YAZARLAR

Muhaliflik bir tatmin olma biçimi midir?

2002’de yüzde 34 alan hareket, büyük deprem ve büyük ekonomik krizle merkezin, merkezi temsil eden medya ve iş dünyası hegemonyasının sağlı sollu çöktüğü Türkiye’de, halkın isyanının bir seçim büyüsüne dönüştüğü, yüzde 34’ün tek başına iktidara yettiği bir “Anadolu ihtilali” idi. Şimdi “ihtilal”i temsil etmiyor. Kendi içi dahil her muhalefet ihtimaline “infial”i temsil ediyor.

Değildir!
Tarihte, dünyanın her köşesinde insanlar hayatlarını, ömürlerini, kendi geleceklerini o sırada tatmin olmak için feda etmediler.

“Sosyal medya” yokken de sosyal hareketler vardı. Sosyal talepler, kamusal alan, sosyal meydanlar, sosyal mücadeleler, sosyal devrimler, sosyal başkaldırılar, sosyal ütopyalar, hayaller, örgütlenmeler, sosyal izm’ler vardı.

İnsanlar hayatlarını, düzeni, sistemleri, otoriteleri değiştirmek için biat ve itaate inat, itiraz etti, itirazını dillendirdi, itirazları buluşturdu, itirazları değişimlere yahut yenilgilere kavuşturdu.

Balkondan bağırmak onlara yetmemiş olacaktı…
Evin duvarına yazı yazmak da.

Oysa şimdi çoğu zaman yetiyor.
İki laf çakmak, 140 “karakter”de beğeni toplamak, her zaman her mecrada değerli olan bilgi, izah, sorgulama, didikleme, anlama ve anlatma çabaları dışındaki nice “muhaliflik” biçimi hakiki bir muhalefet biçiminden uzak kalıyor.

(Burada küçük bir not: Gazeteciliğin öldürüldüğü bir dönemde her şeye rağmen gazetecilik yapmak isteyenlerin de, kendilerini bilhassa sosyal medya üzerinden odak kılma çabalarını pek anlayamıyorum. Tamam, onların da başkalarının da ihtiyacı vardır söze, öfkeye ama gazetecilik nasıl yandaşlık değilse, yandaşlık karşıtlığında tanımlanacak olan da böyle bir şey değildir! Gazeteci, gazeteciymiş gibi yapan çığırtkanlarla karıştıramaz kendisini; karşı kıyıda olsa bile!)


Belki bunların hepsinde yanılıyorumdur.

Sanırım 17 yaşımdan itibaren inandığım şu oldu:
Fikrin olmalı, hayallerin de olmalı, mücadelelere de koyulmalı; ama sana uzak görünenlerle de bir yerlerde buluşabilecek bir dilin, bir üslubun, bir yöntemin de olmalı.
Bu da hakikatlerin hakiki biçimde idraki ve ifadesiyle, bunun mücadelesiyle olur.
Gazetecilik zaten başlı başına hakikat ve ifade mücadelesidir, yani öyle olmalı.
Diğer alanlarda ise, özü aynıdır ama ifadenin biçimleri çeşitlenir. İfade, irade ile buluşur. İrade kişiselden ziyade ortak iradeleri ortaya çıkarma, onlarla dayanışma, ortaklaşma çabasıdır.

Bu girizgâh, önceki gün “İstanbul’da kar” etrafındaki “sosyal medya kartopu savaşı” yüzünden kafama yazıldı gece yarısı.
Kar eridiğinde belki çamuru kalır ama hamuru müebbet kalmayacak bir muhabbet.
Karın sadece İstanbul’a yağmadığı, hatta İstanbul’u artık neredeyse dört yılda bir tuttuğu koskocaman bir ülkede, 87 milyonluk ahali önünde, buz tutmuş iktidar kibri karşısında bir muhaliflik tipisi!

Oysa temeldeki hakikate dair küçük bir sayfayı mesela Trendyol çalışanları, kuryeleri açmıştı!
Sokakta, caddede önümüzden akan, çoğu zaman kızdığımız, ama kapıya gelince genellikle yüzüne bile bakmadan koliyi kaptığımız gençlerin haksızlığa, adaletsizliğe, açık istismara itirazı yollara dökülmüştü.
Süpermarketlerden bankalara, madenlerden plazalara, çağrı merkezlerinden her türlü merkezdeki herkese, “acı, ıstırap, ezilmişlik, itilmişlik, çaresizlik veya artık öfke, tepki” bu ülkenin hakiki ama kireçlenmiş damarlarında kol geziyordu.

“Sosyal medya” ancak bu hakikatin taşıyıcılarından biriyse “muhalif” bir özü olabilirdi; yoksa herkesin kendi havuzunu okyanus sandığı dibi delik bir illüzyondan ibaret kalırdı.

İki gündür Sedat Bozkurt’un Duvar’daki “AKP’nin 20 Yılı” dizisini okuyorum. Çoğunu hatırlıyorum, unuttuklarım da varmış.
Çok doğru bir tespitle başladı dizi:
“AKP’nin en büyük muhalifi kendisi!”
2002 ile bilhassa 2010 arası, bir de açılım sürecindeki sözler, vaatler, parti programı vb.
AKP, Türkiye’nin büyük çelişkileri ve çatışmaları üzerinde yükselmiş… Ve 20 yıllık iktidarda, gününe göre, Türk siyasi tarihinin büyük çelişkilerinin karşıt iki yüzünü de savunmuş, savrulup savurmuş bir iktidar biçimi!

Demokrasi, hukuk, özgürlükler, haklar, otoriterlik, lider hakimiyeti vb. üzerine “Ne dedi, ne oldu”lar değil sadece.
Suriye’den Ergenekon’a…
Açılımdan açkapaya…
Kumpasçı, darbecilerle aşırı yanılgılı tarihe…
Fesat BAE’den buyur Şeyhime…
Yoksulların, yoksunların, mağdurun mazlumun yanından onları aşağılayabilen kibre.

Belki de bu yüzden, dışarısı ile mücadele eder görünürken en büyük çelişkiyi içinde yaşadı, en derin tasfiyeyi de kendi içinde, ruhunda yaptı.
Yola çıkan ağır topların hemen hiçbirinin kalmadığı, yol ve dava arkadaşlığı yerine, bir zamanlar en ağır sözleri söyleyenlerin dahi otoriteye biat-itaatle “Başkan’ın en yakınları” olabildiği bir yapı.
O sert eleştiri sahiplerinden Numan Kurtulmuş şimdi “İnsanlar AKP’ye kızıyor ama insan sevdiğine kızar” diyor ya! Belki Süleyman Soylu da öyle diyordur, bilmiyorum.


20 yılın “iyi şeyler”i ile daha kötüsünün olabileceğinden korkular, desteği yüzde 30-34’te tutuyor; yani iktidara başladığı noktaya geri getirerek ama hâlâ önemli bir destekle.
Bu kez fark şu: 2002’de yüzde 34 alan hareket, büyük deprem ve büyük ekonomik krizle merkezin, merkezi temsil eden medya ve iş dünyası hegemonyasının sağlı sollu çöktüğü Türkiye’de, halkın isyanının bir seçim büyüsüne dönüştüğü, yüzde 34’ün tek başına iktidara yettiği bir “Anadolu ihtilali” idi.
Şimdi “ihtilal”i temsil etmiyor. Kendi içi dahil her muhalefet ihtimaline “infial”i temsil ediyor.
Yüzde 34’ten geriye kalanlar ise hepsi 10’un üzerinde ve seçmenleri yüzde 50’leri geçebilen üç parti ile AKP tabanına hitap eden bir takım yüzde 1’ler.

Sedat Bozkurt’un hatırlattığı bir mevzuu o günden başlayıp defalarca yazmıştım:
Şu 20 yılda Türkiye’nin en onurlu anlarından belki de birincisi, çiçeği burnunda AKP iktidarının, ABD’nin isteği üzerine Meclis’e getirdiği “1 Mart Tezkeresi”nin bizzat AKP içinde büyük bir grup ve muhalefetin işbirliğiyle reddedilmesiydi.
Batı’dan Doğu’ya, tüm halklar nezdinde müthiş itibar kazanmış bir demokrasi ânıydı!
“Batı demokrasileri” uydurma sebeplerle inşa ettikleri Irak’a askeri müdahaleyi parlamentolardan kaçırırken, “para ve darbe şantajı” yapılan, küçümsenen Türkiye’de Meclis itiraz etmişti.
Hem de konuyu kendi imzalarıyla Meclis’e getiren AKP hükümeti ve grubunun içindeki değerli, tutarlı, kişilikli “itiraz” sahipleriyle!

Sadece o güne, o günkü büyük itiraz sahiplerinin artık AKP’de olup olmadığına bakmanız bile, 20 yıllık yolculuğun esas neyi yok ettiğini anlatır. En çok da 20 yıldır veya sonradan AKP’li olanlara!
İster parti içi demokrasi deyin, ister Türkiye’de demokrasi, ister partinin ve ülkenin itibarı!

Başlığa bir daha cevap vereyim:
Muhaliflik bir tatmin biçimi değil, bir itiraz üzerinde yükselen hareket biçimidir. Başkalarına da ulaşmak, buluşmak üzere.
En uzakta görünene bile!
Hatta bazen öncelikle ona.


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.