Metotsuz Şark Usulü: Selahattin Özpalabıyıklar

Yayın dünyasının önemli isimlerinden Selahattin Özpalabıyıklar'ın son kitabı 'İtalik Benim' Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Özpalabıyıklar'la çeviri, editörlük ve yayıncılık üzerine konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Selahattin Özpalabıyıklar yazın dünyasının önemli isimlerinden biri. Ömrünü yazıya, çeviriye ve editörlüğe verdi. Gazeteye günlük çapraz bulmaca hazırlamaktan ansiklopedi yazarlığına kadar, birbirinden farklı ama yaratıcılıkta kardeşleşen işlerde çalıştı. Onun deyimiyle ‘kendi kitabı’ 'Göndermeler' Ekim 2018’de Everest Yayınları’ndan çıktı. İkinci kitabı 'İtalik Benim' geçtiğimiz günlerde yine Everest Yayınları tarafından yayımlandı. 'İtalik Benim'in satırlarında, yazıya, kitaplara, çeviriye, editörlüğe dair nice düşünce, anı, deneyim saklı.

Selahattin Özpalabıyıklar ile 'İtalik Benim'i konuştuk. 

Yazın dünyasına bir ömür emek verdikten sonra, iki buçuk sene gibi kısa bir sürede iki kitabınız yayımlandı. 'Göndermeler' 2018 Ekim’inde, 'İtalik Benim' ise geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Buradan yola çıkarak iki soru sormak istiyorum. Birincisi, “Göndermeler” Betül Kadıoğlu’nun size taktığı “Göndermelerin Efendisi” lakabından geliyor, peki, 'İtalik Benim' nereden çıktı? İkincisi, birçok yazar Bold, hatta altı çizili Bold’u tercih edebilirken siz neden italik olmayı tercih ettiniz?

Hem italik olmayı tercih ettim, hem de italiği temellük ettim diyeyim. Çünkü bu başlık, Türkçenin tevriye imkânını kullanarak, hem “İtalik benim!” hem de “İtalik benim!” diyor. Kul Nesimi’nin “O yâr benim, kime ne!” deyişi gibi tıpkı. Bir yanı bu. Öte yandan, italik, matbaacılığın ilk çağlarında metinlerin kapladığı alanı küçültmek, böylece maliyeti düşürmek amacıyla üretilmiş bir yazı şekli bilindiği gibi. Ben de hayatta fazla yer kaplamak istemiyorum diyebilirim. Ya da en azından kaplıyormuş gibi görünmek istemiyorum. İtalik aynı zamanda metinde dikkat çekmesini istediğimiz yerleri göstermek için kullanılıyor. (Bold yani siyah ya da koyu dediğimiz yazı da öyle. Ama o çok kaba, yazının görünüşünü hantallaştırıyor. O yüzden pek sevmem ben.) Yani bir taşla iki kuş: Hem hafifçe eğilip temenna ederek uzayda kapladığım yeri azaltıyorum, belki hedef küçültüyorum askerde dedikleri gibi, hem de daha çok görünür oluyorum.

Kitaptan bir pasajla devam edelim: “Alman şarkiyatçı Oscar Rescher (Osman Reşer), hocası İsmail Saib Sencer’in cenazesinde Mahir İz’e, ‘Siz Türklerde ve genel olarak Doğulularda bir şey var. Öyle şeyler var ki nasıl olup da bildiğinize şaşıyorum, öyle şeyler de var ki nasıl olup da bilmediğinize şaşıyorum,’ diyor. Mahir İz de, ‘İşte ona 'Metotsuz Şark Usulü' derler,’ diye yanıt veriyor. İşte benim tarzım da bu: Metotsuz Şark Usulü; sistemsiz, kafa göz yara yara, el yordamıyla,” (s. 337).

Yazılarınızı okurken kimilerinin dağınıklık olarak adlandırabileceği, kitaplarla dolu bir masa geliyor gözümün önüne. Selahattin Özpalabıyıklar çeviri yaparken, yazı yazarken nasıl bir ortamda çalışıyor? 'Metotsuz Şark Usulü'nü biraz tarifler misiniz? Ya da bu soruyu “Selahattin Özpalabıyıklar nasıl çalışır?” diye sadeleştirip, Proust Anketi’ne göre “gerçek hayatta favori kadın kahramanın” (s. 329)Eser Demirkan’a sorayım izninizle... 

Eser Demirkan: Selahattin Özpalabıyıklar nasıl çalışır sorusunun yanıtı epey karışık. Özpalabıyıklar nasıl çalışmaz, onu yanıtlamak daha kolay bence: Kesinlikle planlı, düzenli ve disiplinli çalışmaz. Çeviri yapıyorsa teslim tarihini geciktirme ihtimali yüksektir, hatta çevirinin hiç bitmeme ihtimali bile vardır. Bu onun tembelliğinden değil, tam tersine çalışkanlığından kaynaklanır. Tatile gittiğimizde bile bilgisayarı yanındadır ve gün boyu çalışır. Aslında bu 'dağınıklık' onun yaşam tarzıdır. Özpalabıyıklar'ı tanıyan herkes, konuşurken açtığı parantezleri, birbirine eklemlenen ve sıçrayarak ilerleyen anlatma sürecini iyi bilir. Sevgili Yücel Demirel’in deyişiyle, konuşurken kendi sözünü keser.

Çalışırken de böyledir, elinde aynı anda hep birkaç iş vardır. Bir yazı ya da çeviride takıldığı bir yer için kitaplar alır, araştırmalar yapar, sayfalarca okuyup çeviriye dönmesi bazen günler sürer. Örneğin yakında yayımlanacak Brian Dillon’dan Denemecilik çevirisi için sanırım 20 kadar kitap aldı, 100’e yakın PDF metin inceledi. En fazla 140 sayfa olacak kitabın çevirisi için belki 1000 sayfadan fazla okudu, karıştırdı, taradı. Özpalabıyıklar'ın çevirmen notlarını yazması, çeviri süreci kadar zamanını almıştır sanırım bu kitapta. 

Selahattin Özpalabıyıklar: Editörlüğüm de öyledir ki benim! Manguel’in Hayali Yerler Sözlüğü mesela: Üç buçuk yıla yakın sürdü editörlüğü. Ama yapılıp bitmiş çeviri üstünde çalışmadım. Çevirmenlerimiz Sevin Okyay ile Kutlukhan Kutlu çevirdikleri kısmı bana gönderiyorlardı, birlikte çalışıyorduk, peyderpey hazırlandı kitap. Her sayfası kaynak kontrolü gerektiren bir kitap bu, çünkü zaten işlenmiş, paraphrase edilmiş alıntılardan oluşuyor, bütün o kaynakların (kitap, film, oyun, libretto vb.) orijinallerinin ve varsa (kayda değer) çevirilerinin bulunması, çevirisi yapılıp Hayali Yerler Sözlüğü metniyle karşılaştırılması, pek çok alandan pek çok terimin denetlenmesi gibi bir sürü iş. Sevin’le Kutlukhan bir yandan, ben bir yandan deli gibi kitap topladık bu yüzden.

Sizin için 'kavga etmiş' insanlar var. Kitapta “Ataç’ın Turgut Uyar için zarını atması gibi bu insanlar da benim için zar attılar. Az şey değil bu,” (s. 339) diyorsunuz. Önce sınıf öğretmeniniz Özcan Bey, Milliyet’in o yıl başlattığı İlkokullar arası Bilgi-Kültür Yarışması’na gönderilmeniz için okulda öğretmenler kurulunda kavga etmiş; sonrasında Prof. Oya Köymen, Temel Britannica’da çalışmanız için; son örnekte de YKY’de editör olmanız için Enis Batur yayın kurulunda kavga etmiş. İnsanın ona inananlarla karşılaşması lazım. Ama her şeyden çok yazarlık-yayıncılıkta bu belki daha da geçerli. Ne dersiniz?

Dediğiniz doğru. Çünkü bu işte kitapla başbaşasın, görünür değilsin. Hep söylerim: Kitabın üstüne kapanıp öyle çalışıyoruz biz – editörler de çevirmenler de. Pek ortalarda görünmüyoruz. (Yazar da aynı 'kapanma' ile çalışıyor olsa da, o bize göre şanslı: Onun görünürlüğü daha çok.) Yalnız 'eser'imizle görünüyoruz böylece: Çevirdiğimiz ya da hazırladığımız kitapla. Kitaptaki billurlaşmış emeği görmek de pek öyle kolay değil. Bir derin görü gerektiriyor. Çevirmenlerle, editörlerle aynı dalga boyundan yayın yapıyor olması gerek insanın. Bu yüzden, bu işte insanın kendisine inanan, demek ki kendisini anlayan kişileri bulması zor. Ben gene de şanslıymışım, belki pek çok değer çorak topraklarda heba olup giderken, hayatımın önemli duraklarında, entelektüel kimliğimi bulmama, bugünkü ben olmama onlarsız edilemez katkılar sağlayacak insanları bulmuşum. Daha ne isterim!

İ.B.B. Kültür A.Ş. Yayınları’ndan çıkan İstanbul’un Meşhur Edebiyatçıları kitabında fotoğrafınız var ve altında Asım Prizren yazıyor. Kütüphanelerde, arşivlerde duran bir kitapta başka bir isimle hafızalara kazınmak nasıl bir his? 

Yanlış anlaşılmasın, o kitapta 'meşhur edebiyatçı' değil, kitabın yazarlarından biri olarak bulunuyorum. O fotoğraf da kitabın fikir babası ve hazırlayanı, bir süre önce kaybettiğimiz Yusuf Çağlar’ın bana jesti. Daha fazlasını öğrenmek isteyen Göndermeler’e bakabilir. Ya da Borges gibi diyeyim: Belki de asıl ben Asım Prizren’dir, ben onun dışkimliklerinden biriyimdir, kim bilir...

Kitapta, Refik Durbaş’ın 'Türkçem bitti yanmışım' şiirini de örnek göstererek dil bitmiyor ama çevirmenin dili bitiyor diyorsunuz. Anna Kavan’ın Buz’unu çevirirken Redhouse’ın Osmanlıca-Türkçe sözlüğünden, Keats çevirirken Dede Korkut’tan çözüm buluyorsunuz. Kelimeleri bulmak için dilde, bellekte, yazılmış satırlarda bir nevi arkeologluk yapıyorsunuz. Ama maceracı bir tarafınız da var. Size yazının 'Indiana Jones’u diyebilir miyim?

 Diyebilirsiniz, bence mahzuru yok. Hatta hoşuma bile gider. Ama yine de ben Indiana Jones değil de Jean-François Champollion olmak isterdim sanırım. Yani kazı işini sahada değil de geride, yazıhanede, kütüphanede, özellikle de diller, metinler üstünde yapan biri.

'İtalik Benim' okuyucusuyla buluştu. Şimdi sırada ne var? Neler yazıyor, neler çeviriyorsunuz bugünlerde?

İki çevirimin daha çıkmasını bekliyorum. İlki “Ali Teoman İçin”de “şimdilik bitemeyişiyle efsane olan, kısmetse çevirisiyle de efsane olacağını umduğum” diye söz ettiğim Denemecilik, Brian Dillon’dan. Öteki de Anna Kavan’dan ikinci kitabım: Ölümünden sonra çıkan öykü kitabı Julia ve Bazuka. Ilya Kaminsky’den çevirdiğim, salgın sonrası çıkan ilk kitabım Sağır Cumhuriyet’in ikinci basımı da yolda. Karantina sürecinde hazırladığım, içinde benim de bir iki çevirim bulunan bir Lorca derlemesine sunuş yazmakla uğraşıyorum. Editörüm Çağlayan Çevik’e teslim etmem gereken tarih, Enis Batur’un meşhur deyişiyle: “Deadline: Dün!”

Olabildiğince çeviriye ağırlık veriyorum. Son olarak, ama en önemsizi değil, hatta belki en önemlisi: “The Master” Henry James’den sürpriz öyküler çeviriyorum. Bir yandan da perakende işler devam ediyor: Notos, Kirpi Şiir ve Kod Adı Maske 2021 dergilerine şiir ve öykü çevirileri...