Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar

Ölüler ülkesinde bile mobilyalar sınıfsal. Onca insan ölüyor, hepsine bataklık, kayalık, uçsuz bucaksız çöl falan, Atina kralı gelince, ona özel tasarım sandalye. Gözü kör olsun fukaralığın.

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar
Fotoğraf: Arşiv
Google Haberlere Abone ol

Arkeo Duvar dergisinin önceki sayıları ile karşılaştırıldığında, bu sayıda oldukça ilginç bir konu ile karşı karşıyayız: Mobilyalar. Efendim, hem arkeolojik açıdan hem de tarihsel yönden incelendiğinde, aslında yerleşik yaşamdan bu yana, hammadde kullanımı, teknolojik ve metalürjik gelişmeler, tasarım becerisi ve hatta hayal gücünün sınırları konularında, insanın geçmişini bir nevi mobilyalar üzerinden okumak mümkün. Hele bir konu var ki hakkındaki en değerli bilgileri, muhtemelen mobilyalardan öğreniyoruz. Sınıfsal yapı; belki de kendisini en kolay mobilyalar üzerinden temsil eder.

Bahsettiğim, tabii ki günümüzün ‘varak’ sevdalısı, yeni yetme vurguncuları değil elbet. İlk başta bir zanaat ürünü gibi görünse de mobilya; üretildiği ahşaptan kıymetli kumaş ve derilere, sağlam metallerden aplike madenlere, işlevselliğinden estetik görünüşüne, hatta ilk kullanım nedeninden uzaklaşıp bir özneye dönüşmeye kadar, gittikçe değerlenen bir esere hızla evrilir. Bir bakmışsın, sanatın konusu haline gelivermiş. Bir bakmışsın, birkaç nesile taşan antika mertebesine ulaşmış. Bir bakmışsın, politik bir gücün nesnesi haline dönüşüvermiş…

Bu gözler, farklı boyda sandalye üzerinden belirlenen nice hiyerarşi gördü. Misafir devlet başkanını kendinden aşağıda oturtmakla övünen andavallar bir yana, eşitlik diye yola çıkıp, bir seçim zaferinden sonra, kameralar karşısında, kendi eş başkanına küçük sandalyeyi layık gören zerzevatları, yakın geçmişten hepiniz hatırlarsınız.

Eh, hal böyle olunca, anlamı boyunu aşan bu ‘eşyaların’ mitolojisi de bir başka oluyor. Aslında, bir coğrafyada yaşayan insanların tümünün, yani halkın ortak-anonim hikayeleri olan mitler, işin içine mobilyalar girdiğinde sınıfsal bir yapıya bürünüyor. Ne diyelim, halk dediğin de böyle işte; bugüne kadar her derde bir çözüm bulabilmiş de sınıfsal mücadeleyi bir türlü içine sindiremiyor.

Neyse canım okur, bizim işimiz halkları eleştirmek değil. Onlara rağmen, onların sözünü dile getirmek. Bağlayın kemerleri, efsanelere güç ve servet katan mobilyaların geçmişine gidiyoruz.

İlk durağımız oldukça klişe, oldukça bilindik. Tahtlar efendim tahtlar. Bir Türkçe atasözü, “Analar tahtını yaparmış, bahtını değil” der. Gerçi antik dünyada tahtlar anneden değil de genelde babadan kaynaklı olsa da biz bir gidip bakalım, bu taht kimlerin bahtını güzelleştirmiş.

KİM GALİP GELİR DE TAHTA OTURURSA, ÖYKÜNÜN SAHİBİ ARTIK O OLUR

Efendim malum, yazının icadıyla birlikte söylenceler mitolojiye dönüşür. İlk yazılı mitlere, yani ister suyun başındaki Sümerlilere ister iki dünya arasında dolaşan Mısırlılara, istersek de imparatorluğu icat etmiş Hititlere gidelim, ilk karşımıza çıkan şey taht kavgasıdır. Tanrıların egemenlik mücadelesinde kim galip gelir de tahta oturursa, öykünün sahibi artık o olur. İnsanlar - her ne kadar özel ve güçlü olsalar da- mağlupları unutur, galiplere selam çakar. Çünkü hikaye gerçekte tahtın hikayesidir. Galipler bile, tahta oturabildikleri sürece, bu hikayede bir role sahip olurlar. Bu duruma şaşırma sevgili okur, daha önce de söylemiştik, gökler, yerdekilerin yansımasıdır. Aşağıda ne olup bitiyorsa, yukarıda da aynısını elbette daha şaşaalı olmak kaydıyla görmekteyiz. Kentte, bir kral tahtta oturunca, onun ağzından çıkan her söz bir emir olursa; tanrılar katındaki herkesin, taht peşinde koşmasında bir sürpriz aramamak lazım.

Biraz ileri saralım, modern Batı dünyasının kendine köken kabul ettiği Helen kültürüne varalım. Orada işler, baştan biraz karışıktı hatırlarsınız. Tanrıların egemenlik mücadelesi, dile kolay, tam üç nesil sürdü. Nihayetinde Zeus baba tahta oturdu da hem doğaya hem de insanlara dirlik düzenlik (!) geldi. Hepiniz bildiği için, Zeus’un Olympos dağındaki görkemli mücevherlerden mamul tahtından ya da Hades’in yer altı ülkesindeki abanoz ağacından yapılma ürkütücü tahtından uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Ancak iktidarın, yani tahtta oturmanın tehlikeli tarafları olduğunu yüzümüze çarpan, tahta pek de güven duymasak iyi olacağına dikkat çeken bir mitin peşinde biraz dolaşmakta fayda var.

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar - Resim : 1
En sağda tahtta sıkışmış Hera, kırmızı figür skyphos, MÖ 430

 

HERA, EN ÇOK DA OĞLU HEPHAİSTOS’A ÇEKTİRİYOR

Hera’yı tanırsınız. Zeus’un hem kız kardeşi hem de resmi eşi. Yani iktidarı hem babadan hem kocadan kaynaklı. O yüzden de emretmeye, buyurmaya, her istediğinin ‘şıp’ diye yapılmasına alışmış. O kadar buyurgan ki, istekleri karşısında, kocasını, çocuklarını bile kale almadığı oluyor. Hep kendi çıkarını, kendi arzularını düşünen, yani tam olarak iktidar kavramını kişileştiren bir karakter. Neyse efendim uzatmayalım, bu Hera, en çok da oğlu, demirci tanrı Hephaistos’a çektiriyor. Onu sürekli Zeus’un öfkesinin önüne atmasını mı konuşalım, yoksa bir öfke anında Olympos’tan fırlatılıp atılmasına seyirci kalmasını mı? Garibim, o kadar yüksekten düşer ki, yeryüzünde yuvarlanmaktan bir ayağı sakat kalır. İşte böyle şeyler birikip de öfkesi arşa varınca, demirci tanrı, sanatını ve zanaatını konuşturup, annesine altından bir taht yapıp hediye olarak gönderir. Hera’nın iç sesini duyar gibiyim: Aptal çocuk hem sünepe hem yalaka. Biz onu dışladıkça, o aramıza dönmek için neler yapıyor!

Fakat demirci tanrının öfkesini hafife almak büyük hata olur sevgili okur. Hem de bu öfke, ince bir zanaat ile vücut bulursa, eyvah ki ne eyvah. Hera’nın bilmediği şey, tanrının bu tahtı, görünmeyecek kadar ince, metal ağlarla çevrelediği. Hera, yüzünde büyük bir sırıtışla tahta oturur oturmaz ağlara takılacak, ne yaparsa yapsın asla kurtulamayacaktır. Üstelik, kurtulmak için çabaladıkça daha da sıkışacak, nihayetinde çaresiz bir şekilde, kurtulmak için yalvar yakar olacaktır. Acaba iktidar koltuğuna yapışıp kalmak böyle bir şey mi? Yok canım, ne alaka, değildir ya!

Neyse, böylesine nitelikli bir işin ilacı, elbette sadece onu yapanın kendisindedir. Ağlar o kadar güçlü ki, diğer tanrıların hiçbiri onu parçalayamaz. Çareyi, Hephaistos’u Olympos’a getirmekte görürler. Fakat, burada sorun daha da büyüyecektir. Demirci tanrı intikamından memnun, nihayetinde gerçek gücünü herkese göstermiş. Yılların küçümsenmesine karşı tek seferde müthiş bir karşılık vermiş, niye vazgeçsin? Önce Hermes, tanrıların habercisi gider, lavlarla dolu volkanın içine, yani bizim tanrının işliğine: Zeus’un buyruğunu, hemen Olympos’a gelip annesini çözmesinin emredildiğini iletir. Hephaistos, bu emre biraz kızmış olacak ki, Hermes, kanatlı sandaletleri 5’e takıp, hemen volkandan kaçıverir.

Eh, kimin üstüne sıcak korlar atılsa aynısını yapardı değil mi? Sonra diğer tanrı-tanrıçalar bir bir şanslarını denerler. Tehdit eden mi ararsın, öven mi? Vaatte bulunan mı dersin, akıl veren mi? Hepsi de geldikleri gibi dönerler. Hephaistos, zaten lavların içinde, üstelik ilk defa sahip olduğu özgüveniyle, her birine gereken cevabı verir. Öykünün devamı tam bir komedya sevgili okur. Dionysos’un ben bu işi çözerim demesi, gidip bizim öfkeli tanrıyı sarhoş etmesi, esriklik içinde dans ve müzikle kendinden geçmiş müritlerini yanına katıp Olympos’a getirmesi, annesinin ağlarını çözdürmesi; antik çağda yüzyıllarca, eğlencelik seramik dekorlardan, tiyatro oyunlarına kadar nice esere büyük bir keyifle konu edilip durmuştur. İşte alkolün gizemli tarafı da bu efendim, en sakin insanı katile dönüştürürken, öfkeli bir tanrıyı ise pamuk gibi yapıyor. Ne demiş Attila İlhan: Şarabın gazabından kork, çünkü fena kırmızıdır.

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar - Resim : 2
Sarhoş Hephaistos

Aykırı taht mitlerine başka örnekler de verelim isterseniz. Mesela, efsanevi İran Kralı Cemşid’in, insanlığı, her canlıyı öldürebilecek bir kıştan kurtardıktan sonra, değerli taşlardan yapılmış bir taht inşa ettiğini ve sonunda bu tahta oturunca, iblislerin onu, güneş gibi parladığı ve bu yüzden kışın ulaşamadığı cennete kaldırdığını anlatan, ‘Mücevherat Tahtı’ efsanesi oldukça ilginçtir. Efsanevi krallardan oluşan Pişdat hanedanlığının, dördüncü ve en büyük kralı olan Cemşid’den de daha azı beklenmezdi zaten. Adı parlak/güneş anlamına gelen Cemşid’in bu hikayesi, bildiğimiz tufan efsanesinin çeşitlemelerinden biri olarak bilinir.

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar - Resim : 3Aykırı öyküye sahip tahtlardan belki de en enteresanı, tam Türkçe karşılığı, ‘geniş manzaralı yüksek koltuk’ olarak çevrilebilecek ‘Hlidskjalf’ olmalıdır. İskandinav mitinin bu orijinal mobilyası Tanrı Odin’e aittir. İlk başta bir iktidar simgesi olarak anlaşılsa da asıl alamet-i farikası, üzerine oturana dokuz dünyayı görme ve duyma imkanı tanımasıdır. Bir baş tanrının her şeyi bilmesi fikri çok tanıdık olsa da burada bu yeteneğin sahibi, tanrının bizzat kendisi değil, tahtıdır. Yani tahta kim çıkarsa, aynı meziyetlere sahip olacak, yani keramet tanrıda değil, tahtta efendim tahtta. Zira, bolluk ve bereket tanrısı Freyr, bir gün bu tahta çıkıp dokuz diyarı izlerken, devlerin diyarında yaşayan Gredr’i görüp aşık olacaktır. Neye niyet, neye kısmet? Günümüzdeki ‘Big Brother’ da böyle önemli şeylere vesile oluyor mu acaba?

KUR’AN’DA 33 KERE ‘ARŞ’ KELİMESİ GEÇER

Bu ilginç örneklerden sonra, mitolojide kendine yer bulan diğer birçok tahtın, başta söylediğimiz gibi, iktidarı simgeleyen nesneler olduğunun bir kez daha altını çizelim. Üstelik bu simge, tek tanrılı dinlerde de kendine yer bulur. Tanrının Tahtı, kutsal kitaplara göre, yedinci cennetin ötesinde bulunan bir hüküm merkezine işaret eder.

Mikaya’da, Zekeriya’da, İşaya’da, Süleyman’ın Bilgeliği’nde, Ölü Deniz Parşömenlerinde, Yeni Ahit’te ve Vahiy Kitabı’nda, tanrının tahtı açıkça ifade edilir. İslam’a baktığımızda ise Sünniler (Eş’ariler, Maturidiler ve Sufiler), Mu’tezililer ve Şiiler dahil olmak üzere İslam alimlerinin büyük çoğunluğu tahtın ‘Arş’ olarak ifade edildiğini iletir. Kur’an’da tam 33 kere Arş kelimesi geçer ve melekler tarafından taşındığı açıkça belirtilir.

Tahtları geride bırakıp, bir diğer mobilyanın efsanelerdeki yerine doğru ilerleyelim. Eşyamızın adı sandık. Eşya kelimesini özellikle seçtim çünkü sandıklar, mobilyalar ile aynı hammaddelerden üretilen, aynı elden çıkan ve aynı şekilde süslenen bir ürün olmakla beraber; tabiatları gereği, bir yerden bir yere taşınan ve hiçbir gerçekliği olmasa da içine hazine saklanıp gömüldüğü düşünülen şeyler oldukları için çoğu zaman mobilya olarak görülmez. Halbuki görsel ve yazılı kaynaklardan, eski çağlarda sandıkların, özellikle depolama-saklama işlevi ile her hanede mutlaka yerini aldığı anlaşılıyor. Özellikle Helen kültüründe, sandıklar, kumaşlar, kıyafetler ve aksesuarlar için vazgeçilmez bir ev eşyası/mobilyasıdır. Kısacası, taşınabilir depolama ünitesi desek, kimse kızmaz sanırım. Eh, içine çarşaf konulan sandığın bir efsanede rol alması zor. Tutun kenarlarından, evden dışarı çıkaralım, bakalım başına neler gelecek.

Sandıklar hakkındaki ilk ilginç mitolojimiz, kahraman Perseus’un efsanesinde karşımıza çıkar. Geçenlerde sosyal medyada, mitoloji hakkında güzel bir şaka gördüm. Çok ama çok kalın bir kitabın üzerinde ‘Helen Mitolojisi’ yazıyordu. Hemen yanında incecik bir kitap daha vardı. Onun üzerinde ise: “Zeus Çapkın Olmasaydı Helen Mitolojisi” yazıyordu. Ne diyelim sevgili okur, bugün küçük bir belde belediye başkanı bile baldızını, eltisini, kaynını belediyeye sokuyor. Bizim adam baş tanrı, elbet iki dünyadaki işlere de akrabalarını yerleştirecek. Eh, o kadar akrabayı nereden bulacak? Kadrolar boş mu kalsın? Hepsini doldurmak için, üreyecek de üreyecek. Tanrıçalardan doğanlar, boştaki tanrı/tanrıçalık görevlerine; insanlardan doğanlar, krallık-kahramanlık kadrolarına…

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar - Resim : 4Efendim Perseus’un hikayesi de işte aynı bu şekilde başlıyor. Güzeller güzeli Danae, Argos Kralının kızı. Kral bir erkek evladı olacak mı diye kahine başvuracak ancak hiç istemediği bir yanıt alacaktır: Bir erkek çocuğu olmayacak ama erkek torunu tarafından öldürülecek. Hoppala! Ne yapmalı, ne etmeli? Kalkıp da –doğurmasın diye- öz kızını öldürecek değil ya. Çare olarak Danae’yi, kimseyle birlikte olamasın diye tunçtan bir kuleye kapatır. Ancak Zeus kızı beğenmiş bir kere, yağmur olarak yağar kulenin üstüne, içeri süzülen damlalar Danae’yi hamile bırakır. İlahi Zeus, ne yaman çapkınsın. Kral bir bakar ki kızı, bir erkek çocuk doğurmuş. Adını da Perseus koymuş. Eyvah ki ne eyvah. Aileden birini doğrudan öldürmek büyük bir günah olduğu için marangozlarına ahşaptan, kocaman bir sandık yaptırır, kızı ile torununu içine koyup, sandığı Ege Denizi’nin hırçın sularına bırakır. Efendim suya bırakılan çocuk hikayelerine aşinasınız; Ne Sargon’un, ne Hz. Musa’nın ve ne de -sevgili Gani Müjde’ye göre- Gezer Bey’in başına bir şey gelmez, elbette hepsi kurtulur. Eh, tabii ki bizim Perseus ile annesi de kurtulacaktır. Hikayenin geri kalan kısımları bu yazının konusu olmadığı için, biz bu efsanede sandığın enteresan bir kullanımına dikkat çekmekle yetinelim. Ha, ama Anton Çehov’un meşhur ‘Silah görünüyorsa mutlaka patlar’ sözünün, karşılığını burada da bulduğunu söylemek lazım. Zira efsanenin en sonunda Perseus dedesini - kazayla da olsa öldürür. Kehanet yerini bulur.

TANRILARDAN EPİMETHEUS’A HEDİYE: PANDORA

Sandık efsanelerinin ikincisi yine Helen Mitolojisinden gelsin. Hikayede sandık kelimesi yerine ‘kutu’ kullanılsa da hem yazılı anlatımlardan hem de eserler üzerindeki resimlerden, bu kutunun bildiğimiz sandık olduğu çok açık. Tahmin ettiniz değil mi? Elbette ki Pandora’nın Kutusu’ndan bahsediyoruz.

Pandora’nın yaradılış faslını, sandığın yapı malzemelerini, yapılma nedenlerini falan bir kenara bırakalım, sandığa odaklanalım. Pandora, Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a hediye (!) olarak gönderilmişti. Kızın güzelliğinden gözünü alamayan Epimetheus, hemen gitmesin diye Pandora’nın yanında getirdiği sandığı açtı. Neden açmasın? İçinde, çorap-çamaşır var zannediyordu garip. Halbuki, kutunun kapağı açılır açılmaz türlü kötülükler dünyaya yayılacak, korkuyla hızla kapatılınca da ‘umut’ sandığın içinde kalacaktı. Neymiş efendim, bu sebeple, en kötü anlarda bile umut hep varmış.

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar - Resim : 5Pandora’nın kutusunu açmak, günümüzde birçok kültürde, “öngörülemeyen sorunlara neden olacak bir iş yapmak” anlamında kullanılır. Bu tanımlamada herkes hemfikir demek ki. Ancak, bu hikayedeki sandığın, çeyiz sandığı uygulamasının bilinen ilk örneği olduğunu bir tek ben mi düşünüyorum acaba? Sanırım yalnız değilim, Anadolu kadınları da benzer şekilde düşünmüş olacak ki, aynı şeyler yaşanmasın diye, çeyizlerin sandığa konulmadan bir bir sergilendiği bir gelenek icat etmişler. Yani, kötülük yeteri kadar yaygın, iyice bir kontrol edelim de bari evimizden içeri girmesin diyorlar sanırım.

Bahsedeceğimiz son sandık, pek şahsına münhasır. Hem çok bilinir hem de pek bahsedilmez. Popüler kavramını sorgulatır insana. Kimler tahmin etti? Tabii ki Ahit Sandığı, nam-ı diğer Tanıklık Sandığı.

Bu sandık, Sina Dağı’nda, Tanrının, Hz. Musa’ya On Emir’i ilettiği taş tabletleri saklamak ve taşımak adına, Şhittim (Abanoz) ağacından yapılacak ve altınlarla süslenecektir. Öykünün kimi anlatımlarında, tabletler haricinde, sandığa ‘Harun’un Asası’ ve bir testi ‘Manna’ da girecektir. Aman ‘manna’ ne diye sormayın. Ne çeşitli dinlere ait ruhban sınıflar ne de teologlar, bu şey hakkında aynı fikirde değil. Arkeologlar ne yapsın?

Bu konuda en çok sesi çıkanlar, geçmişin gizemli, sırlarla dolu olduğunu zannedip, her şeyde bir mucize arayan çılgınlar. Onlara göre bu, formülü gizli ve mucizevi bir besin. Valla, o formül gizlendi mi bende bir öfke-korku başlıyor. Malum, kolanın da formülü gizli ama dünyaya yaptığı kötülükler ortada. O yüzden Manna’nın gerçekte ne olduğu beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor.

YATAKLAR SINIFSAL BİR MOBİLYADIR

Sandıkları da tamamladıysak, geçelim başka bir mobilyaya. Yataklar, türlü türlü formlarıyla, antik çağlarda günlük hayatın önemli bir parçasıdır. Ancak eski insanlar, ‘yatmak’ -fiilin her türlü anlamı dahiliçin her zaman bir yatağa ihtiyaç duymazlar. Gezginler, seyyahlar, doğada yatar; alt sınıflar, köleler ve hatta davetsiz misafirler için yatacak uygun bir yer gösterilirdi. Ancak önemli konukların yatakları hazırlanırdı. Bu yönüyle yataklar gerçekten sınıfsal bir mobilyadır. Biz yine de es geçmeyelim, Helen Mitolojisinden, bir garip yatağın efsanesine bir göz atalım.

Prokroustes’in yatağı bizzat günümüze ulaşmasa da o yatağın insanlarda bıraktığı etki, hem simgesel olarak hem de fiilen hala yaşıyor. Prokroustes veya diğer adıyla Polypemon’un, Atina ile Eleusis arasındaki kutsal yol üzerinde, Korydallos Dağı’nda bir kalesi vardır. Orada, yoldan geçen herkesi, geceyi kalesinde geçirmeye davet eder, sonra zorla onları yatağa yatırıp ölçer. Eğer misafir yataktan uzunsa, bacaklarını keser, yataktan kısaysa, demir çekiciyle vura vura onları uzatır. Tam bir manyak anlayacağınız. Tabii günümüzde olsa, bu yaptıkları için tutuklanıp mahkemeye çıkar, ancak sonra bilirkişiler tarafından obsesif kompulsif bozukluk (OKB) teşhisi konur, sonra serbest bırakılırdı. Fütursuzca insanlara zarar verenleri anlayışla karşılamaya, onları tekrar tekrar zarar versin diye cesaretlendirmeye bayılıyoruz. Neyse ki antik çağdakiler bizim gibi değil!

Onlar bu soruna kökten çözüm bulmak için bir kahramana başvurur. Kahraman Theseus, olan biteni duyduktan sonra, Atina’ya giderken, Prokroustes’e kendi tarifesini uygulayıp bu tehlikeyi tümden ortadan kaldıracaktır. Kısaca, ‘birilerini kendi yatağının boyuna sığdırma, sığmazsa onlara zarar verme’ isimli bu keyfi uygulamanın, ikinci anlamı, günümüze taşınmıştır. ‘Procrustean’ kelimesi, günümüzde, başarıyı ölçmek için keyfi standartların kullanıldığı anlamına gelir. Çıkartılan sonuç, kimseyi kendi yatağınızın boyuna uymaya zorlamayın.

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar - Resim : 6YUVARLAK MASADA EŞİTLİK VARDIR, BU EŞİTLİK SAYESİNDE KARARLAR KOLAYCA ALINABİLİR

Sıradaki mobilya için, güvenli sularımızdan biraz dışarı çıkalım. Tarihi birden çok hızlı saralım. Masa deyince, çoğu insanın aklına ilk gelen öykü, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’dir. Efsaneye göre, Kral ve şövalyeleri bu masa etrafında toplanıp kararlar alır. Masa, dönemin kare masalarından şekliyle ayrılır, ancak burada asıl önemli olan, kare masalarda görülen oturma sırası gibi uygulamalarla belirlenen hiyerarşik düzeni yıkmasıdır. Yuvarlak masada eşitlik vardır, hiçbir yer, diğerlerinden daha düşük seviyede değildir ve bu eşitlik sayesinde kararlar kolayca alınabilir.

Efsanenin başlangıcında henüz şövalyelik kavramı yoktu. İlk kaynaklar, Kral Arthur’un, uzaktaki krallıklardan çok seçkin erkekleri davet ederek, kişisel çevresini güçlendirmeye çalıştığını anlatır. Anlatıldığı üzere, bu seçkin insanlar, kare veya dikdörtgen masadaki oturma düzeni hiyerarşisi nedeniyle aralarında sık sık problem yaşarlar. Belki de güç kazanma mücadelelerini, oturma düzenini bahane ederek sürdürüyor olabilirler. 13’üncü yüzyıl başlarından bir kitaba göre, Noel bayramında, Arthur’un seçkinleri arasındaki bir kavga, şiddete dönüşür.

Bunun üzerine kralın marangozu, anlaşmazlıkları sonlandırmak adına devasa bir yuvarlak masa inşa eder. Bu pratik çözüm aslında tanıdıktır. Savaşçılar, savaş alanında, kralın etrafında daire şeklinde toplanıp hücum ya da savunma yaparlar. Böylece kral onlara ortadan kolaylıkla önderlik edebilir. Eh, savaş alanında işleyen bu taktik, toplantı salonunda neden işe yaramasın?

Zamanla bu elit grubun, başta kibarlık olmak üzere, kendine has kurallar oluşturmasıyla şövalyelik makamı oluşacaktır. Şövalyeler kendilerini şu sözlerle açıklar: “Biz arandığımız sürece asiliz; verebileceğimiz lütuf ne kadar büyükse, asaletimiz, şöhretimiz ve şerefimiz de o kadar büyük olur”. Bak sen şu bir mobilya tasarımının yaptıklarına! Kaba saba askerler, oldu mu sana birer centilmen? Yarından tezi yok evdeki kare masayı atıyorum!

Efendim, masaların efsanesi olur da masayı masa yapan sandalyelerin olmaz mı? Hazır uzaklaşmamışken, hemen Yuvarlak Masa’nın sandalyelerinden bahsedelim. Yazılı kaynakların çoğu, Hz. İsa efsanelerine gönderme yapacak şekilde, masanın etrafında 12 sandalye olduğunu ve Yahuda’nın ihanetini simgeleyen bir boş yer olduğunu aktarır. Büyücü Merlin, ileride çok büyük bir görevde başarılı olacak bir şövalye için bu sandalyeyi boş bıraktırır. Bu 12 şövalye, çok sayıda önemli görevi alınlarının akıyla, onurlarını ve centilmenliklerini koruyarak yapar. Hikayenin devamında, yeni bir karakter, önemli bir amaç için ortaya çıkacaktır. Şövalye Perceval, o boş sandalyeye oturacak ve meşhur Kutsal Kase’nin aranması görevini başlatacaktır.

Kaseyi aramaya biraz ara verelim de bu sadakat, onur gibi meselelerin, bağıra bağıra konuşulduğu, devamlı bunlarla övünüldüğü ortamlarda, aslında arkada neler döndüğüne bir göz atalım ne dersiniz? Sör Lancelot’u tanırsınız, hani bu masanın Fransız kökenli şövalyesi. Pek çok savaşın, arayışın ve turnuvanın kahramanı ve neredeyse rakipsiz bir kılıç ustası ve mızrak dövüşçüsü. Babası (Fransa’da bir yerel kral) bir savaşta yenilip kaçmak zorunda kalırken annesi bebek Lancelot’u bir göle bırakır. Bir suya bırakılan çocuk hikayesi daha. Tabii ki bunun da başına bir şey gelmeyecek, gölün hanımı (büyülü peri) tarafından büyütülecektir. Ergenlik sonrası, önce ismi bilinmeyen ama giydiği zırh nedeniyle tanınan ‘Beyaz Şövalye’ (Chevalier Blanc) olarak ünlenecek, sonra da Kral Arthur’un yeğenini esaretten kurtarınca, bizzat kral tarafından gerçek şövalye olarak ilan edilecektir. Sen misin bunu şövalye yapan? Bizim Lancelot genç, yakışıklı ve hep şampiyon, üstüne üstlük şimdi bir de şövalye. Önce Kraliçe Guinevere’nin kişisel şampiyonluğuna (turnuvalarda kraliçe adına dövüşen yarışmacı) oradan da bizzat kral ile kraliçenin yatağına taşınır. Yalnız, kral yokken bizimkinin yatağa girdiğini unutmayalım. Kraliçe ile bu yasak ilişki ortaya çıktığında bir iç savaşa neden olacak ve Arthur’un krallığı bu iç savaşta yıkılacaktır. Buyurun size bol onurlu, sadakat soslu, centilmen, şövalyelik makamı…

Efendim, koskoca şövalyelerin hepsini de kötülemeyelim şimdi. Hikayeyi biraz ileri saralım, Britanya vatandaşlarının da gönlü olsun. Zaman geçer, Lancelot’un oğlu (ki o da gayrı meşru oğuldur) Galahad, babasının karakter kusurlarından nasibini almamış, yiğit ve saf bir şövalye olarak, Kutsal Kase’yi arama hikayelerindeki Sör Perceval’in yerine geçer. Artık Büyücü Merlin’in kehanetlerinde gördüğü ‘Siege Perilous’ olmuştur. Kutsal Kase’yi bulur ve eve getirir, görevini tamamlar. Haydi, vatana, millete, hayırlı ve uğurlu olsun.

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar - Resim : 7
Busby'nin Sandalyes, Thirsk Müzesi
BUSBY’NİN LANETLEDİĞİ SANDALYEYE KİM OTURSA BAŞINA KÖTÜ BİR ŞEY GELİYOR

Konu sandalyeler olunca, daha yakın zamanlara ait bir yerel efsaneden bahsetmemek olmaz. Zira efsane zamanla o kadar ünlü oldu ki İkinci Dünya Savaşı’nda askerler arasında en çok konuşulan konulardan birisi haline geldi. Atlayın, 1702 yılına, Kuzey Yorkshire bölgesine gidiyoruz. Thomas Busby ve eşinin ailesi, başta kalpazanlık olmak üzere, geniş çalışma alanı olan bir suç örgütünü yönetiyorlardı. Aralarında çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle, Busby, kayınpederi Daniel Auty’yi öldürecek ve arkasından tutuklanarak idam edilecektir. Busby’nin idamı, diğer potansiyel suçluları, suç işlemeden caydırmak amacıyla, halka açık bir infaz alanında gerçekleşir. Buraya kadar her şey normal. Ancak, bir süre sonra bu infaz alanının yanındaki bir hanın barında, garip olaylar gerçekleşir. Barın müdavimlerinin bazılarının başına enteresan kazalar gelir hatta bunlardan birçoğu beklenmedik şekilde ölür. Halk arasında, bardaki bir sandalye hakkında, bütün bu ölümlere neden olduğu şeklinde bir dedikodu yayılır. Nasıl yani? Sandalye, durduğu yerde, insanların ölümüne nasıl sebep olur? Aa, duymadınız mı? Busby, o sandalyede otururken yakalanmış, o yüzden barın yanındaki alanda idam edilirken, o sandalyeyi küfrederek lanetlemiş. İşte bu sebeple, o sandalyeye kim oturursa başına kötü bir şey geliyor.

Artık kötü şans mı, bizim katilin hayaleti mi ne dersiniz bilemem ama kötü kazalar ve özellikle ölümler birbirini takip edince, kendi halindeki meşe sandalye, kısa bir süre sonra olacak size ’Busby’nin Eğimli Sandalyesi’ veya ‘Ölü Adamın Sandalyesi’. Bu kötü şöhretine rağmen (ne müşteri çekiyordur kim bilir) sandalye, bir iki yüzyıl daha hanın barında kullanılmaya devam edecektir. Hatta hanın adı ‘Busby Stoop’ olarak değiştirilir.

Efsanedeki en büyük patlama, İkinci Dünya Savaşı sırasında, eyaletteki askeri üstte görevli, Kanada Havacı Birliği pilotlarından, bara gidip de sandalyeye oturanlardan hiç birisinin görevlerinden canlı dönemediği anlaşıldığında olur. Öykü bir anda, tüm askerler arasında kulaktan kulağa yayılacaktır. Tabii ki savaş bitiminde, evine dönenlerin anlattığı askerlik maceralarının da baş köşesinde yerini hemen alacaktır. Bir süre sonra, Avrupa kendisini toparladığında, kıtanın her yerinden insanlar, akın akın bu sandalyeyi görmeye giderler. Bir süre hiçbir şey olmaz, tam unutuluyor derken, 1970’lerde meydana gelen ölümcül birçok kaza, yine bizim sandalyeye bağlanır. Olanlar öyle bir yayılır ki, gelen turistler yüzünden, hanın sahibi, temizlik ve bakım için bile barı kapatamaz hale gelir. Bunun üzerine, 1978 yılında, sandalye Thirsk Müzesi’ne bağışlanır. Oh, olay tatlıya bağlandı hem isteyen rahatlıkla ziyaret eder hem de kimsenin başına bir kaza, ölüm gelmez diye düşünme canım okur. Müzeye konulduktan sonra bile insanların sandalyeye oturma talebi o kadar baskı yaratır ki görevliler çareyi sandalyeyi müzenin tavanına asmakta bulurlar. 1978’den beri tavandan, görünür ama güvenli bir yükseklikte sarkan bu sandalye hakkında, o günden bu zamana, birkaçı televizyon programı olmak üzere çok sayıda tanıtıcı faaliyet yapıldı. Hatta, Japon çizgi roman dünyasında ‘Busby’nin Sandalyesi’, üstüne oturan herkesi öldüren ve onların doğrudan cehenneme sürüklenmesine neden olan bir büyülü eser olarak tasvir edilir. Hay Allah ya, bir de eski insanlara, ilkel bunlar falan derler. Bak sen 20’nci yüzyıl insanlarının kafası nasıl çalışıyor? Neyse efendim ne olur ne olmaz, siz yine de ikinci el bir sandalye falan alırken dikkatli olun!

Madem bu kadar ölümden bahsettik, yazımızı ölenleri takip ederek sonlandıralım. Helen Mitolojisi’ne geri dönelim. Efendim kapkaranlık bir yerdeyiz, burası ‘Ölüler Ülkesi’. Buraya gelebilmek için yapacaklarınız oldukça bariz. Önce bir temiz öleceksiniz, sonra Styks nehrini geçmek için kayıkçıya para ödeyeceksiniz. O kürekleri çekerken, siz nehrin üstündeki sis ve buhardan geçecek, sihirli suların buharıyla yavaş yavaş unutmaya başlayacaksınız. Karşı kıyıya vardığınızda, geçmişinize dair hiçbir anınız olmayacak, tam anlamıyla öteki dünyayı boylamış olacaksınız. Ölmek, zaten unutmak-unutulmak değil midir?

Şimdi sevgili okur soracak, mobilya bunun neresinde? Efendim, insan denilen yaratık normal değil ki ben ne yapayım? Herkes bu yolla inmiyor ölüler ülkesine. Gizli geçit bulup gelen var, tanrılara sorup gelen var, kahinlerden fal alıp inen var, kurnazlığını kullanıp gelip ölüleri bile konuşturup döneni var, öldüğü halde fırsat bulup kaçanı var, görev nedeniyle gelmek zorunda kalan gerçek kahramanı var ve kendini kahraman sanıp her şeyi başaracağını düşünen ahmakları bile var. Var oğlu var. İşte bu kaçak yollarla gelenleri, burada tutmak için Hades’in de bir tuzağı var. Tanıştırayım efendim, ‘Unutkanlık Sandalyesi’. Kimi mitlerde unutkanlık masası olarak geçse de genel tanımından anlaşıldığı üzere, oturulan bir nesne bu, belki bir bank, büyük ihtimalle de bir sandalye.

Önceki yazılarımda bahsettiğim bu sandalyeyi hatırlamayanlar için kısa bir alıntı geçmekte fayda var. Hem Atina Kralı hem de bir kahraman olan Theseus ile arkadaşı Peirithoos, kendilerine Zeus’un kızlarını layık görürler. Önce, daha yaşı küçük olmasına rağmen güzeller güzeli Helena’yı kaçıracak, sonra da Zeus’un Bereket Tanrıçası Demeter’den olma diğer ünlü kızı Persephone’yi kaçırmak için yer altına ineceklerdir. Persephone’nin aynı zamanda Hades’in karısı olduğunu hatırlatmam gerekmez sanırım. Bu iki aklı evvel arkadaş, durumu mantıklı, anlaşılır kılmak için güzel de bir bahane uydururlar.

“….Kıtlık neden var? Çünkü bereket tanrıçası Demeter ancak kızına kavuştuğu zaman mutlu oluyor, toprak da ancak o zaman coşup ürün veriyor. Persephone yılın sadece üçte birinde annesine kavuşuyor; biz Persephone’yi yer altından kaçırırsak, yılın her günü birlikte olurlar. Demeter de artık hiç üzülmez, toprak her mevsim ürün verir, bolluk bereket olur, kimse aç kalmaz. Hem de Zeus’un kızlarından en az Helena kadar güzel ve şanlı Persephone de Peirithoos’a eş olur. Ne cin fikir ama; bir taşla iki kuş!

Bizim iki deli, nasıl bir yol izleyeceklerini öğrenmek adına önce kehanet merkezine başvururlar. Kahinlerin, “gidin karısını Hades’ten isteyin” gibi alaycı lafları akıllarını bir parça başlarına getirse de sözlerinden dönmemek adına yola koyulur, ellerinde kılıçları ile Tartaros’a iner, Tanrı Hades’in karşısına dikilir, Persephone’yi ondan isterler.

Karanlık bir sahne; enfes yiyeceklerle dolu bir masa ve etrafında süslü sandalyeler, duydukları karşısında soğukkanlı görünmeye devam eden ölüler ülkesinin tanrısı konuklarını gülümseyerek ziyafete davet eder. İki kral ‘unutkanlık sandalyesine’ oturur ve hemencecik yapışıp kalırlar. Çünkü ölüm önce unutmak ve unutulmaktır. Tanrının yüzünde korkutucu bir gülümseme, konukların etrafını saran yüzlerce yılan onlara işkence etmektedir. Her acı önce hissedilip sonra unutuluyordu, sonra bir daha, bir kez daha. Tanrılara karşı gelmenin nelere yol açacağını en acı şekilde öğrenip öğrenip unutmak... Daha kötü bir ceza olmasa gerek!”…. (S. Martin, Siyasetten Kahraman Çıkmaz, Arkeo Duvar sayı 13, s. 77-88)

HERAKLES ARKADAŞINIZ DEĞİLSE İKİNCİ EL SANDALYE ALIRKEN DİKKAT EDİN

Mitolojinin sınıfsal nesnesi: Mobilyalar - Resim : 8Efendim, hamama giren terler demişler, ölüler ülkesine giden de unutur, unutulur elbet. Mobilyalar konusundan çok uzaklaşmadan öykünün sonunu getirelim. Gerçek kahraman Herakles (Herkül), üç başlı köpeği (Kerberos) almak için ölüler ülkesine inerken, Atina halkı önünü kesip ondan yardım ister. Herakles de öteki dünyaya gitmişken Atinalıların kralını kurtarır. Söylenenlere göre, Herakles, Theseus’u oturduğu sandalyeden insanüstü bir kuvvetle çekip yapıştığı yerden kurtarır ama vücudun bir parçası sandalyede kalır. Antik metinlerde sıklıkla bahsedilen, Atinalıların kalçalarının neden bu kadar zayıf ve etsiz olduğu sanırım bu şekilde açıklanıyor olmalı! Gördünüz, Ölüler ülkesinde bile mobilyalar sınıfsal. Onca insan ölüyor, hepsine bataklık, kayalık, uçsuz bucaksız çöl falan, Atina kralı gelince, ona özel tasarım sandalye. Gözü kör olsun fukaralığın. Yazıma son verirken bir kez daha uyarayım sevgili okur, eğer Herakles arkadaşınız değilse, ikinci el mobilya, özellikle de sandalye alırken çok dikkat edin. Benden söylemesi. Söylencemiz sürecek. Viya böyle!

*Öğr. Gör. Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü