YAZARLAR

Millet 5'ten büyüktür ama yüzde 45 de yüzde 15'ten daha büyüktür

Peki matematiksel olarak mümkün olanın sosyal olarak imkansızmış gibi formüle edilmeye çalışıldığı nokta olan “kazanacak aday” tartışması nereden çıkıyor öyleyse? Meral Akşener ve İYİ Parti'nin hem Cumhurbaşkanlığı'nı hem de Başbakanlığı talep ederek, bunu seçilecek aday gibi üstün bir çıkarın üzerinden savunuyormuş gibi yaptıkları şey, yasama ve yürütmeyi en azından tekellerinde (elbette ileride yargı da eklenecek buraya) tutmayı arzulamalarından başka bir şey değil.

2018 Seçimlerinde, Meral Akşener Cumhurbaşkanı adayı olduğunda yüzde 12 oy aldı. Bu aslında onun partisinin kemik oyu. Son bir yılda, değişik kamuoyu araştırma şirketlerinin yaptığı yoklamalarda partisinin oy oranı, yüzde 10 ile yüzde 18 arasında geziniyor ki bunun da ortalaması yüzde 14 eder.

Buna karşılık, Muharrem İnce 2018 seçimlerinde CHP'nin cumhurbaşkanı adayı olarak yüzde 28 oy aldı. Benzer bir şekilde CHP'nin oy oranı da değişik kamuoyu yoklamalarında yüzde 25-32 arasında geziniyor. Bunun da ortalaması yaklaşık olarak Muharrem İnce'nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde almış olduğu oy oranına tekabül ediyor.

Şimdi elimizdeki bu tarihsel ve güncel verileri alt alta koyalım. CHP'nin oyu yüzde 28, HDP de en son seçimlerde aldığı yüzde 11,7'den yüzde 11'e düşmüş olsun. TİP'in başını çektiği sosyalistlerin yüzde 3 civarlarında, masanın diğer partileri DEVA, Gelecek, DP ve Saadet de yüzde 1,5'ar oy alsınlar. Buranın toplamı, yaklaşık yüzde 48 yapıyor.

Dikkat ederseniz, burada herhangi bir şekilde İYİ Parti'nin oylarını saymadık.

AKP-MHP bloğunun depremin ve ekonomik krizin altında kalmış olduğu gerçeğini unutalım ve EYT dahil yaptıkları bütün seçim hamlelerinin mükemmelen çalıştığını varsayalım ve bu da hesabımızda 3 puanlık bir sapmaya daha yol açmış olsun. Ortada şu ya da bu şekilde Kılıçdaroğlu'nun aday olmasını destekleyen ve ona oy vereceğini beyan eden bir yüzde 45 var.

Dikkat ederseniz bu yüzde 45'in herhangi bir yerinde İYİ Parti yok ve eğer onlar da firesiz gelirlerse, Millet İttifakı adayının alacağı oy, yüzde 55-60 civarını bulabiliyor.

Daha da önemlisi, İYİ Parti'nin, parti yönetiminde Kürtler ve Alevilere karşı alerjik hisler besleyen ve dürüst bürokratlardan endişe eden yönetici kastının (bu arada elbette Kürt gelinleri ve Alevi komşuları vardır) dışında kalan İYİ Parti kitlesinin ne kadarının, Kılıçdaroğlu karşıtlığını paylaştıklarını da elbette ölçemiyoruz. Örneğin, İYİ Parti'nin oransal olarak en fazla oy aldığı iller olan ve sosyolojisini yakinen bildiğim Burdur, Antalya'nın özellikle kentli seçmenlerinin Kılıçdaroğlu ismiyle özel bir husumetleri olacağını sanmıyorum.

Peki matematiksel olarak mümkün olanın sosyal olarak imkansızmış gibi formüle edilmeye çalışıldığı nokta olan “kazanacak aday” tartışması nereden çıkıyor öyleyse?

Kılıçdaroğlu'nun sahneye çıktığı 2009 İstanbul seçimlerinden beri, bilinen herhangi bir yolsuzluğu yok, herhangi bir ahlaksızlığı yok. Bütün AKP dönemi boyunca onun bir tür mıymıntı memurmuş gibi imajlandırılması, CHP Genel Müdürü olarak yaftalanarak aşağılanmaya çalışılması aslında çok basit bir şekilde, Kemal Kılıçdaroğlu'nun (bilindiği kadarıyla) dürüst bir bürokrat olması ve bütün Özallı yıllar boyunca parlatılan ve 99 Depremleri ve 6 Şubat Depremlerinde başımıza yıkılan, defalarca kez çöken borsa, defalarca patlayan grizular ve döviz rezervleri başta olmak üzere başımıza gelen ne varsa aslında hepsinin müsebbibi olan “İşini Bilen Memur” lardan birisi olmamasından kaynaklı.

Dolayısıyla, aslında tartışmanın buraya kilitlenmiş olmasının nedeni, Kılıçdaroğlu'nun kazanmama değil KAZANMA ihtimali.

Türkiye sağının kahir ekseriyeti ve sosyal demokratların önemli bir kısmı, iş bitirici memurları sever, kanun tüzük peşinde koşanlar mıymıntı olarak görülür, dahası aşağılanır. İYİ Parti içerisinde yuvalanmış, tek adam rejimini değil ama tek adamı değiştirerek ve saray avanesini revize ederek yola devam etmek için, kupon arazi ya da kripto para alır gibi İYİ Parti siyasetine yatırım yapmış olanlar, rejimin iyi kötü revize edilecek olmasına, Anayasa ve Yasaların sözde bile olsa gündeme gelecek olması ihtimaline karşı çıldırıyor gibi görünüyorlar.

Üstelik bu restorasyon sürecini Kürt ve Alevi kimliğini gizlemeyen birisinin yürütecek olması, belki Türkiye'nin resmi ideolojisinin ve savaş ağalarının (ki bunlardan örneğin Mehmet Ağar ve Sedat Bucak, Meral Hanım'ın sabık hamileri ve yakınlarıdır) beslendiği kanlı kuyuları körlemeye filan kalkacaktır.

Kanlı kuyular, savaş ağaları filan deyince, Yusuf kıssasına değil, Ergenekon Destanı'nda Asena ayetine gelmiş bulunuyoruz. Yani Meral Hanım'ın seçilecek aday (ve tabii seçilmeyecek aday) formülü ve bu uğurda masayı yıkmak üzere savurduğu tekme, aslında, Tayyip Erdoğan sonrası Tanrıdağlarının demirden vadilerinde sıkışacak olan, 94 konsepti zamanlarından kalma kontrgerilla avanesini kurtarmakla ilgili.

Ama mesele yalnızca Ergenekon'dan çıkış değil bundan daha fazlası var ve buralar epey hadsizlik içeriyor.

Meral Hanım masa kurulduğundan beri ben Başbakan olacağım diyordu ve kimse de kendisine olma demiyordu. Dahası, güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçildiğinde kendisinin başbakanlık koltuğu yüzde 15-20 civarında bir oyla kesin gibi görünüyordu.

Ama Meral Hanım bununla yetinmiyor, Cumhurbaşkanlığı'nı da istiyor. Yani Meral Hanım istiyor derken, elbette mevcut müesses bir nizam var, işte bu nizamın güneşi İYİ Parti'nin logosundaki güneş ve güneş çarığı sıktıkça çarık da ayağı sıkıyor.

Mansur Yavaş eski bir ülkücü bunu zaten gizlemiyor, CHP ile girişmiş olduğu ittifak olmasa muhtemelen İYİ Parti'de siyaset yapıyor olurdu. Ekrem İmamoğlu'na gelince, aileden ANAP'lı, aslında fıtraten de ANAP'lı. Fakat AKP'nin bütün bu 20 yıl boyunca merkez sağı parçalamış olması ve siyaseti iki cepheye hapsetmiş olmasından kaynaklı CHP'de bulunuyor. Ki kendisine ceza kesildiği gün de, Meral Akşener'in manevi evladı haline geldi ve sonrasında Meral Hanım'ın öncülüğünde kendisi şehir şehir gezdirildi.

Dolayısıyla, aslında Meral Akşener ve İYİ Parti'nin hem Cumhurbaşkanlığı'nı hem de Başbakanlığı talep ederek, bunu seçilecek aday gibi üstün bir çıkarın üzerinden savunuyormuş gibi yaptıkları şey, yasama ve yürütmeyi en azından tekellerinde (elbette ileride yargı da eklenecek buraya) tutmayı arzulamalarından başka bir şey değil.

Yani şöyle formüle edebiliriz bu durumu belki de, 1971'den 2012'ye kadar askeri vesayeti yaşadık, 2012'den bugüne Saray vesayetindeyiz, 2023'ten sonra vesayet sosyal demokratlarla işbirliği içinde gibi görünen, Kürtlere tahammül ediyormuş gibi görünen bir sağ muhafazakar blok aracılığıyla kendisini yeniden mayalayarak, yeni bir vesayet formuna doğru dönüşmeye çalışıyor. Üstelik bunu da, CHP'nin ve masanın diğer üyelerinin yardımlarıyla edindikleri yüzde 15'lik oy oranıyla, Millet İttifakı üzerinden yurttaşların tamamını rehin alarak yapmak istiyorlar.

Burada belki tartışılması gereken asıl nokta ise şurası; sosyalistler ve Kürtler masa kurulduğunda, ismi ortalıkta geçen bütün isimlere neredeyse eşit mesafede idi. Fakat bu meselenin bu kadar sertleşmesinin nedeni, İYİ Parti yöneticilerinin Yavaş ya da İmamoğlu ismini öne çıkarmaya çalışmaları kadar, Kılıçdaroğlu'nu olumsuzlama biçimleri oldu. İYİ Parti'nin özellikle Mansur Yavaş ismine karşı geliştirmiş olduğu takıntı ve bu takıntı üzerinden Kemal Kılıçdaroğlu ve onun temsil ettiği sosyal demokrat değerlerin olumsuzlanması, İYİ Parti kadrolarının, bedenlerinin başka bir parti de olsa da, ruhlarının ve akıllarının MHP'de olduğunun en güzel göstergesi.

Peki Kürtlerin dışarıda bırakıldığı ve bunun alenen dile getirildiği, sosyal demokratların ve sosyalistlerin yüzde 15'lik bir başka ülkücü gruba ram olmak zorunda bırakıldığı, yasama ve yürütmenin Ağar ve Bucakların hamiliğindeki Meral Akşener'in elinde toplandığı bir rejim, derin ve sığ yerlerde Cumhur ittifakının asıl sahipleri olan, sağ-muhafazakar bloğun toksik yerlerinde siftlenenler her kimlerse, onların yedek atından başka bir şey olabilme şansı var mıdır?

Meral Akşener'in 3 Mart 2023'ün öğleden sonrasında, “seçilecek aday”, “Noter masası, kumar masası”, “Vatan-Millet” gibi bir sürü laf kalabalığı ile dağıtmaya çalıştığı Masa belki de tam da bu müesses nizamın gömlek ve form değiştirmesindeki tarihsel akışa karşı durmaya çalıştığı için, ilk defa siyaseten bir anlam kazanmış olabilir.


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.