Millet bahçeleri: Kamusal mekânın sömürgeleştirilmesi
Millet bahçeleri, programlarından ve tasarım kalitelerinden tamamen bağımsız olarak, devletin güdümünde, yassılaşmış ve bekçi ve benzeri denetim aygıtlarıyla sürekli gözetim altında tutulan bir kamusal mekân modeli sunuyor.
Geçtiğimiz haftalarda İstanbul Atatürk Havalimanında yıkımla bir kez daha gündeme gelen ‘millet bahçeleri’ birçok tartışmalı boyut barındırıyor. İlk olarak 2016’da gündeme getirilen ve 2018 seçim vaatleri içinde yer bulan millet bahçeleri projesi hızla hedef büyüttü. ‘81 ilde 81 milyon metrekare’ sloganı ile 300’ün üzerinde millet bahçesi projelendirildi. Bugün bunların 100’den fazlası ya tamamlanmış durumda ya da inşaatı devam etmekte. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2021 bütçesinde millet bahçelerine ayırdığı bütçe (16 milyar) yedi bakanlık bütçesinden fazlaydı. Millet bahçeleri, AKP iktidarının şimdiye dek kamu yapıları ve konut çevreleri üretmiş olan kentsel mekân üretim rejimi içinde yeni bir alanı temsil ediyor. Açık kamusal mekânların bu rejim içinde üretimi bir anlamda ‘betonlaşma’ eleştirisine karşı bir temize çekme girişimi. Ancak ekonomik açıdan bakıldığında tıkanan inşaat sektörünü devindirmek üzere kaynak aktarımı ve mekân üretimi yoluyla sermaye birikimi yaratılması açısından hiçbir fark olmadığı açık.
Buna karşın millet bahçelerini salt bir inşaat faaliyeti olarak görmek çok indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. Millet bahçelerini Gezi’ye bir tepki olarak tanımlamak ve kamusal mekân ile ideoloji ilişkisi içinde düşünmek bu girişimin başka boyutlarını kavramayı mümkün kılabilir. En az üç açıdan millet bahçelerini Gezi’ye doğrudan tepki olarak okuyabiliriz. Her şeyden önce bu proje ‘asıl çevreci biziz’ mesajı içermekte. Gezi’yi çevre duyarlılığı üzerinden gelişen tepkilere indirgemek ve bu tepkilere karşılık gelen bir tutum geliştirmek iddiası söz konusu noktalardan biri.
İkinci nokta isimlendirmeyle ilişkili. Millet, AKP’den önce de sağ partilerin ulus kavramı yerine kullanmayı tercih ettikleri terimdi. Ancak AKP için ‘millet’ daha özgül anlamda, seçkin azınlık tarafından hor görülen (muhafazakâr) çoğunluğu anlatıyordu. Gezi’den sonra hem bu tanım geçerliliğini kaybetti hem de terim yeni bir içerikle doldurulup önemli bir ideolojik araç haline geldi. Öncelikle Gezi sürecinde AKP’nin tasvir ettiği gibi bir azgın azınlık/ muhafazakâr çoğunluk denkleminin gerçeğe tekabül etmediği, AKP’nin dayattığı politikalara itiraz eden tabanın da toplumun neredeyse yarısını oluşturduğu tescillendi. Bundan sonra millet giderek daha net, daha dar ve açıkça dışlayıcı bir ideolojik özne pozisyonunu tarif eder hale geldi. Ve Gezi’nin temsil ettiği şeylere karşı millete dahil olma çağrısı bu kavramın giderek daha sık kullanılmasıyla üretildi. Cumhurbaşkanlığı yerleşkesini ‘milletin evi’ olarak tarif etmek, ‘millet bahçeleri’ ve ‘millet kıraathaneleri’ gibi yeni mekânsal tanımlar geliştirmek bu seferberliğin kurucu unsurları olarak düşünülmeli.
Ancak, ‘millet’ nitelemesini basitçe bir muhafazakâr isimlendirme olarak görmemek gerekiyor. Ulusun (ya da milletin) ulus-inşasını öncelemediği, aksine bu inşa sürecinin ürünü olduğunu akılda tutarsak, bugün de isimlendirmenin ideolojik işlevini kavramak için isimlendirmede kullanılan referanslar kadar isimlendirmenin (ve dolayısıyla ulus-inşasının) öznesine de odaklanmak gerektiğini fark ederiz. Kısaca söylemek gerekirse ‘millet’ isimlendirmesini devlet-öznenin çağrısı olarak anlamamız gerekiyor. Bu noktaya döneceğim.
Üçüncü husus ise kamusal mekânla ilgilidir. Gezi iki anlamda kamusal mekân üzerine bir mücadeleydi: hem dar anlamıyla bir kamusal mekân olarak Gezi Parkının yıkımını engellemek söz konusuydu, hem de genel anlamda kamusal mekânlar demokratik protesto hakkının kullanımına ve özgür yaşam arzusunun somutlaşmasına sahne oldular. Gezi’nin ardından kamusal mekânların kullanımının giderek artan bir şiddetle sınırlandırıldığını ve baskılandığını gözledik. İşte millet bahçelerinin mayasında, giderek yoğunlaşan bu kontrol ve tahakküm eğilimi bulunuyor. Bu anlamda millet bahçeleri kamusal mekânın sömürgeleştirilmesini temsil ediyor.
Kamusal mekânın sömürgeleştirilmesi sadece böylesi mekânların sıkı denetim altına alınması anlamına gelmiyor. Millet bahçelerine bakıldığı zaman buralara özel kontrol mekanizmalarının veya kontrole dayanan mekânsal biçimlenişlerin dayatıldığını söylemek mümkün değil. Bu alanlarda mekânsal organizasyonun bu kadar önemsendiğini bile söylemek güç. Öte yandan millet bahçeleri ile birlikte dolaşıma giren bir başka ‘nostaljik’ eleman olan ‘bekçi’ figürünün mahallelerde, sokaklarda ve kuşkusuz park ve bahçelerde ‘daha sıkı denetimin’ araçları olduğu açık.
Kamusal mekânın sömürgeleştirilmesinin ideolojiyle, bir başka ifadeyle söylersek, bu mekânlarla toplumsal özneler olarak kurduğumuz ilişkilerin temsiliyle ilişkisi var. Ve bu ilişki açısından yukarıda değindiğim isimlendirme meselesi kritik bir önem taşıyor. AKP iktidarının ilk yıllarında kamusal mekânlar üzerine (kullanılan terminoloji ‘kamusal alanlar’ idi) yoğun bir tartışma yaşanmıştı. Başörtüsü yasaklarına karşı AKP yetkilileri (doğru bir biçimde) kamusal alanın özgürlük alanı olduğunu savunuyor, kamusal alanın devlete ait alan olarak tanımlanmasına karşı çıkıyorlardı. İşte tam da bu tartışmanın koordinatlarına uygun biçimde, bugün üretilen bir belediye parkını ‘millet bahçesi’ olarak isimlendirmek, parkın programından bağımsız olarak bu mekânı devlete ait mekân haline getiriyor. Yani bugün bir millet bahçesine girerken, devletin -AKP’nin kendisini onunla özdeş varsaydığı devletin- kamusal mekânına girmiş oluyoruz. Bu tanımlamayla, açık yeşil alan yurttaşların özgürce kendilerini ifade ettikleri kamusal mekân olmaktan uzaklaşıp, devlete tabi oldukları mahallere dönüşüyor.
Kamusal mekânın sömürgeleştirilmesinin gözden kaçırılmaması gereken bir boyutu daha var. Yazının başında millet bahçelerinin inşaat faaliyeti olma niteliğine sadece bir ekonomik büyüklük olarak değindim. Oysa bu inşaat faaliyeti sözünü ettiğim sömürgeleştirme hareketinin önemli bir bileşeni. Yakından baktığımızda millet bahçelerini temel olarak üç grupta ele almak mümkün. Öncelikle zaten inşa edilmiş veya inşa edilmekte olan parklar artık böyle isimlendiriliyor. İkinci olarak doğal alanlar (Salda Gölü gibi) bu tanımlamayla inşaat faaliyetine açılıyor. Üçüncü olarak ise, önemli kamusal alanların yıkımı veya tahribi bu biçimde meşrulaştırılıyor (çoğu kentte yıkılan stadyumlar, Ankara’da AKM alanı, İstanbul’da Atatürk Havalimanı arazisi). Kamusal alanların fiziksel olarak yıkımı, kolektif bellekteki yerlerinin silinmesi anlamına da geliyor. Bu alanlara birer kentsel boşluk gibi davranılması, tarihsel derinliğin imhası ve dolayısıyla bu alanların temsil düzeyinde yassılaşması sonucunu doğuruyor. Dahası, üretilen mekanların yeni bir derinlik üretmekten yoksun oluşları da çarpıcı. Bu kadar ulvi değerler atfedilen bir kavramla (millet) tanımlanan bu yeni mekânların, iktidar açısından belli bir derinlik arzusu ile de üretildiğini düşünebiliriz. Milletin millet bahçelerini muhafazakâr bir toplumsallaşmanın ideal çevreleri olarak kullanması herhalde arzulanmaktadır. Oysa dönüp dolaşıp gelinen nokta yüz binlerce metrekarelik ‘iş’ üretimi. Yani, hem kamusal mekânların kentsel dokudan ve kolektif bellekten silinmesi hem de inşaat faaliyetinin ihtirası, yassılaşmış mekânlar üretiyor. Ve bu yassılaşma, kamusal mekânın sömürgeleştirilmesinin önemli bir boyutunu oluşturuyor.
Özetle, millet bahçeleri, programlarından ve tasarım kalitelerinden tamamen bağımsız olarak, devletin güdümünde, yassılaşmış ve bekçi ve benzeri denetim aygıtlarıyla sürekli gözetim altında tutulan bir kamusal mekân modeli sunuyor.