YAZARLAR

Milli Eğitim Müfredatı’na veda

Üniversitelerin durumu ortadayken akademik kazanımları, sorgulayıcı zihni üniversite hayatına ertelemek çocuğun bilişsel ve duygusal gelişimini de ertelemek anlamına geliyor. Üstelik çocuk haklarına da aykırı. Birçok velinin benzer birçok sorunu dert etmediği gibi, bu sorunların ortaya çıkışına katkıda bulunduğu ortada.

Oğlum ilkokula başlamadan önce bir özel kreşe ve o dönem çalıştığım üniversitenin anaokuluna devam etmişti. Söz konusu anaokulu Montessori tarzı eğitim verme iddiasında olan bir proje okuldu. Eşitlikçi, empatiyi önemseyen, katılımcı ve yetenekleri geliştirmeye yönelik müfredatı, iyi niyetli öğretmenlerin çabasıyla iyi kötü uygulamışlardı. Montessori eğitiminden aklımda çocukların sınıfta çember şeklinde oturtuldukları, dolaplarını derli toplu tutmalarının, sınıftaki dağınıklığı toplamalarının şart koşulduğu, öz bakım becerileri geliştirilmesi için uğraşıldığı ve farklı yaş gruplarından çocukların bir arada vakit geçirmeye alıştırılmaya çalışıldığı kalmış. Tabii ki empati çabası çok da karşılık bulamıyordu. Çocuklarda en geç beliren duygunun/becerinin merhamet olduğu söylenir ya hep. Sınıftaki özel eğitime ihtiyaç duyan tek çocuk, diğerleri tarafından epey hırpalanıyordu. Öz bakım becerileri geliştirme iddiası da giysi dolaplarının içinden kek kırıntıları dökülmeye başlayınca inandırıcılığını yitiriyordu.

İlkokula ise sonraki dönem çalıştığım üniversitenin kolejinde başlamıştı. Çocuklara özgüven ve kurumsal kimlik aşılama çabası ne kadar ileriye gitmiş olmalı ki, törenlerde hamasetin zirvesine çıkmış bir okul marşı söyleniyor, o yaştaki çocuklar eş-dost, akraba çocukları arasında kolej eğitimi almayanları “devlet okulu bebesi” diyerek her fırsatta aşağılamaya kalkışıyorlardı. Oğlum bir gün ısrarla aldırdığı pahalı çikolatayı elinden düşürüp hızla yerden aldı ve ağzına attı. “3 saniye kuralını uyguluyorsun herhalde” dedim. Yere düşen bir objeyi 3 saniye içinde yerden alırsanız hijyen bakımından sorun yaşamayacağınıza dair şu malum bilgiden yola çıkmıştım. “Evet” dedi, “ama biliyor musun devlet okulu bebeleri için o kural 5 saniye.” Benim için şok edici bir yanıttı bu. Dar gelirli bir memur çocuğu olarak devlet okulunda okumuş, okulumuzun sınırlı sayıdaki özel okulla yaptığı maçlarda, buraya yazmak istemeyip üç nokta koyduğum bir küfürle başlayan “[…] Kolej, siz paralı biz beleş” diye, o zaman ayrımcı ve cinsiyetçi olduğunu fark etmediğimiz bir sloganı dilimize pelesenk etmiştik. Aile, sosyal çevre ve yetmişli yılların muhalif ruhu tarafından empoze edilen bir tür sınıf öfkesiydi bu. Şimdi benim oğlum bunu tersine çeviriyor, öfke aşağılayıcı bir alayla yer değiştiriyordu. Anlayamayacağını bile bile söylediği şeyin neye tekabül ettiğini anlatmaya çalıştım. Fakat yıllarca sürdü bu tavır. Az da olsa politik bir bilinç kazanana kadar. Bu bilincin ne menem bir şey olduğunu geçen yazıda anlatmaya çalışmıştım 

SINAV ANNELERİ, REKABETÇİ ÖĞRETMENLER VE MÜŞTERİ MEMNUNİYETİ

Velilik kurumuyla ilişkim hep netameli oldu. Ne umumiyetle “sınav anneleri” adını taşıyan yazışma gruplarıyla barışabildim, ne de veli toplantılarında tek gündemin kendi çocuğunun sorunları olduğunu düşünüp terör estiren velilere tahammül edebildim. Sınıf ve branş öğretmenleriyle özel görüşmeler, okul aile birlikleri, velilerin katılımıyla yapılan geziler, piknikler, ebeveynlerle birlikte katılınan gösterişli doğum günlerinden hep uzak durdum. Bu duruma önce üzülen oğlum giderek bana benzedi. Kendileri diğer öğretmenler arasında parlayabilsin diye öğrencileri birbirleriyle rekabete zorlayarak sınıf ortalamasını yükseltmeye çalışanlar, bazı öğrencileri velisinden dolayı kayıranlar, yine velisinden dolayı ayrımcılık yapanlar, milliyetçilik, cinsiyetçilik empoze edenler, hediye bekleyenler vb. Tabii bir kısmını, özellikle Eğitim Sen’de tanıma şansına eriştiğim ufku açık, mücadeleci ve donanımlı öğretmenleri tenzih ediyorum. Özel okulların müşteri memnuniyeti üzerine kurulu sisteminin mağduru oldular onlar hep. LGS ve YKS sınavlarında not ortalamaları mühim olduğu için kanaat notu adı altında hak edilmemiş notlamalar da yapmak zorunda kaldılar. Sayısız teşekkür ve takdir belgesi doldurdular.

Dönem başında geniş ufuklar, çok sesli ve renkli bir müfredat, öğrencilerin yeteneklerini belirleyip geliştirecek etkinliklere dair vaadler ilk aylarda sıkı sıkıya uygulanan forma zorunluluğu gibi tavsamaya başlıyordu dönemin ortasından itibaren. Ortaokul ve liselerin ilk yıllarından sonra sınav hazırlıkları başlıyor, test kitapları, deneme sınavları çocukların bütün hayatlarını hükmü altına alıyordu. Kayıt alınırken parlatılarak lanse edilen, atölyeler ve tiyatro salonlarıyla taçlandırılan resim, müzik, beden eğitimi, drama dersleri birdenbire gereksiz hale gelip matematik, Türkçe, edebiyat, fizik, kimya v.b. derslerinin istilasına uğruyordu. Vazgeçilmeyen tek etkinlik, milli bayramlardaki tekdüze kutlamalardı. Bu kutlamalarda çoğunlukla, din temelli eğitime alternatif olduğunu söyleyen ve herhangi ideolojiyi empoze etmeye karşı olduğunu iddia eden bir sistemin laikçi endoktrinasyonuyla karşı karşıya kalıyordunuz. Bu durumdan velilerin çoğunluğu memnundu. Biz azınlığın da azınlığı olarak kalıyorduk. Hal böyle olunca, birkaç yılda bir hayal kırıklığıyla o okuldan bu okula sürükledik oğlumuzu.

YKS: YETİŞKİNLİĞİN KAOTİK SINIRI

Geçtiğimiz hafta sonu yükseköğrenim kurumlarına giriş sınavı yapıldı. Yıllarını bu sınava hazırlanmakla geçiren veya geçirmeye zorlanan çocukların kimisi gerginliklerini gizlemeye çalışan sahte bir özgüvenle, kimisi de sinir nöbetleri ve gözyaşlarıyla belirdiler sınav merkezlerinin kapılarında. Tabii peşlerindeki velilerin onlardan daha gergin olduğunu söylemeye gerek yok. Bahsettiğim son iki yıl, hatta kimi okullarda üç yıl dershane düzenine uygun bir çalışma temposu ve müfredatla tamamlandı. “Sınavda çıkabilecek” sorulara yönelik çalışmalar eleştirel düşünce sistemini ve bilgi-beceri kazandırabilecek ders programlarını, yaratıcılığı geliştirecek etkinlikleri yuttu. Gelir seviyesine göre dershane okullar veya butik dershaneler dolup taştı, bir özel dersten diğerine koşan mekanikleşmiş hocalar “sınav mantığı” öğrettiler öğrencilere.

Yaşları itibarıyla sınav kapısında yeni bir akademik düzene (ki bu düzen de çoktandır tavsamış durumda) olduğu kadar yetişkinliğe de adım atmak üzere bekleşen öğrencileri gözlemledim uzun uzun. Oğlumun sınava girdiği üniversite kampüsü ikameti Çankaya ve civarında bulunan ailelerin çocuklarını ağırlıyordu. Dolayısıyla çoğu özel okulların öğrencileriydiler. Etrafta gösterişli otomobiller, kılık kıyafeti, beden dili, söylemi varsıllığa ve özgüvene işaret eden heyecanlı ve agresif veliler vardı. Kampüs girişinde kameraları, heyecanla anons geçen muhabirleri gören bir veli, “E tabii burda özel öğrenciler giriyor, onun için buraya gelmişler. Belki de bir siyasetçinin çocuğu vardır aralarında. Başarı oranı da yüksek olur burada” diyordu. Kendi çocuğunun bu bakımdan şanslı olduğunu düşündüğü belliydi. Hemen aklıma başta anlattığım “devlet okulu ve kolej bebeleri” ayrımı geldi. Nitekim sınav sonrası oğlum, okul birincisi olan arkadaşının uzak bir semtteki ilkokulda sınava girmiş olmasına nasıl da şaşırdıklarını anlatacaktı. Bir tür itibar kaybı gibi görüyorlardı bunu.

YKS sınavının bitmesini bekleyen veliler. (Fotoğraf: Funda Şenol)

Sınav mekanının sonuçlar üzerindeki belirleyiciliğini yabana atmamak gerek. Çünkü oturulan sıraların/sandalyelerin konforu, ısı ve ışık düzeni, hijyeni, sınav sorumlularının özeni sınav stresini azaltmada etkili. Ama bahsettiğim veli sınıfsal ve kültürel bir hiyerarşiye gönderme yapıyordu. Şanslı azınlığın arasına dahil olabilmeye… Sınava toplu taşımayla, belki tek başına ve özel okul, dersane desteği almadan hazırlanarak gelmiş öğrencilerin deneyimleri ve hissiyatlarını da gözlemleyebilseydim keşke.

Nihayet çoğu geniş ailesiyle, kimiyse tek ebeveyni veya arkadaşıyla gelmiş öğrenciler dualar, gözyaşları, sevgi çemberleriyle sınava yollandı. Saatler süren sınav boyunca birçok ailenin ayakta, aynı heyecanla beklediğini, aynı saatlerde sınav kapısını gören bir kafeden gözlemledim. Sınav boyunca kitabıma dalıp gitmiş olmaktan hafif bir suçluluk duymadım değil. Sınav atmosferi bunu da hissettiriyor insana. Bitişe ramak kala kampüsün önü mahşer yeri gibiydi. Erken çıkan öğrencilerin gözlerine sınavın zorluk seviyesini ölçmek ister gibi bakıldı. Tembellik ve yetersizliğe dair eleştirel sözler duyuldu, acıyan nazarlar atıldı adaya ve ailesine. Kronometre tutan velilerin geri sayımıyla öğrenciler birer birer sökün etmeye başladığında bir alkış tufanı koptu. Bu alkış gurur, merhamet, onore etme anlamına mı geliyordu, yoksa insan öğüten bu adaletsiz sınav sistemine bir başkaldırı mıydı? Savaştan sağ çıkan kahramana övgü…

Fakat sisteme karşı çıkmak, elbirliğiyle dönüştürmeye çalışmak yerine teslim olmak, dayatmalara boyun eğmek hepimizin hatası bir yandan da. Üniversitelerin durumu ortadayken akademik kazanımları, sorgulayıcı zihni üniversite hayatına ertelemek çocuğun bilişsel ve duygusal gelişimini de ertelemek anlamına geliyor. Üstelik çocuk haklarına da aykırı. Birçok velinin benzer birçok sorunu dert etmediği gibi, bu sorunların ortaya çıkışına katkıda bulunduğu ortada. Rant kapısına dönüşen dershane sahiplerinin, özel ders veren ve öğrenci koçluğu yapan hocaların da öyle.

Bu haftanın okuma önerisi Rus taşrasından ses veriyor. Baba otoritesinden kaçan iki kardeşin hikayesi: Taşralı, Anton Çevhov, Çev. Ali Rıza Dırık, Nota Bene.


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.