Metin Kaygalak: Benimkisi Batı’nın karşısına konumlanmış Doğu değil; kaybın Doğu’su
Metin Kaygalak'ın toplu şiirleri Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kaygalak, "Şiire yeniden dönmüş gibiyim. Oysa hiç terk etmedim, sadece gereksiz yer işgal etmek istemedim" dedi.
Zafer Zorlu
DUVAR - Başından itibaren bir ısrarın, yeni bir söyleyiş arayışının poetikasını sürdürdü Metin Kaygalak. Kendisinden sonra gelen birçok genç şairi de etkiledi. Başlangıçta varlık sorunsalını merkeze alan, kültürel mistisizmin olanağında şiirlerini okuduğumuz Kaygalak, son iki kitabında, daha tanımlı, özneleri ve coğrafyası olan bir dille çıktı karşımıza. ‘Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’ kitabında kayıp kültürlerin izlerini süren, tarihsel ve sosyolojik sorunları şiirinin merkezine taşıyarak; son kitabı ‘Doğu Kapısındaki Jonglör’de devam ettirdiği değişimi yeni bir söyleyiş imkânına getirmiş oldu.
Türkçeye, açıktan ya da gizliden, isteyerek ya da istemeden, yapılan bir müdahale olarak da adlandırabileceğimiz poetik tavrının evrelerini, uğrak yerlerini toplu şiirlerde görmek mümkün. ‘Siyah Divan’, bu açıdan bize yeni okuma olanağı da sunuyor. Geçtiğimiz ay ‘Siyah Divan’ adıyla toplu şiirleri Everest Yayınları'ndan çıkan Metin Kaygalak’la kitabını konuştuk.
Son kitabınız ‘Doğu Kapısındaki Jonglör’ün yayımlanmasından bu yana neredeyse on yıl geçti. On yıl sonra, şiirlerinizin toplu olarak basılması bu söyleşi fikrine ve son yıllarda “suskunluğa” çekilen, kim bilir belki de kendini unutturmaya çalışan bir şairle yeniden bir araya gelmeye vesile oldu. Hem bu suskunluğa hem de şiirlerinizin bir divan olarak yeniden okurun karşısına çıkmasına dair neler söylemek istersiniz?
Uzun bir suskunluk denebilir buna evet ama bu biraz da bilinçli bir tercih. Ayrıca ben zaten görünür olmaktan pek haz eden biri değilim. Buna bir de kendime koyduğum tahditleri de ilave ettiğinde, ortaya böyle bir durum çıkıyor maalesef. Bunları bir kenara bırakırsak, esasen Aristoteles’ten mülhem Agamben’in şairin şu yazmama potansiyeli hakkında söylediklerini bir parça burada işletirsek, üçüncü kitabından itibaren şiirini değiştiren ve tekrara düşmeme kaygısını had safhada yaşayan biri olarak uzun susmayı şiirimin selameti için olumlu buluyorum. Cemal Süreya’nın, çok şiir yazması nedeniyle Edip Cansever için söyledikleri hepimizin malumu. Yine de iyi ki yazmış Cansever duygusundan alamıyorum kendimi.
‘Siyah Divan’la şiire yeniden dönmüş gibiyim. Oysa hiç terk etmedim, sadece gereksiz yer işgal etmek istemedim. Benimkisi kötü şiir yazma korkusu… Şiir, roman ya da öykü gibi değildir. Şiir, her defasında şairini sınar maalesef. Şairi eleştirel bir hükümle yargılama hakkı işte bu kuvvetinden. ‘Kendini unutturmak’ ha! Oysa modern insan için bu namümkün bir durumken hem de. Öyle ya, modern insan yalnızlığı elinden alınmış olan değil miydi? Modern insanın handikabı asıl bir türlü kaybolamaması, varlığını geri çekememesi değil miydi? Ta Foucault’dan Agamben’e modern insanın hallerini konuşup duruyoruz… Kaybolabilmiş, varlığımı geri çekebilmiş, bir miktar unutulabilme olanağı oluşturmuşsam bundan ancak ‘mutluluk’ duyarım. İyiymiş. Bana iyi geldi, bu ‘unutturma’ becerim… Evet, Agamben’in dediği gibi, şair, yazmama potansiyeline sahip olduğu sürece bir potansiyeldir. Her yazdığında değil… Dolayısıyla sürekli yazmak, kitaplaşmak, şairin bu aşırı görünürlüğü… Benim harcım değil!
'ESASEN AYRIŞTIĞIN ŞAİRDE KURARSIN ŞİİRİNİ'
İlk iki kitabınızın büyük ses getirdiği söylenir hep. ‘Suya Okunan Dua’daki bir dizenizden mülhem, edebiyat camiası yazdığı dilin yetimi bir şairin bir tür sırla ortaya çıktığına şahitlik etti. Bu sır ve onun öncesizliği ile ilgili neler söylemek istersiniz? Bir ihtiyaçtan, daha doğrusu bir zorunluluktan mı bahsetmemiz gerek? Yine burayla bağlantılı bir ikinci soru olarak ise şunu sormak isterim: Bir tür “yalnızlık” ve “anlaşılamaz”lık duygusuyla mı yazmaya başladınız?
Yalnızlık ve unutuş en çok 90’lar şairine musallat olan duygu olageldi hep. Sadece yalnızlık mı? Sanırım insanın hakikatle olan ilişkisinin yarattığı sıkışma 90’larda şairin hakikat ile olan ilişkisinde, insanın konumlanışında siyasal özneden, varlıksal olana bir kayış oldu. Heidegger’den mülhem bir ifadeyle söylersek, hakikat ancak unutuşla ortaya çıkabilen bir şey ise eğer, yani hakikatin tarihi varlığın unutuşunun tarihi ise eğer; varlığın unutuluşu 90’lar poetikasının belirleyici akslarından biri oldu. Paul Celan’ın ifade ettiği, şiirin açığa çıkması ile varlığın unutuluşu arasındaki korelasyon… Tam da bu! İnsanın bizatihi varlığı sorunsallaştırması, geri çekilmesi, politik öznenin yıkımı… Bunda sosyalist devletlerin çöküşünün bizatihi olumlu bir etkisi olduğunu söyler Badiou; eşitlikçi siyasetin yolunun devlet iktidarından değil, içkin bir öznel belirlenimden, bir kolektif aksiyomdan geçtiğini. 90’larda poetik zemin işte böylesi bir sıkışmanın, kapanmanın zeminidir. Bu yeni durum, İkinci Yeni’den bu yana sanırım ilk defa yaşanıyordu.
İkinci Yeni, ikinci dünya savaşının hemen sonrasına denk gelir; 90’lar şiiri ise sosyalist devletlerin çöküşüne. Her ikisinde ortaya çıkan müşterek, paradigma dışından konuşma olanağıydı: İkinci Yeni, kentli modern insanın yeni yaşantısına, bireysel kaygılarına, dünyayla ilişkilenmesindeki zaafa ve kefarete odaklanırken; 90’lar poetik zemininden konuşan şair, insanın hakikatle olan ilişkisi üzerinden kayba gözünü dikmiş; yenilginin, dile gelememenin sancısına katlanmıştı. İnsanın ontolojik olarak bizatihi varlığı sorunsallaştırması, yaşadığı sıkışmayla şairin dile gelişinden söz ediyorum. Ben bu sıkışmanın, dile gelememenin adeta cismani haliyim. Senin ‘anlaşılmazlık’ dediğin, sanırım en makul ifadeyle, şiirimdeki ‘yabansılıkla’ ilgili olmalı. Okurun, yazdıklarımla köprü kurmada katlandığı zahmet, farklı kültürellik hallerinin, ele avuca sığmamanın yarattığı rahatsızlık. Yani sadece verili Türkçenin ve onun rezonansından konuşmayan bir dil, başka bir dimağla gelen şiirselliğin yarattığı tanımlanamama, anlam katmanlarının yarattığı acziyet, kimi zaman bilerek politik olarak görmeme, kimi zaman da büyülü haline hayranlığın yarattığı körlük… Ben bu üçünü de yaşadım otuz yıllık şiir serüvenimde.
Sözünü ettiğin sır ve onun öncesizliğini ancak şöyle yorumlayabilirim: Sanırım kendi kelimelerimi aramaya başladığımda uzak durmam gerektiğini düşündüğüm verili şiirsel yükü çok erken fark etmiş olmam ve giderek ağırlaşan o müşkülpesent yanımın bir tür erken olgunlaşmaya evrilmesi. Dolayısıyla daha baştan bir yabansılıkla konuşacağının farkında olmak. Bu durum işimi hem zorlaştırdı hem de gizemli kıldı. Ama bana daha çok zorlaştıran kısmı düştü galiba: Anlaşılamamak… Şüphesiz bunda okurun niyeti kadar, şiirsel serüvenimdeki kabahatlerimin de etkisi var. İlaveten şair sezgisinin yarattığı, daha baştan itibaren şekillenen şiirsel serüvenin ve eklemlendiğim şairlerden ayrışma olanağının yarattığı deneyimin yıkımı… Bu durum paha biçilmez bir okuma keyfi sunuyor şaire. Yaklaştığın ve ayrıştığın her şairde deneyimi yeniden şekillendirmek. Esasen ayrıştığın şairde kurarsın şiirini. Çatışkının yarattığı yoğunluğun doğuma musallat olan o kurucu yıkım! İşte asıl şiirsel yük buradadır. Cemal Süreya’nın sözünü ettiği kelimeler arasındaki şiirsel yük! Budur şiiri büyüten, anlattığın hikâye değil…
'KISA TÜRKİYE TARİHİ’NE TALİP OLMA, ONU YENİDEN YAZMA DUYGUSU'
Epey etki yaratan ve birçok Kürt şairi kendine çeken iki kitaptan sonra bambaşka bir yöne evriliyor şiiriniz. Bu sapma, ki bence güzel sapma, özellikle ‘Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’ adlı kitapta açıkça görülebilir. Burada yine ihtiyaç, daha doğrusu zorunluluk meselesine gelelim istiyorum. Neler söylersiniz bu konuda?
Evet, ‘Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’un bir sapma olduğu söylenebilir. Senin ‘birçok şairi kendine çekme’ diye ifade ettiğin o tesirden ben de yorulmuştum artık. Değişim vakti gelmişti. Yeni bir şiire yönelmem, dünyada ve burada yaşanan yeni toplumsal hareketler ve yeni siyasal mücadele şekilleri, yükselen hak ve özgürlük talepleri, demokrasi ve insan hakları arayışındaki büyük mücadele… Hasılı yaşanan büyük dönüşüm, beni yeni bir şiirin kapısına getirdi. Ben de çocukluğumdan beri teşne olduğum birçok meseleye hamle yapma gayretinin hemen ağzındaydım zaten. Ve elbette bir de okumalarımın bende yarattığı konuşma imkânının o derin kifayetsizliği. Yani ancak şiirle söylenebilecek yeni bir dilin kapısındaydım artık.
Gelelim ‘Ortodoks Oğlanlar’ı yazma serüvenime. Esasen yirmili yaşlarımda Cemal Süreya’yı okurken bende mayalandığını sonradan fark ettiğim şey; Cemal Süreya’nın o kısacık şiiri ve bazı söyleşilerinde kimliğine, sürgünlüğüne, leylî meccaniliğine, ima ile anadiline dair söylediklerinin bende yarattığı hasar ve kırılmaya yol açan ifadeleri. Tüm bunları kâfi bulamamam ve elbette beni başka bir söyleyişe kışkırtması diyelim. Niyetlendiği ve belki de sadece imayla geçiştireceği ‘Kısa Türkiye Tarihi’ne talip olma, onu yeniden yazma duygusu. Bu duygunun ruhumun derinliklerinde sürekli çalışması. ‘Ortodoks Oğlanlar’ evvela bu mayadan yola çıkan bir kitap oldu ve elbette bir de dönüp dönüp okurken bende başka şekilde çalışan Hilmi Yavuz’un ‘Doğu Şiirleri’yle kurduğum/kuramadığım, ‘ben olsaydım şöyle derdim’ diye başlayan gümrenmelerim hep eşlik etti bana. ‘Doğu Şiirleri’nde olmasını dilediğim şey, Cemal Süreya’nın o çok kısa KTT şiirini kendi kelimelerimle yazmalıydım duygusu, sıkışması…
‘Ortodoks Oğlanlar’, evvela bu iki şaire teorik zemini için çok şey borçlu: Cemal Süreya’ya imayla yaklaşırken, Hilmi Yavuz’a içten içe çatışkıdan musallat olacaktım. Buna bir de tarihi tersten okuyan Ecegil tavrı oturtmak da şart olacaktı. Ve elbette tarihin muktedirler tarafından yazıldığının farkında bir eleştirellik ve politik uyanıklıkla…
Gelelim, toplu şiirler aşamasında ‘Ortodoks Oğlanlar’ın bazı bölümlerini yeniden yazma serüvenime. Elli bölümlük şiirlerin her birini isimlendirerek kendi içinde müstakil şiirler olarak yeniden kurguladım. Toplu şiirler gündeme geldiğinde ‘Ortodoks Oğlanlar’da içime sinmemiş ve bende hâlâ her okuduğumda çalışan dizeler ve bölümler olduğunu gördüm. Şimdi içim rahat. Cemal Süreya’nın bende mayaladığı şey başlangıçta sadece bir Anadolu, bir ‘Kısa Türkiye Tarihi’ iken, bu yeni aşamada esasen Rumeli’den Sanandaj’a, Kafkasya’dan Lübnan’a büyük bir atlası önüme sererek konuştuğumu fark ettim, kendime yakalandım. İlave ettiğim yeni bölümler ve bazı eski bölümleri yüksek tadilata uğratmamla ‘Ortodoks Oğlanlar’da her defasında yaşadığım eksiklik duygusunu toplu şiirler sürecinde gidermiş, tamamlamış oldum. Tüm bunların dışarıdan gözlemci, izlenimci biri olarak değil; içeriden öfkesiyle, yenilgisiyle, humoruyla konuşan bir şairin kitabına dönüşmesi… Birçok kimliğimle bu şiirde dile gelmiş olmam, yüklerimden giderek kurtulmam ve yeni yüklere açmam ruhumu. Yirmilerimde yaşadığım sıkışmayı anca rahata erdirebildim. O nedenle okurum –eğer varsa öyle bir şey! ne kadar da şımarıkça oldu– bu defa ‘Siyah Divan’daki ‘Ortodoks Oğlanlar’ı yeniden, daha baştan özne yıkımına uğramış bir şekilde okuyacaktır. Tarihi ve sosyolojileri verili olandan değil de tersten okuyanların alışık olduğunu bildiğim bir okuma bekliyor olacak onları.
Umarım müstakbel okurumu hayal kırıklığına uğratmamış olurum. Ama bir handikap bekliyor okuru: Kitaptaki sosyolojilere karşı duygudaşlık yaşamamış olmanın kültürel sıkışması. Politik olarak buna hazır olsa da kültürel olarak bunu deneyimlememiş bir Türkiye sosyolojisi var maalesef, başkası için duygulanmama, duygusal salınımın yetersizliği. ‘Ortodoks Oğlanlar’, tam da başkası için duygulanmanın rezonansına odaklanacak bir okuma imkânı gibi. Dolayısıyla, şiirime karşı o anlaşılamama, konumlandıramama ifadeleri ya da hissiyatı gücünü tam da bu rezonans yoksunluğundan alıyor biraz da. O sarsıcı yabansılıkta.
Şiirlerinizde “ben”in tüm görünür ihtişamına, metni tamamıyla ele geçirebilen gücüne rağmen esasında bir yokluk duygusuyla hemhal olduğunu, o duygu tarafından ele geçirildiğini düşünüyorum. Nitekim siz de bu öznenin baştan sona hâkimi göründüğü ilk şiirlerinden yıllar sonra “Şu ben/ ne tuhaf itirafıdır/ şu biz diyememenin” diyorsunuz. Bunu “ben”in sırrını ifşa ve ölümünü ilan etmenin bir ifadesi olarak okumamız mümkün mü?
Mümkün. Ve öyle de olmalı. Benjamin’in de ifade ettiği üzere, “ben” zamirini o yazmadığım mektuplarım dışında kullanmak istemem. Ancak buradaki ben elbette biz’i anlatan ben’di. Hele benim gibi kendini geri çekmiş bir özne için, “ben” bir yıkım olur sanırım. Benim nazarımda, ‘ben’ kibre uğramış bir zamirdir. Uzak durulmalı bu dilden.
90’lar şair görünürlüğünün düşüşüydü adeta. Şiirin gözden düştüğü yıllar. Siyasal haysiyetin yıkıldığı, değerlerin yerinden edildiği, likit toplumsallık halleri: Devletleşen sivilliğin yıkıcılığının yüzeye vurduğu yıllar. Bense musallat olduğum siyasalın hemen kıyısında dünyaya gnostik iftiralar atmakla meşguldüm. Negatif teolojiyle çatışıyordum. Gücüm ancak buna yetiyordu zira. Kendi yıkımımı avuçlayarak çıkıyordum büyüttüğüm şiire. Kendi deneyimimin yıkımıydım adeta.
'BEN ÇOK ERKEN TERK ETTİM AHMED ARİF'İ...'
Yine ‘Suya Okunan Dua’da “bir ses aradım durdum yıllar boyu/ bir ses, kendi dilimde” diyorsunuz. ‘Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’ kitabınızla yıllar boyu arayıp durduğunuz sesi bulduğunuzu, en azından duyabilecek ve duyurabilecek bir yerde konumlandığınızı söyleyebilir miyiz? Bu sesin “Bilinen Doğu”dan gelmediğini, sözgelimi Ahmed Arif ile bir akrabalığının olmadığını, folklorik olandan büsbütün sıyrıldığını, büyük bir tarih ve kültür atlasını yere serdiğini görüyoruz. Yeni bir “Doğu” mu yaratıyorsunuz yoksa “Doğu” mu bildiğimiz gibi değil?
‘Ortodoks Oğlanlar’ varmak istediğim bir yer miydi, doğrusu bilemiyorum. Ama kalmak istediğim bir yer olmamalı, onun farkındayım. Evet, bazen bir başka şair için kalkış gibi görünen şey, bir başkası için varışa dönüşebilir. Belki benim sıkı okurum bir şair için burası bir varış gibi görünebilir. Ama bana öyle gelmiyor. Ruhuma musallat bir duygu hep çalışıyor beri yandan, asıl şiirimi henüz yazmadığım duygusu. Kim bilir belki sen haklı çıkarsın günün sonunda.
Evet, ben çok erken terk ettim Ahmed Arif’i. Politik olarak şairimdi ama poetik olarak değil. Birçok şiiri hâlâ ezberimde. Orhan Koçak’ın bir yazısında ifade ettiği gibi, Ahmed Arif kendisine dayatılan bir dili muhteşem bir özgürlüğe dönüştürdü. Cemal Süreya’nın ‘Folklor Şiire Düşman’ denemesi, 1956’larda kaleme alındığında, daha ziyade Oktay Rifat ve Bedri Rahmi’ye yönelik bir değerlendirme olsa da, esasen ileriye yönelik bir hamleyi de içerir. Ama yine de Ahmed Arif’i bunun içinde değerlendirmek biraz haksızlık olur. Biraz, çünkü Ahmed Arif’in söylediği bazı söyleyiş, dile geliş halleri Türkçede olmayan ifade ve söz dizimine denk gelir, dolayısıyla folklor eleştirisi Ahmed Arif için pek oturmuyor gibi. Gibi, örneğin; “uy havar”, “kahpe fakları”, “ölürüm ha”, “ellere nesi”, “..lo kimin yurdu”, “ben öleydim loooy”, “ekşini hovarda” gibi söyleyişler Kürtçede folklora tekabül ederken, Türkçede yeni bir söyleyiş olanağıdır; hatta Cemal Süreya’nın, başka bir yazısında, Ahmed Arif’i folklordan uzaklaştırarak, müspet bir imkân olarak gördüğü “oral şiir” ifadesine bağlaması önemli bir ayrıştırmadır. Adeta Ahmed Arif’i folklor eleştirisi üzerinden okumamamızı ister gibidir. Ancak Ahmed Arif’in kotarabileceği bir dil, dize yapısı ve örneğine rastlanmayacak muazzam bir lirizm olduğunu da görür Cemal Süreya. Dolayısıyla Ahmed Arif’teki folklorik görünen söyleyişler Türkçenin olanağında söylenmiş değildirler, bu yanıyla tam olarak bu eleştiriye yerleştirilemez. Ancak şunu da söylemek lazım; Ahmed Arif’in verdiği söyleşilerinde ve mektuplarında kullandığı dil itibariyle ‘folklora’ meyyal olduğu da açıktır. Yani folklora içkin söyleme potansiyeli, söylememe potansiyelinden daha fazla gibidir. İlaveten, bence Ahmed Arif’in şiirindeki ve konuşmalarındaki o ataerkillik, feodal-erkek dil tartışılmalıydı; devrimci söylemin de uzunca bir süre kullandığı 70’ler Türkiye’sindeki vasat.
Gelelim Ahmed Arif’le aramızdaki o uzun negatif diyalektiğe. Ahmed Arif’in politik bir özne olarak konuştuğu tarihsel, toplumsal ve siyasal koşullar ile benim konuştuğum toplumsal ve siyasal koşullar arasında bir paradigma değişikliği var. O, dünyada da giderek büyüyen genel sosyalist söylemin gövdesine eklemlenmenin hem gönencini hem de acısını yaşadı; ben 90’larda yaşanan ‘kimlik’ sorununun yıkımına uğradım. O, pozitivist ilerlemeciliğin olanağında konuşurken; ben, ilerlemenin aldatıcılığına çalıştım. O, yaşadığı acılara rağmen ümitvardı; ben, onun yaşadıklarının fiziksel olarak zerresini yaşamadığım halde kudret vaktini yitirmiş beyhude bir diğerkâmdım. O, kendi dışındaki her şeye yine de bir tahammülle bağlıyken; ben, kendi dışımdaki her şeye dünyevî bir tazmin gibiydim. O, ileriye, geleceğe hamle yaparken; ben, köklere beyhude bir yerleşme gayretiydim. O, nev’î şahsına münhasırlığın doruğuyken; ben, büyük şiire hamle yapmak isteyen ihtirasın müzmin gayretkeşiydim. Ama bir müştereğimiz de vardı onunla: İkimiz de kendi doğumumuza tanıklık etmiştik. Bunu uzatmam mümkün… Oysa ne güzel söylemişti Amin Maalouf, 'kökler karanlıktı ve ben kendi spekülatif karamsarlığıma yürüyordum'.
Gelelim benim kalbimin Doğu’suna, spekülatif anlam kaymalarına... Benimkisi Batı’nın karşısına konumlanmış Doğu değil, kaybın Doğu’su, kayıp aydınlanmanın. Dile gelemeyen natamam ulusların, mutî halkların, minör halkların, kayıp kimliklerin Doğu’su. Muktedirin zaafına uğramış kimlikli toplumsallığın Doğu’su. Thierry Hentsch’in de ifadesiyle, hayal gücümüzün uçsuz bucaksız kırk ambarı; tarihin ilk şafağı ve karanlığı, muhayyilemdeki imkânsız cemaatlerin yurdu olan Doğu. Bizde Doğu meselesi bir medeniyet tasavvuru içerisinde sağ-muhafazakâr cenah tarafından üstlenildi. Solun ilgilendiği bir kavram olmadı, olmasın da! Bu itibarla İslamcıların Doğu’sunda, bu sözünü ettiğim natamam ulusların esamesi okunmadığı gibi; haklarının nasıl gasp edildiği, yok sayıldığı, kendinin kılındığını, resmi tarihin dışına çıktığımızda, hep beraber gördük. Muktedir ve medeniyetçi bir Doğu tasavvurudur İslamcıların Doğu’su. Esasen bu Doğu da kendi inşasını yine oryantalistlere borçludur. Neyse, uzatmayayım, Edward Said’e girsek çıkamayacağız zira... Nerede bir medeniyet lafı duysam tüylerim diken diken olur, arkasındaki o büyük yıkımı da birlikte düşünürüm hep. Benjamin’in tembihi gelir oturur boğazıma, yutkunamam…