Milliyetçilik akımı yükselirken Osmanlı Devleti’nde göçler ve mübadele
Mübadele Anlaşması uyarınca nüfus değişimi tamamlanmakla birlikte, malların kıymetlendirilmesi ve iadesi konusundaki anlaşmazlık sonraki yıllarda devam etti.
“İzmir’de Beştepeler nam mahalde Tatar Ahmet’le Tırhalalı Mustafa’nın katillerinden ve Aygır Ahmet ve Tosun Mustafa’nın cerhlerinden dolayı mevkuf bulunan Reji kolcularından Rusçuklu Mehmet ve Ziştovili Hacı Ahmet ve Erzincanlı İbrahim ve Tireli Hüseyin ve Kızanlıklı Ahmet ve Giritli Ahmet’in Mahkeme-i İstinaf Ceza Dairesinde icra edilen muhakemeleri…”.
İzmir’de yayımlanan Ahenk gazetesinin 19 Mayıs 1896 tarihli nüshasında yayımlanan haber, göçlerle çeşitlenmiş bir kentin, en azından Müslüman nüfusunun kökenleri hakkında bir ipucu veriyor. Osmanlı kentlerinin birçoğunda, diğer etnik ve dinsel topluluklar için geçerli olabilecek olan bu tablo, yüzyıllar boyunca yaşanan yer değiştirmelerin yarattığı çoğulluğa işaret ediyor.
Sosyal bilimciler insanların kalıcı veya geçici olarak yer değiştirmelerini ‘göç’ olarak tanımlıyor. Bu çerçevede tarihin akışı içinde, nüfus yapısını belirleyen en önemli etkenlerden biri olarak göç hareketlerini izlemek mümkün. Ancak günümüz toplumlarının birçoğu kökleri her ne kadar tarihin farklı dilimlerine uzanan kitlesel göçlerin izlerini bağrında taşısa da temeli 19’uncu yüzyıla dayanan ulus-devletlerin oluşma sürecinin ürünü olduğunu biliyoruz. İmparatorluk yapıları parçalanırken ortaya çıkan ve temelleri etnik ve kültürel birlik üzerine kurulmaya çalışılan ulus devletler, bu homojen toplumun dışında kalanları, sınırların dışına doğru göç etmeleri için çeşitli yöntemlerle teşvik etti.
Kemal Karpat göçlerin Türkiye tarihi açısından önemini, “Türkiye, göçler sayesinde kurulmuş, değişmiş ve bugün milli devlet haline gelmiştir” diyerek ifade eder. Gerçekten de Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren devlet politikası olarak zorunlu göç ve iskan uygulamalarına rastlamak mümkün. Bunun dışında ekonomi, güvenlik, salgın hastalık, doğal afet, yerel iktidar sahiplerinin baskısı gibi etkenler kitlesel göçlerin nedenini oluşturdu. Ancak bu kapsamda, 18’inci yüzyıl sonlarına kadar gerçekleşen nüfus hareketlerini ‘iç göç’ kapsamı içinde değerlendirmek mümkündür.
19'UNCU YÜZYILDA BALKANLAR'DA ULUS DEVLETLER ORTAYA ÇIKTI
Osmanlı Devleti’nin toprak kayıpları yaşamaya başlaması, göç dalgasının tersine dönmesine yol açtı. 19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti, özellikle Balkanlar’da bir küçülme sürecine girdi ve kaybettiği topraklar üzerinde yeni ulus devletler ortaya çıktı. Yunanistan, Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan bağımsız devletler olarak kurulduktan sonra da Osmanlı Devleti’yle olan çatışmalarını sürdürdüler. Her şeyden önce kurulan bu yeni devletlerin sınırları içinde önemli bir Türk-Müslüman nüfusu yaşıyordu. İlhan Tekeli’nin belirttiği gibi, bu ulus devletler bir imparatorluk gibi farklı etnik ve dini gruplara hoşgörü ile bakamıyorlardı. Gelişimleri, hakim grup olan Türk-Müslüman kitlelere düşmanlıkla temellendirmişti. Bunun ötesinde bağımsızlığını elde eden bu devletlerde toprak sahipliği genellikle Türk-Müslüman kesim elindeydi. Bu kesimin gücünü kırmak için onları göçe zorlamayı gerekli görüyorlardı. Ayrıca ulusal hakimiyetlerinin pekiştirilmesinin yolunu ülke nüfuslarının homojenleştirilmesinde buluyorlardı. Böylece İmparatorluğun eski topraklarından Osmanlı topraklarına doğru bir Müslüman göçü başladı. Bu çerçevede Kırım Savaşı Kuzey Kafkasya’da yaşayan Çerkeslerin ve 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı Devleti-Rusya Savaşı’yla başlayan Kırımlıların göçü, Osmanlı yönetiminde göç ve göç politikaları açısından önemli bir aşamayı temsil eder. Yüzyılın sonuna kadar devam eden her iki göç dalgasıyla Osmanlı topraklarına göçenlerin yaklaşık iki milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Kitlesel göç hareketi, Osmanlı yerleşim coğrafyasında köklü bir değişimin habercisiydi; sınırları daralan Osmanlı ülkesinde etnik-kültürel dengeler değişmeye, iskan bölgelerinde Müslüman nüfus artmaya başlamıştı. Bu durum Balkan Savaşları’yla zirveye ulaşınca, yükselen Türk milliyetçiliğinin Anadolu nüfusunun Müslüman-Türk nüfus lehine homojenleştirilmesi hedefini destekleyen bir veri haline gelecekti. Kitlesel göç hareketleri Osmanlı hükümetlerini, büyük topluluklar halinde başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun büyük şehirlerine yığılan, büyük ölçüde her şeylerini yitirmiş insanların iaşesini sağlamak ve iskanlarını gerçekleştirmek, sonrasında bu insanların yerleştirildikleri yerlere entegre etmek gibi hiç karşılaşmadığı bir sorunla yüzleştirdi. Ticaret Nezareti’ne bağlı olarak 1860’da merkezi planlamadan sorumlu Muhacirin Komisyonu kuruldu. Büyük kent merkezlerinde kurulan iskan-ı muhacirin komisyonları, muhacirlerin iaşe ve iskanı konusunda planlamaya yardımcı olmasının yanında konuyla bağlantılı olarak yerel eşrafın desteğini sağlamaya da yönelikti. 1890’larda kitlesel göçlerin azalması üzerine komisyonlar kaldırıldı ve muhacirlerin iskanıyla ilgili konular için Dahiliye Nezareti’ne bağlı bir şube oluşturuldu. Ancak bu kararın erken alındığı kısa süre sonra anlaşıldı. Girit’in özerklik kazandığı 1897’de on binlerce Müslüman-Türk başta İzmir olmak üzere Osmanlı topraklarına aktı. Kemal Karpat’ın aktardığına göre 1894’te 250 bin olan ada nüfusunun 74 bin 150’si, yani yüzde 30’u Müslüman’dı. 1900’de Müslümanların sayısı 33 bin 496’ya, toplam nüfusa oranları ise yüzde 11’e düşmüştü. Ancak asıl felaket Balkan Savaşları’yla yaşandı.
MUHACİRLER OSMANLI'NIN EN BÜYÜK SORUNLARINDAN BİRİ OLDU
1912’de başlayan Balkan Savaşı’nda Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’a karşı savaşan Osmanlı Devleti, yaşadığı ağır yenilginin yanında, geri çekilen orduyla birlikte yaşadıkları yerleri terk ederek güvenli bir yere ulaşmak isteyen yüz binlerce muhacirin sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Bu süreçte Osmanlı Devleti’nin elinde kalan Doğu Rumeli ve Anadolu’ya göçmek zorunda kalanlar için 400 bin ila 800 bin arasında sayılar verilir. Osmanlı topraklarına ulaşan ve büyük bir sefalet içinde bulunan bu nüfusun iskanı Osmanlı yönetiminin o güne kadar karşılaştığı en büyük sorunlardan birini oluşturmaktaydı. Sorunun çözümü için düzenlenen 13 Mayıs 1913 tarihli İskan-ı Muhacirin Talimatnamesi ile iskan edilecek nüfusa arazi, ev, tarımsal üretim için gerekli donanımın sağlanacağı belirtilmekle birlikte savaşta büyük kayıplara uğramış olan yönetimin, geniş çaplı yardım kampanyalarına rağmen sorunu kısa sürede çözebilme olanak ve yeteneğinden yoksun olduğu ortadaydı.
Bab-ı Ali Darbesi’yle yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki, Makedonya ve Trakya’nın kaybında nüfusun ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrenmiş, benzer durumun Anadolu’da yaşanmasına meydan verilmemesi gerektiğine kanaat getirmişti. Yunanistan’la devam eden gerginlik, özellikle Batı Anadolu kıyılarında yaşayan Rum nüfusa yönelik bir şüpheyi besliyordu. İttihat ve Terakki ileri gelenlerine göre, Balkanlar’da yaşanan felaketin Anadolu’da tekrarlanmasını engellemek için nüfusun Türk-Müslüman nüfus lehine olabildiğince homojenleştirilmesi gerekiyordu. Bunun için Balkan Savaşı’nı izleyen yıllarda, özellikle Batı Anadolu’da bulunan Rum nüfus üzerinde baskı oluşturularak, Yunanistan’a göç etmeleri sağlanmaya çalışıldı. Ayrıca bu eylemlerde yeni gelenlere yer açmak gayretinin de rol oynadığını söyleyebiliriz. Bu konuda akademik olarak yeni yeni birtakım çalışmalar ortaya çıkıyor. O yıllarda İttihat ve Terakki’nin İzmir sorumlusu olan Celal Bayar, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın kendisine verdiği göreve uygun olarak bölgeyi Greklerden temizleme işini nasıl gerçekleştirdiğini, 1980’li yılların başlarında anlatmıştı. Buna göre Celal Bayar, içerilerdeki köy ve kasabalarda bölgenin sevilen ve sayılan büyükleri ve efeleri ile işbirliği yaparak ‘fedai grupları’ hazırlamış, davullu zurnalı gösteriler tertip etmiş, geceleri havaya silahlar attırmıştı. Bunun sonucu olarak “İzmir ve Ayvalık yörelerinden 130 binden fazla Grek kaçırmaya muvaffak” olmuştu. Birinci Dünya Savaşı sırasında ‘güvensizlik’ gerekçesi, yüzbinlerce Ermeni’nin tehciri için de gerekçe oluşturdu.
SAVAŞ ÖNCESİ MÜBADELE GİRİŞİMİ
Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde Türkler ile Rumların artık bir arada yaşayamayacağı konusunda bir düşünce hakim olmaya başlamıştı. Makedonya’da yaşayan Türkler ile Batı Anadolu’da yaşayan Rum halkın mübadelesi önerisi ilk kez Osmanlı Devleti’nin Atina Büyükelçisi Galip Kemali Söylemezoğlu tarafından Yunanistan Başbakanı Venizelos’a dile getirdi. İlkesel olarak mübadele konusunda anlaşan ve 22 Haziran 1914’te bir anlaşma imzalayan taraflar, İzmir’de mübadele işlerini düzenleyecek bir komisyonun toplanmasını kabul ettiler. Anlaşmaya göre mübadele isteğe bağlı olacaktı. Komisyon temmuz ayının sonuna kadar çalışmalarını devam ettirdi. Ancak Dünya Savaşı’nın başlaması ve bir süre sonra Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi görüşmeleri kesintiye uğrattı. 1917’de Yunanistan’ın karşı tarafta savaşa girmesi ise anlaşmayı tamamen geçersiz kıldı.
MÜBADELE ANLAŞMASI
Bundan sonraki süreç, iki taraf arasındaki düşmanlığın artmasını sağlayan olaylara sahne oldu. Nitekim Lozan’da başlayan barış görüşmelerinde mübadele konusu açılan ilk fasıllardan biri oldu.
“Dün telgrafla Hanya’dan hareketleri ihbar alınan ilk mazlumlar kafilesi salimen Klazomen Tahaffuzhanesi (Urla Karantinahanesi)’ne varmışlardır. Hanya’dan 1027 kardeşimiz vapura binmiş ve karantinaya 1028 olarak varmışlardır. Yolda bir kurtuluş müjdesi doğmuştur. Kardeşlerimiz karantinadaki memurlar ve İzmir’den giden Muavenet (Yardım) Yurdu heyeti tarafından hürmetle karşılanmışlardır. Karaya çıkanlar vatanın hür ve mesut topraklarını öperek Allah’a hamd eylemişlerdir. Bu manzara karşısında gözyaşları dökülmüştür. Kardeşlerimize sıcak yemekler dağıtılmış ve istirahatleri temin edilmiştir. Bugün selametle Ayvalık’a gideceklerdir. Kardeşlerimizin sağlık durumları hamdolsun pek iyidir. Ve inşallah daima iyi olacaktır. Galiba varış vaktinin buraca malum olmamasından ileri gelmiş olacak ki kardeşlerimize sigara, tütün yetiştirilememiştir. Vapurdan çıkanlar hep tütünsüzlükten üzüldüklerini söylüyorlardı.”
İzmir’de yayınlanan Ahenk gazetesi 4 Aralık 1923 tarihli nüshasında, Yunanistan’dan yola çıkan ilk mübadil kafilesinin İzmir’e varışlarını yukarıdaki satırlarla haber vermişti.
Türkiye’de yaşayan Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türklerin mübadelesi, Lozan görüşmeleri sırasında oluşturulan komisyonun kararıyla 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan sözleşme ve ek protokolle gerçekleştirildi. İstanbul’da yaşayan Rumlarla Batı Trakya’da yaşayan Türkler mübadele dışı tutulmuştu. İzleyen aylarda yürütülen çalışmalar sonucunda; onlarca gemi, binlerce mübadili Yunanistan’ın Selanik ve Kavala, Girit’in Kandiye, Resmo ve Hanya limanlarından, başta İzmir, Samsun, İznik, Antalya ve Tuzla olmak üzere Türkiye limanlarına taşıdı. 1925 yılının ortalarına gelindiğinde Türkiye’ye ulaşan Müslüman mübadillerin sayısı 460 bini geçmişti. Gelenler İzmir, Kocaeli, Edirne, Balıkesir, Adana, İstanbul, Bursa, Tekirdağ, Manisa, Çanakkale, Mersin ve Samsun gibi illerde Rumlardan arta kalan yerlere yerleştirildiler. Yunanistan’a gönderilen Rumların sayısı ise tam olarak bilinmiyor. Pek çoğu 1922 yılında Türkiye’den ayrılmış, başta Pire olmak üzere Yunanistan’ın çeşitli yerlerinde kurulan mülteci köylerine dağılmışlardı. Geri kalanlar da 1923-24 yıllarında Yunanistan’a gönderildi. 1928 yılında yapılan genel nüfus sayımında Yunanistan’daki göçmen sayısının 1 milyon 221 bin 849 olduğu, bunlardan 1 milyon 104 bin 216’sının Türkiye kökenli olduğu saptanmıştı.
Mübadele Anlaşması uyarınca nüfus değişimi tamamlanmakla birlikte, malların kıymetlendirilmesi ve iadesi konusundaki anlaşmazlık sonraki yıllarda devam etti. Ankara’da 10 Haziran 1930’da imzalanan anlaşmayla iki devlet arasındaki mübadeleden kaynaklanan sorunlar tamamen çözülmüş oldu. Ancak yüzyıllarca yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan insanların acıları kuşaklar boyunca devam ediyor.
*DEÜ, Buca Eğitim Fakültesi, Tarih Eğitimi Anabilim Dalı, Dr. Öğr.