MÖ 7’nci yüzyılda Babil’den Asur’a beyin göçü
Göçün trajikliği gibi bu göçe maruz kalanların yeni yerlerinde insanlığa yaptıkları muazzam katkılar ülkemizde olduğu gibi dünyada da güncelliğini koruyor.
Farz edin ki günümüzden 2700 yıl önce bugünkü Irak merkezli Orta Doğu’nun önemli bir kısmında hüküm süren bir Asur imparatorusunuz. Dünya görüşünüzde ‘tesadüf’ diye bir konsept tanımıyorsunuz. Tanrıların gönlünü hoş tutarak elde ettiklerinizi onların dilinden anlamanın karşılığı olarak görüyorsunuz. Hışırdayan her yaprağı, evinize dadanan haşaratı, tavandan damlayan su dahil yaşadığınız her durumu varlıklarından şüphe etmediğiniz tanrıların hükmünüzde verilmiş kararlarının alametleri sayıyorsunuz. Bu durumda çevrenizde bu alametleri anlayıp doğru yorumlayabilen ve geleceğe dönük öngörülerde bulunan insanları önemsemez misiniz? Sadece bunları algılayıp doğru yorumlamanız için bir nevi tercümana ihtiyacınız olacaktır. Bu şekilde belki başınıza gelebilecek büyük bir faciayı anlar, tedbirinizi önceden alıp sizi fazla etkilemeyecek şekilde yönlendirebilirsiniz.
Asur İmparatorluğu MÖ ikinci ve birinci binin ilk yarısında eski Yakın Doğu’nun en önemli politik ve askeri güçlerinden biriydi. Bu kudretli gücün imparatorları diğer çağdaş hükümdarlar gibi savaş, hastalık, göç, istila, kıtlık gibi felaketleri önlemek için fal bakan kahinler başta olmak üzere birçok konuda uzman bilginlere ihtiyaç duydular. Bu kahin ve bilginlerin yanında zanaatkar, müzisyen gibi kalifiye meslek gruplarının da askeri seferler sonucu kitlesel departasyonlarla farklı ülkelerden Asur’a getirildiklerini biliyoruz. Bu uygulamadan başka farklı ülkelerin kral ve yöneticilerinin imparatora hizmet etmeleri için kendilerine tabi kahin ve bilginleri Asur sarayına gönderdiğini de yazıtlar sayesinde öğreniyoruz. Bazen Asur imparatorunun kendisi de ünlü kahin veya bilginleri sarayına hizmet için istiyordu. Örneğin Yeni Asur’un güçlü Kralı Tiglath-pileser III kendisine bağlı Šubria Ülkesi (bugünkü Batman-Diyarbakır) kralından ünlü kuş falı kahini Parnialda’yı ister. Tiglath-pileser III Parnialda‘dan Asur için hayati önemde olan Urartuların olası hareket ve saldırıları ile ilgili bilgi ister (Parpola 1993: XXXIV n. 4). Bu durum dönemin koşulları göz önüne alındığında bölgede emperyal bir güce sahip Asur’a yapılan zoraki bir beyin göçünü temsil ediyor. Çünkü kahin Parnialda Šubria hükümdarına bağlıydı ve onun emriyle Asur’a gidiyordu.
Aslında elimizde bir ülkedeki kahin ve bilginlerin toplu bir şekilde Asur sarayına hizmet için gönderilmesi ile ilgili çok sıra dışı bir olay örgüsü mevcut. Söz konusu beyin göçü Asur İmparatorluğu’nun en şaşaalı dönemi olan MÖ 670’lere denk geliyor, yani krallığın yerle bir olmasından yaklaşık 60 sene öncesine… Kral Esarhaddon, o dönemin başkenti Ninova’da ikamet ediyordu. Saltanatı süresince imparatorluğun sınırlarını daha önce hiç olmadığı kadar genişletti, hatta Mısır’ı ele geçiren ilk ve tek Asur hükümdarı olarak tarihe geçti.
SANHERİB BABİL'İ YAĞMALAMAKLA FELAKETE İMZA ATMIŞTI
Esarhaddon’un babası Sanherib MÖ 689’da Babil’i ele geçirdi. Bugün Bağdat’ın güneyinde yer alan tarihte Asma Bahçeleri olarak bilinen eski Babil şehri kendi döneminde Mezopotamya’da siyaset, ekonomi, eğitim ve din gibi konuların merkeziydi. Mezopotamyalı bakış açısıyla Sanherib bu kutsal şehri yağmalamakla büyük bir felakete imza atmıştı. Babil Pantheonunun en önemli tanrısı Marduk’un tapınağını yağmalamakla kalmamış, aynı zamanda tanrının heykelini alıp Asur’a götürmüştü. Bu olaylardan sonra eski Mezopotamya dünyasına göre tanrıların gazabına uğraması sadece bir an meselesiydi. Eserhaddon’un sağlık durumunun tahta çıktığından beri kötü olduğunu biliyoruz. Büyük bir ihtimalle babası Sanherib’in Babil’de yaptıklarının vebalini çektiğini düşünüyordu.
Esarhaddon belki de bu nedenden dolayı bilginleri etrafında toplayıp tanrılardan medet umuyordu. Nitekim Babil’e karşı farklı bir tavır aldı. Babasının yıktığı şehri yeniden inşa edip Marduk’un heykelini Babil’e iade etti. Belki bu jestinden dolayı Babilli bilginlerle yoğun yazışmaları oldu ve bir kısmı günümüze kadar ulaştı. Bu karşılıklı sıcak ilişkilerin bir göstergesi de aşağıdaki mektup olmalı.
Bu tabletin alıcısı büyük bir ihtimalle Asur hükümdarı Esarhaddon’du. Mektupta kralın ismi doğrudan verilmemiş, sadece ‘kral’ ve ‘efendim’ diye hitap edilmiş. Assirologlar bulunduğu yer ve içeriği itibarıyla alıcının Esarhaddon olduğu kanaatine vardılar. Çivi yazısı Sümerlerin icadı olsa da o coğrafyada birçok dile uyarlanmıştı. Bu örnekte ise Akadca yazılmış bir metinle karşı karşıyayız. Mektubun yazarının ismi ise Marduk‒šāpik‒zēri. Bu bilginin Babilli olduğunu isminden de anlayabiliyoruz: İsmi Babil tanrısı olan Marduk ile başlıyor. Öncelikle katip mektuba olağanüstü mütevaziliğini gözler önüne sererek giriş yapıyor: “Kölen, Marduk-šāpik-zēri, ölü bir beden, [...] bir kafatası, kralın, efendimin, cesetler arasından kaldırıp atadığı daralmış nefes. Kralın yerine ben öleyim, efendim!”
Ardından tahsilinden bahsediyor. Kehanetlerle ilgili tüm tabletleri çalıştığını ve gökyüzünü gözlemleyerek kehanette bulunduğunu belirtiyor. Öğrendiğimiz üzere babasının mesleğini edinmiş. Tabletin bu kısmı biraz kırık ve kendinden bahsederken saydığı her özelliği okuyamıyoruz. Fakat hasar görmemiş başka bir satırdaysa babasının ağıt yakma konusunda uzman
olduğunu vurguluyor. Kendini ve uzmanlık alanlarını tanıttıktan sonra Marduk-šāpik-zēri 20 tane bilginden bahsederek bunların Asur İmparatorluğu himayesi altında çalışabileceklerini savunuyor. Bu kişiler arasında Sümerce ve Akadca’ya hakim katipler, karaciğer falı bakan kahinler, büyücüler, hekimler ve yazarın kendisi gibi gök bilimcileri ve ağıt yakma uzmanları mevcut. Aralarında Asur’dan, Babil’den ve Elam’dan gelenler yer alıyor. Günümüz İran topraklarının güneybatısında yer alan Elam Ülkesi zaman zaman Asur ve Babil’e karşı savaşmış bir krallığa sahipti. Burada bahsi geçen Elamlı bilginlerin bu savaşlar neticesinde gerçekleşen deportasyonlar sonucu Babil topraklarına getirilmiş olmaları oldukça olası. Şimdi tablette sözü edilen meslek gruplarından birkaçına göz atalım:
KARACİĞER FALI KAHİNİ (AKADCA BĀRÛ, BARU)
Karaciğer falı Mezopotamya’da bir bilim dalı haline gelen ve binlerce yıl boyunca kendi dinamiklerini geliştiren bir disiplindi. MÖ 3’üncü binyıldan itibaren Mezopotamyalılar karaciğer falı bakarak geleceği ön görmeye çalıştılar. Günümüzde kahve falı bakmanın aksine, bu çok basamaklı ve seneler süren tahsil sonucu elde edilen bir uzmanlık alanıydı. Ancak tanrının karaciğere ‘yazdığı’ olumlu bir cevap neticesinde herhangi bir işe kalkışmak tavsiye ediliyordu. Mezopotamyalılar karaciğere ‘tanrıların kil tableti’ diyorlardı. İnsanlar nasıl kil tablete yazı yazıyorsalar, tanrılar da aynı şekilde karaciğerin belirli bölgelerini ‘işaret bırakarak’ insanla iletişime geçiyordu.
Fakat söz konusu karaciğer herhangi bir hayvanın organı değildi. Karaciğerin sahibi genelde bir erkek kuzu olurdu. Merak edilen soru, kuzu yaşarken kulağına fısıldanırdı. Ardından kuzu kurban edilir, karaciğeri incelenirdi.
AĞIT YAKMA UZMANI (AKADCA KALÛ, KALU)
Muhtemelen çok eski zamanlardan süregelen ağıt yakma geleneğini Eski Yakın Doğu’da MÖ 3’üncü binyıldan itibaren yazıtlarda takip edebiliyoruz. Solo veya koro halinde ağıt yakan bu rahiplere çoğu zaman enstrümanlar da eşlik ediyordu. Kendileri ağıt yakarak tanrıların onlara bahşettiği bu yeteneği sergileyerek onların gönüllerini hoş tutuyor, kalplerini onarıyor
ve her daim desteklerini esirgememeleri için dualar ediyorlardı.
BÜYÜCÜ VEYA SAĞALTICI, (AKADCA ĀŠİPU, AŞİPU)
Bu meslek grubu için literatürde zaman zaman ‘egzorsist’ tercümesiyle de karşılaşılabiliyor. Fakat günümüzde egzorsist denildiğinde akla ilk gelen kuşkusuz şeytan çıkarmadır. Ancak Mezopotamya’da bu büyücüler farklı disiplinleri içinde barındırıyordu. Aynı zamanda doktor, cerrah, psikolog, eczacı, şifacı ve daha fazlası olarak çalışıyorlardı. Bütün bu uzmanlık alanlarına hakim olmasının nedeniyse asıl görevinin elinde olan tüm kozları kullanıp hastalığı insanlardan uzak tutma çabasıydı. Hasta tedavisi sadece semptomları tedavi etmek değildi. Hastalığın kaynağını bulup yok etmek ve hastalığa yol açan varlıkları def etmek de bir o kadar önemsenmeliydi. Koruyucu tanrıların geri dönmesini sağlar ve semptomları ilaç vererek, merhem hazırlayarak, tütsü yakarak ve muska yaparak hafifletmeye çabalardı. Zaman zaman cerrahi girişimlerde de bulunabilirdi.
Mektubumuza geri dönersek burada uzman bir büyücüden bahsedildiğini görüyoruz:
“Sana Asur ülkesinden göçen Aqrea’yı yolluyorum [...] büyücülüğe/şifacılığa çok hakim!”
Büyücü (veya Sağaltıcı) Aqrea (Akrea) Asur’u tahsili için geri dönmek üzere mi terk etti yoksa özgür iradesi dışında mı yollandı? Asur göçmeni Aqrea’nın ne zaman ve hangi nedenlerden memleketi Asur’u terk edip Babil’e yerleştiğini bilmiyoruz.
Tabletin birçok yerinin kırık olmasına rağmen toplam 20 bilginden bahsedildiğini Marduk-šāpik-zēri’nin mektubun sonunda eklediği şu cümleden öğreniyoruz:
“Kralın arzusuna layık, krala, efendime yararlı olacak ve kralın, efendimin arzusunu karşılayacağı garanti olan 20 yetenekli bilgin. Onları toplayıp krala vereceğim, efendim!”
Burada Asur’a gönderilen bu bilginlerin sonunu bilmiyoruz. Anlaşılan Eski Yakın Doğu’da zorbalığının ve buna bağlı üstün güç olmasının verdiği avantajla Asur bir çekim merkezine dönüşmüştü. İmparatorluk finansı ve desteği ile yürütülen bu bilimsel çalışmaların meyvelerini örneğin Esarhaddon’un oğlu Asurbanipal’ın kütüphanesinin kurulmasında, Asur’un mimari, askeri teknolojik, siyasi alanlarında ilerlemelerini görmek mümkün. Tarih boyunca olduğu gibi bilim, muktedirlerin emperyal amaçlarına hizmet eden etkili aygıta dönüşmekte ve tabii ki arada tüm insanlığı ilgilendiren keşiflere de imza atabilmektedir.
Bu mektup Esarhaddon’un iktidarda olduğu dönemde yazılmış, yani MÖ 680 ve 669 arası. Dolayısıyla mektupta bahsi geçen tüm bilginlerin ömürleri Asur İmparatorluğu’nun MÖ 610’larda çöküşüne şahit olmaya yetmedi. Fakat bir sonraki nesil mutlaka bu acı sonu yaşadı. Eğer hayatta kalmayı başardılarsa hayatlarına nerede ve nasıl devam etmiş olabilirler? Büyük bir ihtimalle Aqrea ve diğerleri onlardan sonra gelen nesile mesleklerini aktardılar.
Eski Yakın Doğu’da imparatorluklar birer birer çökmüş olsa da sağ kalan insanlar farklı coğrafyalara bilgi birikimlerini ve uzmanlık alanlarını da beraberinde götürdüler. Zira Eski Yakın Doğu uyruklu bilginler Antik Yunan Çağı’nda bile karşımıza çıkıyor. Bu akımın en meşhur örneklerinden biri ise Berossos’tur. Babilli rahip ve astronom MÖ 4’üncü yüzyılın sonlarında ve 3’üncü yüzyılın başlarında yaşadı. Rivayete göre Kos Adası’nda Astrolog okulu kurdu. Yani mektupta bahsi geçen uzmanlıklardan bir kısmını yüzyıllar sonra farklı bir coğrafyada uygulanır şekilde bulabiliyoruz. Bu yabancı uzmanlar bize Eski Yakın Doğu ve çevresinin tahmin ettiğimizden çok daha kozmopolit bir doğaya sahip olduğunu ve imparatorlukların son bulmasına rağmen bilgi aktarımının son bulmadığını gösteriyor. Fakat bu sadece Eski Yakın Doğu için geçerli değil...
Tarih boyunca göçmenler bilgi aktarımında ve gittikleri yerde bu bilginin ilk elden kullanımında önemli roller oynadılar. Göçün trajikliği gibi bu göçe maruz kalanların yeni yerlerinde insanlığa yaptıkları muazzam katkılar ülkemizde olduğu gibi dünyada da güncelliğini koruyor. Bu öyle bir etkidir ki insanlığın kaderini değiştirebilir! Çoğu insanın bildiği gibi Yahudi asıllı Albert Einstein Nazi döneminde Almanya’yı terk edip Amerika’ya yerleşmek zorunda kaldı. Orada Manhattan Projesi’nde kendisi gibi Yahudi asıllı Alman göçmen bir aileden gelen Robert Oppenheimer ile beraber Atom bombasının gelişimine önemli katkılarda bulundu. İnsanlık için tarifsiz sonuçları olan korkunç bir trajedi olsa da İkinci Dünya Savaşı’nı bitiren Atom Bombası oldu…
*Ruprecht-Karls-Universität Heidelberg, Almanya, Assirolog.