YAZARLAR

Muhafazakâr seçmen, nadide bir çiçek midir?

Muhalefet, biraz dönemin zorlayıcılığından biraz da 'yeni' olanı henüz tam anlamıyla kavramadıklarından olsa gerek, siyasetin toplumu/seçmeni 'dönüştürücü' etkisini neredeyse görmezden geliyor. Seçmene uyarak ve gönlünü hoş tutarak onun oyunu almaya çalışmak bir seçenek. Diğeri ve asıl dönüştürücü olan ise seçmeni farklı seçenekler/yollar olduğuna ikna etmek, gerektiğinde eleştirmek, sorgulamak ve uyarmak. Evet, seçmeni eleştirmek.

İstanbul'un betonarme bir meydanında, birilerince adları okunarak yuhalatılan göz bebeğimiz sevgili hekimlerimize, sevgi ve saygıyla...

2017 halkoylamasından önce, anayasa değişiklikleri üzerine konuşmak için İstanbul'a çok yakın bir şehre gitmiştim. Sağolsun, davet edenlerden biri karşıladı, toplantı saati henüz gelmediği için şehrin girişinde bir yerde çorba içmeyi teklif etti, gidip oturduk. Saat nedeniyle olsa gerek bizden başka hiç kimse yoktu. Herkes birbirini tanıyor tabii, lokanta sahibi masamıza geldi, iki hoş beş, neden geldiğimi sordu, söyledim, soru sormaya başladı. Soru sorma şekli laubaliceydi, anayasa değişikliğini destekliyordu ve “Hoca sen ne düşünüyorsun peki?” sorusunu yöneltti. Malum, Türkiye'de muhayyel kanunlarla yasaklanan şeylerden biri de, tanımadığınız insana 'siz' yerine 'sen' demektir! Sorduğu sorunun yanıtını merak etmediği çok belliydi, aslında soru sorup beni konuşturarak kendi düşüncesini söylemek ve beni ikna edip doğru yola sevk etmek istiyordu. Beni dinlemediğini, söylediklerimi anlamaya çalışmadığını bilerek konuştum, arada bir yine 'sen'li bazı müdahaleler yapsa da, sonunda sıkılıp masadan kalktı. Çorbamızı içtik. Araca binmek için çıktık, uğurlamak için yanımıza geldi ve veda ederken “Hoca yaa, bırak tüm yetkiyi bir kişiye versinler, bak ne güzel kafamız rahat eder yaa,” dedi, esprisini çok beğendiği için güldü, ben de gülümsedim, ayrıldık. Yolda, arkadaşımız “Sıkmayın canınızı, bunlar iki üç yıl öncesine kadar hep 'hocacıydı' zaten” deyiverdi! Ben de sıkmadığımı, çok yaygın bir karakter olduğunu söyledim, konu kapandı.

Gazete Duvar'da, sayısını bilmediğim 'muhafazakâr muhit' yazısı kaleme almaya çalıştım. Hemen tümü, kişisel deneyim ve tanıklıklardan hareketle yazıldı. Her deneyim aktarımı biraz sorunludur, çünkü ucu 'genellemelere' ve 'benzetme' yapmaya varır ki, ne genellemek ne de benzetmek çok doğru yaklaşımlar. Buna mukabil gözlem anlatmanın başka yolu yok, varsa da bilmiyorum. Keskin ve köşeli cümlelerden kaçınıp okurla sohbet etmeyi denedim, deniyorum aslında. Derdim neydi, ya da ne? Her insan arada bir kendinden söz etmeyi sever muhtemelen, ben de seviyorum; ancak bu yalnızca 'bir' gerekçe olabilir. Ömrümü, birbirine taban tabana zıt görüşlere sahip (belki de öyle görünen) kesimler arasında geçirdim ve üç kişi mi, beş kişi mi okuyor bilmesem de, içinden geldiğim çevrenin bazı alışkanlıklarını onları pek bilmediğini düşündüğüm insanlara aktarmaya çalışıyor olabilirim. Doğrusu, her kesim birbirini tanımalı ve anlamalı mı hiç emin değilim, muhtemelen hayır ve zaten böyle bir şey olanak dışı. Yalnızca Türkiye'de değil, herhangi bir yerde. Ancak asgari temas bir gereklilik.

Kendime sık sık böyle bir şeyi neden denediğimi sorduğumda, bazı yanıtlar bulabiliyorum; örneğin 'zoruma gitmesi,' bunlardan biri olabilir. Yalnızca biri ve en kişisel olanı. Zoruma giden nedir? Zaman zaman muhafazakâr kesime/seçmene yönelik, hadi kaba saba ve küçümseyici diyelim, bir şeyler okuduğumda canım sıkılıyor. Sayısı çok değil bu insanların ve sosyal medyadaki bazı tepkilerin 'layk' sevdasından olduğu da açık; hal böyleyken 'küçümserlerin' muhalefeti temsil ettiği kanısında değilim. Hatta, muhaliflerin 'çoğunluğunun' bunca rezalet ve aşağılanma karşısında son derece derli toplu davranmaya çalıştığı da doğru. O kesimin başka sözleri, başkaca tepkileri hak ettiğini, ancak 'o' terimleri hak etmediğini düşündüğüm için, yaşadığım can sıkıntısı. Ardından, 'canımın sıkılıyor' olmasına, canım sıkılıyor! İki can sıkıntısının da makul gerekçeleri olduğunu düşünüp kendi içimde çıkış yolları arıyorum. Bazı köklü alışkanlıklar, köklü kanaatlerin kolay değişmediğini ve benim onlara karşı oluşumun gerçek yaşamda bir karşılığının, sonucunun olmadığını, olmayacağını biliyorum. Bir başka deyişle, keskin sirke küpüne zarar.

Hiç kimse anasının karnından 'sevmediklerimiz' gibi çıkmadığına göre, en berbat ruh halinde dahi 'toplumsallığımızın ürünü olduğumuz' somut gerçeğini akılda tutarak davranmanın anlamlı olacağını savunuyorum. Kendime her Allah'ın günü telkin ettiğim ilke bu. O toplumsallaşmanın 'koşulları' dönüşmediğinde, ezilenin, sömürülenin, horlananın, neden ezilip sömürüldüğü ve horlandığı 'doğru' tespit edilip de gerekenler yapılmadığı sürece, Türkiye'de bugüne dek ne olduysa bundan sonra da o olacak. Farklı isimlerle, farklı hükümet biçimleriyle, dönüp dolaşıp aynı saçmalıkları yaşamaya başlayacağız.

Toplumsal koşulların dönüşmesi, kendiliğinden olmuyor kuşkusuz. İnsanlar, toplumlar, 'müdahalesiz' evrilmiyor, su akıp da yolunu bulmuyor çoğu zaman, birileri maharetle suyun yolunu değiştirip yıkıma neden olabiliyor, tarihte örnekleri görüldüğü gibi. Hayatımızı, çocukların geleceğini, türlü insanî ilişkileri 'oluruna' bırakıyor muyuz ki, ülke ve insan bırakılsın. Ben çocukken 'cankurtaran' denirdi, artık 'ambulans' biliyoruz; eh elli yıl cankurtarana ambulans dersen ambulans olur elbet. Çok mu ilgisiz bir örnek oldu, can sağlığı! Diyeceğim, insan ne yaparsa sonucu o oluyor. Bizim dışımızda yapan eden birileri yok. Savaşlar birileri savaştığı için yaşanıyor, iklim krizi birilerinin gözü doymadığı için, depremlerde can kayıpları çürük yapı inşa edenlerin marifeti, 'tapınılan' devlet vergilerimizle afra tafra sahibi, kötü eğitimin sorumlusu kötü eğitim sisteminin yaratanlar, çocuğumuzu gönderecek iyi bir devlet okulu bulamayışımızın nedeni özelleştirme sevdalıları...

Biz, insan evladı yaptığı için gerekleşiyor her şey. O insanoğlu da ağaçta yetişmediğine göre! Her şey öğrenilir, hepimiz öğrendiklerimizi tekrar ediyoruz bir ömür, benim 'ayıp' bulduğumu İskandinav bulmuyor, bana çok olağan görünen bir Japon için tahammül edilmez; sevgimizi, nefretimizi, aşkımızı, tepkilerimizi öğreniyoruz. Ve bu öğrenme/alışkanlık süreci kuşaklar boyu sürüyor, dönüşüm de bir o kadar. Bakın tarihteki büyük devrimlere, devrim süreçlerinde toplumların kendine gelmesi ve yeni olana alışması ne kadar zaman almıştır. Ancak birkaç kuşak sonra o 'yeni' sahipleniliyor artık. Yüz yıl önce bu toprakta laiklikten söz eden kaç kişi vardı, oysa şimdi çoğunluk sahip çıkıyor bu ilkeye. Cankurtarana ambulans derseniz, o ambulans oluyor bir süre sonra. Şimdi biri diyecek ki, iyi güzel de Dersim'e Tunceli dediler pek olmadı ve haklı da olacak bunu söylediği için; ancak bu anlaşılabilir direnç, okuduğunuz yazının konusu değil. Daha genel geçer bir şeylerden, kabullerden, katılaşmış yargılardan, olağan görülen alışkanlıklardan söz etmeye çalışıyorum. Hem tümüyle dönüşmek ne mümkün ne gerekli.

Sanırım, eğer kökten bir devrimden söz etmiyorsak, toplumsal dönüşüm için öncelikle çok uzun vadeli ve ömürlerimizle sınırlı olmayan bir çabanın gerekliliğini kabul etmek gerekiyor. “Ben görmeyecek miyim?”, hayır muhtemelen ben hayal ettiğim çok şeyi görmeden, ama bazılarını da görüp göçeceğim bu dünyadan. Tarih de böyle bir şey değil mi zaten. Ayrıca aksini nasıl düşünebilirim ki, ben atıldım, asistanım atıldı, hocam ve onun hocası da atılmıştı üniversiteden! Bu çizgiye bakıp “bizden bir şey olmaz” demek, bir seçenek. Güzel de, o esnada Bilişim Devrimi olduğu, Sakarya'da Tekel işçilerinin çadır kurduğu, Gezi günlerinde milyonlarca insanın mahalle parklarında toplanıp dertleştiği de bir gerçek. Daha dün bir İTÜ öğrencisinin yaptığı mezuniyet konuşmasını dinlemediniz mi? Hani bizden bir şey olmazdı, eh oluyor demek ki. Yavaş, zahmetli, çileli, ama oluyor.

Yazının başına döneyim... Türkiye'de muhalefetin (kurumsal ve bireysel düzeyde) işinin hiç kolay olmadığını gören ve muhalefetin toplumla doğru ilişkiyi ancak 'eleştirilerek' kurabileceği düşünenlerden biriyim. İnsanları ve kurumları övgü değil, eleştiri geliştirir. Övgünün (gerekli olan 'takdirden' söz etmiyorum) eninde sonunda alıklaştırıcı bir niteliği var. Ayrıca insan, aileden yönetime, oradan muhalefete, her iktidar odağıyla mesafeli olmalı, eleştiri mesafeyle mümkün. Hadi bir hikâye daha: Yıllar önce Mülkiye'deki bir tarih toplantısında Sina Akşin ve Herkül Milas da konuşmacılar arasındaydı. Tartışma kısmında Sina Akşin Hoca, çok sevdiği örneğini bir kez daha vermişti. Diyordu ki, örneğin Marilyn Monroe (hocaların örnekleri hep gençliklerindendi tabii) çok güzel bir kadın ama yaklaşıp da büyüteçle bakarsanız yalnızca yağ gözeneklerini görürsünüz, bu yüzden belli bir mesafeden bakmak gerekir. Bunun üzerine Herkül Milas keskin zekasıyla, “bazen de insan o kadar âşıktır ki, hangi mesafeden bakarsan bak sevdiğin çok güzel görünür, bu nedenle bir ikinci göze gerek vardır,” diyerek çıkışmıştı. İşte 'eleştiriyi,' o zorunlu 'ikinci göz' kabul etmek gerekir.

Başlıktaki 'muhafazakâr' sözcüğü de çok açıdan ideoloji ve sınıfsallık yüklü kuşkusuz. Daha önce bu kesimin 'kenar mahalle' versiyonuyla ilgili gözlemlerimi yazdığım için uzatmak istemiyorum. Malumunuz, yoksul ile varlıklı arasında, yeni rezidanslar ve dört çekerler peşinde koşan görgüsüzlerle akşam pazarında tezgah altı karıştıranlar arasında, ya da işinde gücündeki dindar ile mütecaviz yobaz arasında 'birörneklik' yok.

Yukarıda hâlihazırdaki koşullarda muhalefetin zorluğuna vurgu yapmıştım, eleştiri faslına geleyim. Türkiye, siyasi partilerin hâlâ seçmenlerini şu ya da bu yönde çok etkileyebildiği bir ülke; bu, büyük ölçüde cılız demokrasinin sonucu. Fakat eskisinden farklı olarak, günümüzde seçmenin de elinde teknolojik olanaklarla siyasetçilere kolaylıkla ulaştıklarını, yön verebildiklerini görüyoruz. Söz konusu kolaylık kısa/orta vadede temsil ilişkilerini de değiştirecek, hiç kuşku yok. Ancak muhalefet, biraz dönemin zorlayıcılığından biraz da 'yeni' olanı henüz tam anlamıyla kavramadıklarından olsa gerek, siyasetin toplumu/seçmeni 'dönüştürücü' etkisini neredeyse görmezden geliyor. Seçmene uyarak ve gönlünü hoş tutarak onun oyunu almaya çalışmak bir seçenek. Diğeri ve asıl dönüştürücü olan ise seçmeni farklı seçenekler/yollar olduğuna ikna etmek, gerektiğinde eleştirmek, sorgulamak ve uyarmak. Evet, seçmeni eleştirmek. Muhafazakâr seçmenin bir kısmının bambaşka bir dünyada yaşadığını, bizlerin gününü meşgul eden olaylardan haberdar dahi olmadıklarını biliyorum, yaşıyorum çünkü. Ancak bu durum herkes için geçerli değil. Yazının başındaki lokantacı, her şeyden haberdardı! Ben nasıl mümeyyizsem onlar da öyle, ben nasıl olup bitenden haberdarsam onlar da öyle, ben nasıl görüyorsam onlar da görüyor. Ve onlar nasıl 'kırılabilen' insanlarsa, eh güzel kardeşim, ben ve bizler de kırılabiliyoruz.

Hiçbirimiz nadir bulunan bitki ya da soyu tükenmekte olan tosbağa değil, sıradan, aklı fikri olan insanlarız. Muhafazakâr olan da olmayan da. Her yapılanı açıkça görüp de “aman canım kime vereyim,” “aman canım başkası mı var,” “aman canım o söylediklerini gözünle gördün mü ki,” “aman canım ne güzel yol yaptılar işte” diyerek karşılayan insanlara dönüp; “sen ne yaptığının farkında mısın arkadaş,” “bir senin mi kaygın var bu ülkede, nasıl olur da kendinden başkasını umursamazsın”, “sürekli mağduriyet anlatarak insanları bıktırdığının farkına var artık,” denilmesinde büyük yarar var. Sizce?

Toplumun kalabalıkça ve türlü adaletsizlikler yaşayan muhalif kesimlerinin, ömrünü yakasına dikmişçesine mütemadiyen 'muhafazakâr' endişesi dinlemesi, birlikte yaşam ülküsüne değil, olsa olsa yeni bıkkınlıklara yol açar ve açıyor. Birlikte, insan gibi ve eşitçe yaşam için 'benzemeyenle' temas elbette gerekli, buna kuşku yok. İyi hoş da, muhalif siyasetçilerin, yirmi yıldır iktidarda olan bir partinin hâlâ 'çıtlata çıtlata' oy veren destekçilerine nadide çiçek muamelesi yapmasını, bir muhabbet isteğiyle açıklamak pek güç. Herkes her şeye ikna edilemeyeceği gibi, iltifatın fazlası insanın ayağını yerden keser. Arada bir olsun, eleştiriyi hak edeni eleştirmek de bir ilişki kurma biçimi. Bir KHK'li olarak, umuyorum bu satırlarımla hiçbirini kırmamışımdır!

İklim krizi notu: EKOSFER'in, “virüsten kaçarken iklim krizine yakalanmak” başlıklı raporunu, meraklılar için bırakıyorum. 


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.