoğunluğunu toprakla uğraşmakla geçiriyorum. İki yüz kök ceviz, yüz kök meyve ağacı yetiştirdim. Onlar büyüdü, meyve veriyor şimdi. Onlara bakarken çok mutlu oluyorum. Bugüne kadar yirmi roman yazdım, inanın ki bu romanların varlığı, diktiğim bir ağaç kadar mutlu etmiyor beni. Çünkü her ağaçtan kuşlar, karıncalar, böcekler, ayılar yüzlerce canlı türü yararlanıyor. Bunu bilmek beni sonsuz mutlu ediyor, huzura kavuşturuyor. Anladım ki hiçbir şey insanı toprakla uğraşmak kadar mutlu etmiyor. Topraktan doğduk, günü geldiğinde ona döneceğiz.