YAZARLAR

'Millî Şeflik'ten 'Reistokrasi'ye: Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi ve yeni anayasa tartışmaları

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, Türkiye’nin bir yönetim sistemi tartışmasından değil, Erdoğan’ın azalan gücünün, otoritesinin bir şekilde tahkimi, onarılması, tamir edilmesi ihtiyacından doğmuştur. Onu bir bozuluş hâline getiren temel faktörlerden biri de ne yazık ki budur.

 Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok

Faruk Nafiz Çamlıbel

Türkiye’nin siyasal kurumlarının son yirmi yıldaki dönüşümünü özetlemem gerekseydi -elinizdeki yazının başlığında olduğu gibi- Türkiye’nin kabineden kabileye, başbakanlıktan başkanlığa, millî şeflikten de reistokrasiye doğru bir dönüşüm geçirmekte olduğunu söylemekle yetinirdim; tabii buna dönüşüm demek ne kadar kabilse artık! Bu geçişe, “son yirmi yıldaki serencam, akıbet; belki de en güzeli son yirmi yıldaki sergüzeştimiz, maceramız” mı demek lazımdı, bilemiyorum. Cem Karaca’nın o meşhur şarkısında söylediği gibi “Bindik bir alâmete gidiyoruz kıyamete, yol dediğin yol gibi, ulaşmalı bir yere… bu döngü kısır döngü, başı var da sonu yok… sonunda bir çıkış yok, yerel ve genel seçim, seçin bakalım seçin.” 

***

Türkiye 1870’lerden günümüze anayasa tartışıyor. Batılı ülkelerin reform taleplerini (Tersane Konferansı, 23 Aralık 1876) karşılıyor gibi görünmek için başlayan -ama kesinlikle ondan çok daha fazlası olan- anayasa maceramız, çoğunca da darbelerle kesişti. 1960’tan sonra anayasalar, daha özelde de o anayasanın yürürlüğe girmesi için yapılan halkoylamaları, sadece anayasanın değil, anayasayı mümkün kılan darbelerin de meşruiyet oylamaları olarak kullanıldılar.  

Bugün mer’i olan Anayasa da 12 Eylül Darbesi sonrası hazırlattırılan, 18.10.1982 tarihinde kabul edilen ve 09.11.1982 Tarih ve 17863 Sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’dır. Elbette ki bu anayasa yayınlandığı günden bu yana defalarca değiştirildi. Bugün elimizde bulunan Anayasa, tabir-i caizse, 1982 Anayasası’nın türevi olan, ondan neş’et eden bir anayasa, adı “1982” olan bir anayasa ama asla 1982’de kabul edilen bir anayasa değil.  

***

Anayasa değişiklikleri üzerinden Türkiye’deki siyasal değişim ve dönüşüm okunabilir mi ya da tersinden düşünürsek siyasal değişim ve dönüşümlerin anayasa değişikliklerine ne kadar yansıdıkları üzerine çalışılabilir mi? Bu çalışmanın mücavir alanından taşsalar da bu tür çalışmalar gerçekten ilginç olurlardı. Çünkü anayasalar ile mevcut siyasal sistemin yapısı, eksikleri, kapasitesi, gücü, işlevi… arasında birebir değilse de sosyal-bilimsel açıdan anlamlı bir korelasyonun, rabıtanın olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim anayasalar ve siyasal sistemlerin birbirlerini karşılıklı olarak etkilediklerini; etkileşim içinde olduklarını her daim akılda tutmak gerekiyor.  

Lafı dolandırmaya ne gerek var: Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (CBHS) hiçbir şekilde bir başkanlık sistemi değil, bozulmuş bir parlamenter sistem; parlamenter sistemin -cabinet sisteminin- bir kabile sistemine zümre, oymak sistemine doğru bir (geçiş dense yanlış olur) bozuluşu, bir ekşiyişi, bir çürümesidir. CBHS, Türkiye’nin bir yönetim sistemi tartışmasından değil, Erdoğan’ın azalan gücünün, otoritesinin bir şekilde tahkimi, onarılması, tamir edilmesi ihtiyacından doğmuştur. Onu bir bozuluş hâline getiren temel faktörlerden biri de ne yazık ki budur. Türkiye için sorun olan şey bir parlamenter sistemden bir başkanlık sistemine geçilmesi değil; bu dönüşümün sadece ve sadece Erdoğan’ın biten pilini şarj etmek için yapılıyor olmasıdır. Bu ajanda onu bir imitasyon/çakma/replika millî şef sistemi – ya da Kemal Gözler’in onu tanımladığı şekliyle bir neverland- hâline getirdiği kadar bir kabile sistemi hâline de getirir. CBHS, parlamenter sistemden uzaklaştığı ölçüde kabine sisteminden de uzaklaşır; bir başkanlık sistemine erişemediği ölçüde de nepotizmi de içine alan, ima eden bir kabile sistemine dönüşür. CBHS bir neverland, bir kabile sistemi bir millî şef imitasyonudur çünkü “…yürütme organı[nın] yasama organını feshedebildiği, yasama organının da yürütme organını görevden alabildiği bir sisteme başkanlık sistemi denmesi, hayatında anayasa hukuku dersi almış herkesin gülmesi gereken komik ve cahilce bir iddiadır.”[1]

CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÛMET SİSTEMİNİ KONUŞMAK İÇİN ÜÇ KATMAN: MAGMA-ZEMİN-SAHNE

Türkiye siyasetinde CBHS tartışmaları ne 2017’de Erdoğan’la başladı ne de bu tartışmalar sadece bir Hükûmet sistemleri tartışması olarak kaldı. CBHS’yi – tam da bir neolojizm olarak- bir Millî Şef Replikası -reistokrasi- olarak tarif etmek mümkündür diye düşünüyorum ancak yine de hatırlatmak gerekiyor ki Erken Cumhuriyet Dönemi bir başkanlık sistemi değildi; bugünkü CBHS de bir konvansiyon sistemi. Oysa Erken Cumhuriyet Dönemi’nin TBMM’sinin ülke siyasetinin belirlenmesi ve tartışılması hususlarında bugünün TBMM’sinden fersah fersah ileride olduğu su götürmez; Erken Cumhuriyet Dönemi’nde de -bugünkü gibi- cumhurbaşkanlığı ve parti başkanlığı şapkalarının aynı başa konulmasının demokratik müzakereyi yönlendirdiği, sınırlandırdığı, otoriterleştirdiği, güdükleştirdiği… de. Hiç kuşkusuz Erken TBMM, aralarında birçok farklılık bulunmasına rağmen her iki sistemde de gücün bir merkezde toparlanmasına gösterilen hassasiyet, Millî Şef sistemi ile CBHS’yi birbirlerine yaklaştırıyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde 1920’de şekillenmeye başlayan yeni rejimi ve onun en genel ifadesiyle Millî Şeflik olarak tanımlanabilecek otoriterliğini, fiilî işgale karşı yürütülen bir Kurtuluş Savaşı, onu takip eden Kuruluş Dönemi, 29’daki küresel ekonomik bunalım, faşizm ve İkinci Dünya Savaşı iklimi çerçevesinde okumak mümkündür. Tüm bunlar, 1920(3)-1944 tarihleri arasındaki Millî Şefliği bir başka ifadeyle iktidarın CHP’de, CHP’nin Genel Başkan ve Cumhurbaşkanlığı’nda merkezîleştiği otoriter yapıyı haklı değil ama hiç değilse mazur gösterebilecek gelişmeler olarak okunabilir. Bir otoriterlik arayışı olarak Erken Cumhuriyet’in Hükûmet sistemi ile CBHS arasında bir benzerlik bulmak kolay, yeter ki Erken Cumhuriyet’in otoriterlik arayışının temelinde (sadece değil ağırlıklı olarak) yukarıda sıraladığım küresel sosyo-ekonomik, politik gelişmelerin ve kuruluş sancılarının yattığını, AKP’nin otoriterliğinin temelinde ise bizzat kendi iktidar sancılarının yattığını aklımızdan çıkarmayalım. O yüzdendir ki CBHS’nin bir Millî Şeflik değil, onun replikası, bir reistokrasi olarak tanımlanabileceğini düşünüyorum -ki eni sonu İnönü'nün, 27 Haziran 1956’da Meclis’te yaptığı konuşmada “Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik, siz ise bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz.”[2] şeklindeki sözünü de akıldan çıkarmamak gerekiyor. İşte tam da Millî Şeflik ile replikası, Millî Şeflik ile reistokrasi arasındaki koordinatları çizen nirengi noktası da buradadır. Ama her ne kadar CBHS bir replika olsa da bu, Cumhuriyet Türkiye’sinde iktidarın bir elde toplanması iştiyakının AKP ile değil bizzat Cumhuriyet’in kendisi ile başladığının[3] da altını çizmeye yeterli olacaktır. Ayrıca unutmamak gerekiyor ki geçmişten bugüne Türkiye’de başkanlık sistemi-parlamenter sistem tartışmaları, hiçbir zaman “Nasıl yasama, yürütme ve yargıyı daha net çizgilerle birbirinden ayırabiliriz?” tartışmalarının, Hükûmet sistemleri üzerine yürütülen entelektüel tartışmaların türevleri olarak ortaya çıkmamıştır. Aksine bu tartışmalar -özellikle de günümüzde- yasama-yürütme-yargı güçleri içinde yürütmeyi, yürütme içinde (baş/cumhur)ba(ş)kanı nihai karar verici hâle nasıl getiririz; kabine sisteminden kabile sistemine nasıl geçeriz tartışmaları şeklinde tezahür etmiştir. Özetle en başta da belirtmeye çalıştığım gibi bu tartışmalar Erdoğan’la başlamadı ve hiçbir şekilde yasama-yürütme-yargının rijit şekilde birbirinden koparıldığı gerçek anlamda bir başkanlık sistemi tartışması halini hiçbir zaman almadı, alamadı.

Sözü çok uzatmamak adına, Menderes’ten, Demirel’e, Özal’a bu Türk usulü başkanlık iştiyakının, bir reistokrasi arzusunun hiç bitip tükenmediğini belirtmekle yetineyim. Cumhuriyet’in tarihine sinmiş, nüfuz etmiş bu kuvve, bu tasavvur, bu iştiyak; Erdoğan’la ve 2017 Mühürsüz Referandumu’yla[4] kuvveden fiile geçebildi. Peki hangi tarihsel, toplumsal, siyasal… koşullar cumhuriyetin dimağına kazınmış bu iştiyakı 2017 Mühürsüz Referandumu ile 2018 Seçimleri sonrasında fiile geçirebildi? Günümüze nasıl geldik?

Bu soruya cevap arayabilmek için zihnimizde yerküreyi canlandıralım. Bu yerkürenin merkezinde, biz onu göremesek de yeryüzünü şekillendiren, hatta hâlâ şekillendirmekte olduğunu bilim insanlarının söyledikleri bir çekirdek/magma ve o magmanın şekillendirdiği bir yeryüzü yani zemin var. Sahne (2017 Mühürsüz Referandumu ile getirilen kurumsal yapı) bu zemin üzerine kurulu. İşte oyun -CBHS- bu sahnede oynanıyor. Mevcut oyunun dramaturgisini çözebilmek için mevzuyu magmadan başlayıp zemine, sahneye ve oyuna doğru özetlemek gerekiyor.

Söylemek istediklerim burada bitmiyor. İzninizle, ilerleyen haftalardaki yazılarımda da bu konuyla ilgili değerlendirmelerimi eleştirilerinize sunmaya, tarihsel bir perspektif içinde CBHS’nin politik koordinatlarını kestirmeye çalışacağım.

 

[1] Kemal Gözler. (2017) “Cumhurbaşkanlığı Sistemi mi, Başkanlık Sistemi mi, yoksa Neverland Sistemi mi? 16 Nisan’da Neyi Oylayacağız?”, www.anayasa.gen.tr/neverland.htm, 24 Şubat 2017.

[2] TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: X, Cilt: 1, İçtima: 2, 27.06.1956, s.525.

[3] Ahmet Kuyaş, (2021) “TBMM: Vekiller ve Seçimler Tartışmaları (Kasım 1921) Mustafa Kemal ve ‘Biz Bize Benzeriz Efendiler’” #Tarih, Kasım-Aralık 2021 ss.14-18’de bu süreci çok güzel özetler. Hatta o dönemin TBMM’si ve TBMM Hükûmeti muhalefet tarafından “doğru dürüst bir tanımı olmayan, belirsiz bir oluşum” olarak tanımlanınca Mustafa Kemal bu düşüncelere “Böyle bir şey nasıl söylenebilir!” şeklinde tepki gösterse de Mersin Mebusu Selahattin (Köseoğlu) Bey iddiasının arkasında durarak Mustafa Kemal’e cevaben “Söylemekle ifihar ederim!” şeklinde yanıt verir. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Ulaş da Selahattin Bey’e destek çıkar. Kuyaş, şu noktanın altını çizer ki oldukça önemli bir noktadır: “Ankara’da yaşanan Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal dehasıyla ve doğaçlama tedbirleriyle yönettiği bir devrimdi. TBMM’nin bu devrimi perdeleyen en önemli özelliği ise kuvvetler birliğini benimsemiş olmasıydı. TBMM kâğıt üzerinden yürütmeyi de üstlenmişti ama Mustafa Kemal Paşa’ya yakın duranlardan oluşan vekiller heyeti, başına buyruk hareket ediyordu.”

[4] Mühürsüz Referandum; 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu’nun 16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulması sürecinde Yüksek Seçim Kurulu, mühürsüz oyların da geçerli olabileceğine dair şöyle bir karar almıştır: “Bazı sandık kurullarının seçmene oy pusulası ve zarflarını sandık kurulu mührüyle mühürlemeden verdikleri yolundaki yoğun şikâyetler üzerine bugün toplanan Yüksek Seçim Kurulu, sandık kurulu mührü taşımayan oy pusulası ve zarfların dışarıdan getirilerek kullanıldığı kanıtlanmadıkça geçerli sayılmasına karar vermiştir.” Bu karar 16 Nisan Referandumu’nu, Türkiye seçim tarihinde -sonuçlarından bağımsız olarak- meşruiyeti sorgulanan bir seçim hâline getirmiştir. Nitekim bu referandum, Osmanlı son dönemini de içine katarak konuşacak olursak Türkiye siyasî tarihinin üçüncü şaibeli seçimi olmuştur. Şaibeli seçimlerin ilki, 1912 yılında muhalifleri darp ederek sonucu etkilemeye çalışan İttihat ve Terakkinin suçlandığı seçimlerdir. Bu seçimlere “Sopalı Seçim” adının verilmesine neden olan olay, muhalif Mustafa Nuri Bey’in dövülmesidir. Siroz’da Hürriyet ve İtilaf Fırkası şubesi açacak olan Mustafa Nuri Bey, İttihat ve Terakki fedailerince sopalarla dövülür ve hayatını kaybeder. Siyasi hayatımızın ikinci şaibeli seçimi, 1946 seçimleridir. Bu seçim de siyasî tarihimizde “Hileli Seçim” olarak anılır. Bu seçimlere şaibe karıştırmakla suçlanan parti ise CHP’dir. Seçimlerin gizli oy ve açık sayım esasına göre yapılması kararına, hatta dönemin İçişleri Bakanı ve CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’ın ilgililere bu konuda dikkatli olmalarını emreden yazısına karşın, gizli oy açık sayım kuralı yaygın şeklide ihlal edilmiştir. Üçüncü şaibeli oylama ise 2017 Referandumu’dur. Şu noktanın altını bir kez daha çizmek gerekiyor: “şaibe” sonuçlarla değil meşruiyetle ilgili bir sorunun altını çizer. Nitekim ne Sopalı Seçimler’de ne de 1946’daki Şaibeli Seçimler’de demokratik olmayan (şaibeli) yollara sapılmasaydı da sonuçlar değişmeyecek, değişemeyecekti. Belki, 2017 Referandumu’nda da mühürsüz oyların geçerli kabul edilmesi gibi bir “şark kurnazlığı”na gidilmeseydi de sonuçlar değişmeyecekti. Bu konu ile ilgili olarak Bkz.: Mete Kaan Kaynar, “Referandum: Bir Pirus Zaferine Dair Notlar”, Birikim, 18.04.2017.


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.