YAZARLAR

Meydan okuma mı, intihar mı?

Bu işler böyle işte. Yani ne? Yani şu: Ankara diyesi ki Batı’ya: “Ben imkânlarımı zorluyorum, sen de biraz ikram yap, ortada buluşalım, mevzu huzur içinde çözülsün.” Ne AB mandarinlerinin, ne ABD büyükelçisinin gündemlerinde haşa demokrasi, hukuk devleti, hak ve özgürlükler, laiklik yok. Atı alan, Üsküdar’ı geçti işte.

Sadık amadeniz Cumartesi sabahı daha “bismillah” deyip, kontağa basamadan Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal görevden alındığı için Sayın Cumhurbaşkanına şükranlarını arz etmiş, yerine onun makam koltuğunun altına rulmanlı tekerlekleri koyan Yeni Şafak’ın ekonomi yazarı bey atanmış. Üzerine aynı Sayın Cumhurbaşkanı durur mu, tek imzayla, kadınlara yönelik şiddeti önlemenin temel hukuksal güvencesi (adı üstünde) İstanbul Sözleşmesi’ni de tek imzayla Türkiye Cumhuriyeti adına feshetmiş. Sayın Cumhurbaşkanı yoğun cuma gecesi mesaisine devamla, Kanal İstanbul’a da devlet garantisi verilmesini tensip buyurmuş.

Oysa görecek günler vardı daha. AB’nin kurumsal yöneticileri Michel ve Von der Leyen’le ve Fransa Dışişleri Bakanı le Drian’la yapılan telefon görüşmelerini yorumlayacaktık. İran Dışişleri Bakanı Zarif’in gerçekleşen ve Yunanistan ile Çin dışişleri bakanlarının Dendias ve Wang’ın tarihleri açıklanan (ayrı ayrı tabii) ziyaretlerini konuşacaktık. Libya üzerinden Mısır’la açılım gibi peş peşe gelişmeler üzerinden diplomatik etkinliğin arttığı izlenimi üzerine ahkâm ve ahkâmlar kesecektik. Olmadı, kısmet değilmiş.

Mahalle yanarken, saçları taramanın âlemi yok sanırım. Kurtuluş Son Durak’a yakın müsait bir yerde inecek var. Hatta oraya kadar gitmeyip, doğrudan Astek’e çöküp, Tanju Okan’ın o şarkısındaki gibi, tövbe, bir daha hiç çıkmamalı meyhaneden belki. Zira Kocaeli Milletvekili Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi ve HDP’ye kapatma davası da ilk paragrafta âli takdirlerine acizane maruz kılınan hamlelerle uygun adım geldi. Gezi Parkı’nın mülkiyeti de İBB’den alınıp “Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri” vakfına devrediliverdi. İleri demokrasi coşkusu, peygamber vitesine attı yokuş aşağı. Bünyem bu denli derin hazzı bir arada artık kaldırmaz oldu. 

O arada ABD Ankara Büyükelçisi Satterfield de çıkıp açıklama yapmaz mı: “Türkiye S-400'lerden vazgeçmeli. Amerikan Kongresi'nde savunabileceğimiz tek çözüm bu” diye. Haydi canını sıkalım, hırpalayalım büyükelçiyi. “Haddini aşmakta olduğu”, “siyasete dizayn verme çabaları” vs. Ama yok, sahi Trump gittiydi, Biden geldiydi. Ne hışımla geliş: Putin’e “katil” dedi, Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesi kanıtlanırsa “bedel ödetmekten” söz etti. Neredeyse eş anlı olarak, Alaska’da buluşan ABD ve Çin en üst düzey heyetleri de, neredeyse attılar ceketleri, aslanlar gibi kapıştılar.

Bu işler böyle işte. Yani ne? Yani şu: Ankara diyesi ki Batı’ya: “Ben imkânlarımı zorluyorum, sen de biraz ikram yap, ortada buluşalım, mevzu huzur içinde çözülsün.” Ne AB mandarinlerinin, ne ABD büyükelçisinin gündemlerinde haşa demokrasi, hukuk devleti, hak ve özgürlükler, laiklik yok. Atı alan, Üsküdar’ı geçti işte. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan yasadışı göçe dalgakıranlık, selefi terörizmle mücadelede güvenlik işbirliği, ekonomik iflâsla kara deliğe dönüşmenin önlenmesi var.

Türkiye de diyor ki: “Bakınız: Yunanistan’la konuşuyorum. Doğu Akdeniz’de maraza çıkarmıyorum. Suriye’ye yine dalmıyorum. Mısır’la Libya’da siyasal çözümde ortak dalgaboyu tutturup, arayı düzeltiyorum. İsrail’e (hele Netanyahu’nun 23 Mart’ta yeniden seçilip, seçilmeyeceği belli olsun) açılım yapıyorum. İran’ı hizaya getirmekte yapıcı rol oynamaya girişirken, Astana Üçlüsü’nde de Katar’la yedekliyorum. İnsan Hakları Eylem Planı da açıkladım; yani uygulamak için değil, siz kamuoylarına satasınız diye. Daha ne?”

Karşılığında diyor ki yine Türkiye: Tabip sen elleme S-400 (ve Halkbank) yaramı, bana dolarları getir. İçişlerim münhasıran benimdir, MbS, MbZ, Sisi ile çalışan sen değil misin, benim de “değerler paydaşlığı” iddiam yok, hatta işime de gelmiyor, parçabaşı, perakende ortağınım ben senin. Yahut Cemal Süreya’nın şiirindeki gibi söylenirse: “Daha nen olayım isterdin, / Onursuzunum senin!” İşlemiyor mu? Şimdilik işliyor görünüyor bana kalırsa. Ancak ilginç biçimde ABD ile AB rolleri değişiyor da sanki.  

Erdoğan’ın varkalma, iktidarını koruma mücadelesinde son perde açılıyor. Laik cumhuriyetin son perdesi de olabilir bu açılan. Neden olmasın, bir gece ansızın emperyalizmin zincirlerini kırar, Lozan ve Montrö’den de çekiliveririz belki. “Yok artık, olmaz” mı dediniz? Yoksa “böyle bir şey olabilir mi yaw” diye mi sordunuz? Zaten kendine “demokratik” yakıştırmasını uygun gören muhalefet de “intihar” olarak okumluyor olan, biteni. Önce intihar edicez, sonra birden dirilip, (Hayko Bağdat’ın öngördüğü gibi) “yatıcaz kalkıcaz, yatıcaz kalkıcaz”, aaa, bir de bakıcaz, şıkır şıkır “güçlendirilmiş parlamenter sisteme” geçmişiz.  

Özcesi, islâmcı-milliyetçi oligarşi, millet yani çoğunluk adına konuştuğu iddiasıyla, cumhuriyete cepheden meydan okuyor. O “demokratik” muhalefet ise çoktan feshedilmiş meclisi ve bağımsız olmayan yargıyı işaret ediyor, elhamdülillah asla oyuna gelmiyor. Ve gözyaşları içinde benim gibilere dönüp “daha ne yapsın muhalefet, CHP’ye vurmak kolay tabii” diyenlerin sayısı da bir hayli fazla. Bu konuda diyeceklerimi benden çok daha vukufla ifade eden Oya Baydar ve Sevilay Çelenk’in son yazıları yeterli sanırım. 

Hesapların üzerinde de birtakım hesaplar yok değil. Birincisi, kalıcı göçürtme operasyonu kafasıyla, Pazartesi sabahı piyasalar açıldığında ülke ekonomisi de hepten çökertilmiş olabilir. İkincisi, ABD Çin’le olan küresel “modeller mücadelesi” bağlamında demokrasi ve özgürlüğü kararlı biçimde gündemde tutmak zorunda. Üçüncüsü, AB’nin lokomotif iki ülkesi Almanya ve Fransa’da iktidar değişikliği havası var. Hollanda’da D66’nın seçim başarısı da belki bir genel yönelim değişikliği başlangıcı. Fransa’daki laiklik ve evrensel değerler tartışmasının, siyasal islâmın demokrasiyi tehdit eden bir otoriteryanizm varyantı olup olmadığı odağına evrilmesi de bir başka gösterge.    

Yargımızı dağıtıp, ruhlarımızı da yelpazelediysek, haydi kalkın o zaman bozkırın ölümsüz tezenesine bağlanıp, kafamızda huniler, hep birlikte oynayarak (rahmetli olsa, “kimse kimseyi rahatsız etmemek suretiyle olduğu yerde” derdi) bitirelim:

“Kesik çayır biçilir mi? / Sular soğuk içilir mi? / Bana yardan geç diyorlar / Seven yardan geçilir mi?

Aman desinler desinler, şeker yesinler / Şu kız şu oğlana yanmış desinler

Aman ben yandım yandım yandım / Ellerin memleketinde eğlendim kaldım

Ankara’nın tren yolu / Gâhı eğri gâhı doğru / Canım benim Anadolu’m / Gideyim mi senden gayrı?"

 

Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.