Modern bir malumatfuruşun postmodern ansiklopedisi veya romanesk zeminde toplumsal eleştiri
Gündüz Vassaf’ın yazımı 7 yıl süren romanı 'Ressamın İsyanı', Everest Yayınları tarafından yayımlandı.
Ayşegül Yaraman
“Roman yazabilecek olsaydım ki ne haddime”(1)
“Edebiyatın bırakın sınıfta kalmasını, neredeyse kaydı silindi. Suçlu benim. Biziz.”(2)
Yedi yılda yazılan 'Ressamın İsyanı'nı yazarı Gündüz Vassaf, kitabın başına eklediği bir not ile, romanının "demlenerek" okunmasını rica ediyor. Birçok kez "fast" olana örtük ya da açık eleştiriyi içeren eserin, bu not olmasa da hızlı okunabileceğini düşünmüyorum. Gerek görünen konuyu oluşturan Caravaggio'nun bence kasvetli eserleri ve dönemi, gerek metin boyunca aitliğin derin eleştirilerine bir alternatif olarak 'dünyalı' denilebilecek anlatıcının, okuyucuyu tekrarlarla iyice sıkıştıran huzursuzluğu kitabı zor ve zorla okunur kılmış.
“Caravaggio'ya kafayı takmış olsam da (...) Ben kendimi yazıyorum. Kendimle tanışıyor, kendimle oynuyorum.”(3)
Bu zor okunurluğun ana akım güncel edebiyata bilinçli bir meydan okuma olduğunu düşünüyorum ama bu başarı mıdır veya kime göre başarıdır tartışılabilir.
Caravaggio üzerinden din ve sanat tarihi ters yüz edilirken, kitap boyunca normlara karşı 'şeytan'ın avukatı misali mayın gibi satır aralarına bırakılan 'aforizmalar' ile eleştirel düşünce neredeyse temel problematiği oluşturuyor.
“Sen her şeye karşı mısın?”(4)
Her ne kadar bir anlamda karar vererek aşka düşme ve aşkın nesnesini tespit etme, romanın önemli bir parametresi gibi görünse de, bir önceki cümlede zikrettiğim problematik aşka da yansıtılıyor. Zaten aşk ve aşık olunan, 'bir ben vardır benden içeri' gibi yazarın kendi analizi:
“Lara üstünü örtemediğim aynam”(5)
Özellikle romanın ilk bölümünde Caravaggio'nun Siraküsa'da bulunan 1603 tarihli tablosuna yazarın 'saplantılı' dadanması, bu tablonun başrolündeki Azize Lucia'nın körlerin ve muhtaçların hayatını mumuyla aydınlatan özelliğiyle önemli bir metafor işlevine sahip. Daha sonraki bölümlerde Azize Lucia'dan az bahsedilse de, yazarın göz ameliyatı, bir kişisel aydınlanma arayışını kendinden 'silkinerek' nihayete erdirme sürecinde sanki kırılma noktası.
Postmodern anlatıların çoğunda 'yol', çekilerek uzatılmaya müsait bir sembol olarak fazlasıyla, hatta neredeyse klişeleşerek önemli bir yere sahip. Bu romanda ise yolun gerekçesi ne gösterilmiş olursa olsun, farkında olarak ya da olmayarak Gündüz Vassaf'ın özellikle biyografisiyle kurmacaya dahil olduğu noktalarda barizleşen yaşantısından mülhem yorumları.
Başlığımın birinci kısmını oluşturan tespit, kitabın okuyucuya istediği istemediği/aradığı aramadığı çeşitli malumatı sık sık sunmasına gönderme. Tanışıklıktan, yaşantıdan, bilimsel birikimden, meraktan, anıdan damıtılmış cümlelerle okuyucu adeta malumat bombardımanına maruz bırakılıyor. Ukalalık konusundaki yazarın kitapta yaptığı iç görüsüne (“Bana mantıklı görünen ukalalıklarımın sonu yok."(6)) paralel olarak bu bir kibir intibaı verse de, bu bölümler okuyanı zenginleştirici oluyor. Ancak fazlasıyla yoğun olduğundan kişinin birikiminde kayda giriyor mudur, bu zaten postmodern bir problem.
Ulus devletten Machiavelli'ye, mafyadan mitolojiye, heykelden resme, Rönesans sanatından minyatürlere, dinler tarihinden müzelere, arama motorlarından sosyalizme, ütopyalardan Marx'a, Shakespeare'den Tolstoy'a, Çiçek Pasajı'ndan Bebek badem ezmecisine, Freud'dan Frankl'a, Antikite filozoflarından evrim teorisine, Uzakdoğu felsefesinden Cervantes'e, turistik malumattan lezbiyen kolonilerine, Marlon Brando'dan Pirandello'ya, Filistin'den İsrail'e, tüketim salgınından başka dillerdeki Türkçe sözcüklere ya da o dillerdeki Türk ile ilgili deyimlere ve yargılara, Gılgamış'tan Covid'e, Britney Spears'tan Kaygusuz Abdal'a, üniversite elemanlarından çeşitli deneylere, Gezi'den STK'lara, Amerigo Vespucci'den yapay zekaya, sinemadan hayvan kerhanelerine, göçmenlerden iklim krizine uzanan Sicilya merkezli ama hatırlanan ve kitap boyunca yapılan birçok yolculuktan esinlenen bir dolu malumat, romanı süslemenin ötesinde yazarın akademik kariyerinin deformasyonu sanki.
İkinci başlığımın 'toplumsal eleştiri' kısmı ise benim eseri asıl okuyabilme nedenim. Bu yüzden 'roman'ı değerlendirmem edebiyat sosyolojisi kriterlerinden ve tabii ki uzmanlığım dışında olduğu için edebi eleştiriden ziyade sosyolojik manada olacak. Bu amaçla sistematik (yazarın biriktirdiklerinin kompoze akışını kastediyorum) başlıca iki temanın kitaba yayılarak okuyucuyu dürttüğünü düşünüyorum.
KADINLIK, CİNSİYET, CİNSELLİK, EŞCİNSELLİK
Tüm dünyada olduğu gibi giderek yükselen bir biçimde, içinde yaşanılan toplumların yansıması olarak, cinsiyet ve cinselliğe verilen yer önemli ve tersyüz edici yorum ve bilgiler içeriyor. Ataerkinin eleştirisinden başlarsam:
“Klasikler diye okuduğumuz kültür soslu erkek tacizi”(7)
“On yedi yaşındayken (ırzına geçilen tarihin en meşhur kadın ressamı)(...) dava açıp kadın direnişinin tarihinde çığır (açan)(...) Artemisia, Londra'da National Museum'un daimi koleksiyonunda resmi olan yirmi bir kadın ressamdan biri. Koleksiyondaki erkek ressam sayısı iki bin üç yüz.”(8)
“Bence erkekler ellerinde sopalar dövüşürken kadın sabırla ateşi keşfetmekteydi. (...)Avcı olmadıkları palavra. (...) Meksika'da dokuz bin dokuz yüz yıllık avcı kadın iskeleti buldular.”(9)
“Lilit. (...)Ademin ilk karısı. (...)Tanrı bizi eşit yarattı, Adem'in altına yatmam. (...) Lilit'e (...) şeytan demişler. Havva dinlerde kadını aşağılamanın, Lilit de onu düşmanlaştırmalarının siftahı”(10)
“Psikolojiye Giriş dersim 'Aybaşında kadının cinsel arzusu A.Artar B. Aynı kalır C.Azalır. Şıkların hangisi' diye sorduğumda eller kalkıyor. Sınıf iki yüz kişilik. Cevap verenlerin hepsi erkek. Kadınlar konuşmaktan kaçtı bize hodri meydan.(...) kadınların sorunları erkek peygamberlere erkeklerden daha çok inanmaları.”(11)
Cinsiyetçi ikiyüzlülük(12) örnekleri de kadınların kimlik mücadelesini eleştiri bağlamında Gündüz Vassaf'ın gözünden kaçmıyor:
“Sappho, Prometheus'un, yani bir erkeğin insanı yarattığını ilk yazan kişi”.(13)
“Ravensbrück'te, Ruanda'da, Bosna'da yargılanan kadınlar edilgen dişi rollerine sığınma stratejileriyle hafifletici cezalar almış.(...) (Almanya'da AY) kamplarda gardiyanlık yapan üç bin beş yüz kadından ancak birkaçı mahkum edilmiş. (...) erkek amirlerinin 'cahil yardımcılar' rolündeler. Hakimleri aldatmaları zor olmamış. Erkek kadını cahil bilmeye teşne.”(14)
“Kadınlara sesleniyorum. (...) Kadın erkeğe haddini bildirme özgürlüğünde giderken şamar oğlanına döndük. (...)Aşağılık kompleksinizden, eşitlik aldatmacasından silkinin. Erkek düzeninin rollerine soyunmayın. (...) Öç alma. (...) Dans edelim.”(15)
“Londra Senfoni seçmelerinde jüriyle adaylar arasına perde koymuşlar, her zamankinden çok kadın müzisyen seçilmiş.”(16)
“Erkek dizginlenmeli derken onları taklit ediyor, eşitlik çağrınızla bizi alaşağı edip yerimize geçmek istiyorsunuz.”(17)
Gündüz Vassaf 'romanında', sadece kadınlar üzerinden değil, farklı cinsel tercihler(18) üzerinden de hem tarihsel hem güncel verilerle cinsiyet problematiğini işliyor:
"15. yüzyıl Floransası'nda erkekler arası cinsel ilişki istisna değil norm. Bu demek değil ki erkekler eşcinsel. Güzeli seviyorlar. Güzel olansa genç erkek. Machiavelli 'yakışıklı oğlanlara kocalar kaçıyor, delikanlılara karıları'.”(19)
“Homofobik erkek, kendinden korktuğundan kadını aşağılayan, düşman gören, kendisi dahil, cinsiyetleri nesneleştiren erkek”(20) tespitiyle heteroseksizmin ataerkilliği de içeren bir biçimde cinsiyetçiliğin temeli olduğuna dikkat çekmiş oluyor. Müesses nizamın neredeyse temeli evlilik kurumunun eşcinsellerce yeniden üretilmesine de eleştirisi var yazarın:
“Evlilik gibi miadını doldurmuş tutucu bir kurumun ilericilik adına benimsenmesi beni şaşırttı. Hele eşcinsel çiftlere miras hakkının çoktan tanınmış olmasına rağmen.”(20)
Biyolojik ve kültürel cinsiyet kimliğini 'kullanmamak', aitliği leitmotif yapmış yazarın çözüm önerisi:
“George Sand'ı severim. İstediğinde erkek kılığında, istediğinde Chopin, Musset, Flaubert ile yatakta. Derdi erkeği memnun etme maskaralığından kurtulmak. Yatmak değil, yeni diller arayarak yaşamak.”(21)
“Eşcinsellik norm olsaydı karşı cinse ilgimizi sorguluyor olacaktık. Sorun cinselliğimizde değil düzenin cinselliği sorun etmesinde. (...) Egon Schiele otoportrelerinde kendisini kadın-erkek karışımı biri yapar. Edvard Munch'un benzer otoportreleri var. vücudumun gizleri karar veriyor kimin bana çekici geleceğine, kime aşık olacağıma.(...)Aşkım kimyasal.”(22)
Kitap boyunca süren içe yolculuğunda eşcinsellik karşısında kendi cinsiyetçi ikiyüzlülüğünü de ki bence okuyucuya da bir yüzleşme olur, ifşa eder:
“Üçümüz içiyoruz. Kızın memelerine içim gidiyor. Raconda dokunmak yok. Patronun yanında bakmaya zaten çekiniyorum. Kızın elini hissettim. Diz kapağımdan yukarı kaydı. Erkekliğimi tuttu. 'Alice gel' diye arkadaşı çağırdı. Birden kalkıp gitti. Eli oramda kaldı. Benim kadar şaşkın patronun da yerinden kalkmasıyla el kalktı. Utandım, ketenpereye getirildiğime kızamadım. Erkek eli çükümü nasıl kaldırabilir? Kafam karıştı. Olayı arkadaşlarımdan gizledim.”(23)
“Erkek alışkanlığımda sorgulamadığım cinsel kimliğim. Düne kadar kadın haliyle Fiorella'yı arzularken (hermafrodit olduğunu öğrenince AY) çükünü de tutacak olsam kendime yakıştıramayacağımdan mı? Erkekler kıza kaç posta attım diye övünürken, cinselliğimizi zenginleştiren farklı dillerimizi susturmak niye? (...) Bizim gibi cinselliği sansürleyip maskaralaştıran başka tür var mı?”(24)
Cinsiyet kimliğinin bu ikiyüzlülük ortamında pazar metası haline dönüşmüşlüğüne de itirazı ve gelecekteki aidiyetsiz cinselliğe umudu var Gündüz Vassaf'ın:
“Londra'da adını İngilizce telaffuzuyla yazan Türkiyeli kadın yazar, durup dururken cinselliğimde çift taraflıyım diye basına beyanat vererek kendisinden konuşulmasını sağlamış. Şimdi ben aseksüelim desem? Bana ne? Bize ne? (...) Gelecek değişken zeminlerde akışkanlıklarını yaşayanlarda”.(25)
TÜRKİYE'DE (SÖZDE) MUHALEFET
Konu, Boston'a, New York'a, Viyana'ya, Paris'e, Londra'ya, Roma'ya, Napoli'ye, Floransa'ya, Ischia'ya, Amsterdam'a, Procida'ya vs uzansa, anlatıcı (yarı) Amerikalı(26) bir psikiyatr da olsa, yazarın Türkiye çevresi ve yorumları adeta birikmiş eleştiriler yumağı olarak okuyucunun önüne düşüyor. Eleştirilerdeki temel motif, aslında dinden ataerkine ve kapitalizme sistemin, sözde farklı ya da hatta muhalifler tarafından dahi gönüllülükle yeniden üretimi. Yani Bourdieu kavramıyla söylersek simgesel şiddet. Faili ise hegemonyaya rıza sağlayan organik aydınlar:
“Burjuva solcu kendisini devletle özdeşleştirip, 'Biz azınlıklara neler yaptık' diye hayıflanıp özür dilerken devletin başındakiler de şehrin beş yüz yıl önceki fethini kutlama aczinde. İkisinde de milliyetçiliğin daniskası”(27)yorumuyla hegemonik sistemin sözde muhalifinin kıstırılmışlığını tespit ederken; “Türkiye'de rejim kadar solculardan da şikayetçi. (...) 'Yetmez ama evetçiler'. Başbakanları asan askeri darbelere 'oh' çeken, silahlanan gençleri alkışlayıp gaza getiren, (...) Atatürk'ü zamanından soyutlayıp suçlayan, devrim yapacaksınız diye köylüyle işçinin başını yakan, yazdıkları okunmayan, söyledikleri dinlenmeyen, ders alıp özür dilemeyen, kendilerine nişan takarcasına Marksistim demekle solcu olunduğunu sanan, dünya bildiri imzalama rekorları kıran (...) , Nazım Hikmet olmasa gölgesine sığınacak kimseleri olmayacak Türkiye solu.”(28) “Darbeleri, diktatörleri kah sineye çeken, kah baş tacı eden Türkiye. Darbecileri bahane edip yerine gelen gözü dönmüşe 'Yetmez ama evet' derler.”(29) yorumlarıyla eleştirisini güçlendirmektedir.
Dindeki ataerkil tahakkümün meşrulaştırılmasına da aynı yönde bir örneği var yazarın:
“Namus adına bıçak çekebilecek, katil olabilecek (...) ağabeyinde ırz düşmanlığının tohumlarının kız kardeşinin başörtüsüyle atıldığını düşündüm. Bir de Türkiye'de bunu Modern Mahrem kitabıyla onaylayan arkadaşımı.” (30)
Dini ritüellerin sözde muhaliflerce/dinsizim diyenlerde dahi nasıl hegemonik olduğunu gösteren örnek ise şöyle:
“dinlerin ruhani maskaralıklarında (kemiklerin AY) köşe kapmaca(sı) Katoliklere özgü değil. Topkapı Sarayı'nda sürekli ezan yayını eşliğinde Muhammed'in (...) dişiyle sakalının teli Müslüman fanatikler(in) ilgi odağı. (...) Bir ara Türkiyeli komünistler, Moskova'da gömülü Nazım Hikmet'in mezarı kazılıp enternasyonal marşı eşliğinde Türkiye'ye getirilsin diye tutturmuşlardı.”(31)
İslam üzerinden adeta kırk katır mı kırk satır mı tercihine sıkıştırılan Türkiye'nin, 'Batı ajanları' ve yerli destekçiler tarafından yönlendirilmesine ise şöyle tespitlerde bulunmuş Gündüz Vassaf:
“Gülen Müslümanları Protestanlaştırma modelimiz. Senin anlayacağın terbiyeli İslam; Vatikan da onları destekliyor.”(32) “Hareketin yandaşları televizyonlardan kendilerine terörist diyenlere meydan okuyordu. Yahu Allah aşkına hangi terör(...)? Fettullah Gülen'in şiddetle ne alakası var (...)? Fethullah Gülen dünyanın en barışçıl din insanı. İslam dünyasının en barışçıl din adamı. Siz kim oluyorsunuz? Bunları söyleyen iyi Amerikan okullarında okumuş, İsveç'te doktora yapmış, üniversite hocası olmuş, köşe yazarı.” (33)
'Sanatçı'nın sisteme sıkışmışlığı, hatta muhalefet gibi pazarlanıp sahte katharsisler yaratan eserler de Gündüz Vassaf'ın kaleminden geçmiş:
“Kimliklerine yaratıcılık cüppeleri geçirmiş, aynada yüzünü göremeyen yazar, müzisyen, ressam”. (34)
“Sanatçı (Diyarbakır'da AY) sergilediği tabutlarla devlet terörü kurbanlarına gönderme yapmış. Halktan (...) tepki gösterenler olurken sergiyi dolaşmaya gelen İstanbullular vicdan temizlemiş.”(35)
Hasılı Türkiye'ye coğrafi bir mekan olarak neredeyse hiç yer verilmeyen kitabın, kendini muhalefet gibi 'pazarlayan' özellikle Türkiye solunu içerdiği analizler; aşkın, Caravaggio'nun, sanatın, kilisenin, arkadaşlığın, seyahatlerin, anıların romanesk kurgusunun arasından sık sık okuyucunun önüne çıkıyor.
Yazının iki başlığından birinin neye tekabül ettiğini başta örnekledim. İkinci başlığımın tetikleyicisi unsurlar yani bu yazımın temel içeriğinin 'kaynakları' ise tamamen benim seçici algım. Ancak bu perspektif içinde roman nerede, ressam (Caravagio) hatta isyan nerede derseniz kitabı okumaya çalışmanızı öneririm.
1. Gündüz Vassaf, Ressamın İsyanı, Everest, İstanbul, 2023, syf .136. (Aynı kitaptan alıntılar için artık sadece sayfa numarası belirtilecektir.
2. Syf. 163.
3. Syf. 363.
4. Syf. 323.
5. Syf. 443.
6. Syf. 245.
7. Syf. 78.
8. Syf. 98.
9. Syf. 200
10. Syf. 454.
11. Syf. 604.
12. Kavramın ayrıntıları için A.Yaraman, Cinsiyetçi İkiyüzlülük, Bağlam, İstanbul, 2020.
13. Syf. 103.
14. Syf. 121-122.
15. Syf. 236. Bu ifade, yukarıda alıntılanan psikoloji sınıfında erkek öğrencilerin tavrı gibi mansplaining olarak eleştirilebilir; ataerkine eleştirinin yükselişiyle doğan anomik ortamda ve hatta ataerkil sistemde erkeğin mağduriyetini de fark ederek onları da cinsiyetçiliğin her türüne karşı mücadeleye çekmek rövanşist bir kısırdöngünün açmazını kıracak çözümlerdendir.
16. Syf. 303.
17. Syf. 478.
18. Cinsel tercih kavramını, cinsel yönelimi de içeren ama cinsellik partneri seçimini sadece biyolojiyle meşrulaştırmayan (bunu cinsiyetçi ikiyüzlülük buluyorum.) tüm cinsel eylem pratikleri için kullanıyorum.
19. Syf. 147.
20. Syf. 190.
21. Syf. 326.
22. Syf. 390.
23. Syf. 55-56.
24. Syf. 203.
25. Syf. 313.
26. “Ne haddime Amerikalıyım deyip iki koca kıtanın adını gaspetmem? Brezilyalı, Kanadalı kendisine Amerikalı'yım diyor mu? ABD'ye Amerika diyen hepimiz emperyalizmlerini içselleştirdik.” syf. 31 Bu hegemonyanın farkındalığına rağmen anlatıcı Amerikalı olarak tanımlanır.
27. Syf. 66.
28. Syf. 356.
29. Syf. 438.
30. Syf. 90.
31. Syf. 347. Allah rahmet eylesin/mekanı cennet olsun dileklerinin, laik veya hatta dinsizlerce, bu söylemin temeli öbür dünya inancından soyutlanamayıp, ışıklarda uyusun, devri daim olsun dileklerini kullanmaları gibi.
32. Syf. 47.
33. Syf. 500.
34. Syf. 163.
35. Syf. 335.