Münih’ten İmralı’ya çağrının şifreleri
Münih Güvenlik Konferansı raporunun ana kavramı “çok kutupluluk” oldu. Dünyadaki gelişmelerden Türkiye’deki çözüm arayışına artık yeni bir normlar dizgesi, gramer ve siyasal dil içerisinde sayılırız.
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te kamuoyu ile paylaştığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” sadece Türkiye'nin değil, Ortadoğu ve dünya kamuoyunun gündeminin de ön sıralarına oturdu. Bu çağrıyla eş zamanlı olarak Türkiye, Ortadoğu ve dünyayı ilgilendiren çok önemli gelişmeler yaşanıyor. Çağrının siyasi hedefi ile bu önemli gelişmeler birbirine bakan iki bitişik gerçeklik taşıyor. Şubat ayında yapılan Münih Güvenlik Konferansı ve yayınlanan raporun temel sütunlarına bakıldığında, Türkiye’de başlatılan barış arayışının küresel ve bölgesel nedenlerine dair geniş bir çerçeveye ulaşılabilir.
Öncelikle Abdullah Öcalan’ın, örgütüne yönelik üç tarihsel müdahalede bulunduğunu, böylece genel siyasetin dinamiklerine doğrudan etki ettiğini ifade etmek mümkün. İlki reel-sosyalizmin çöküşüyle birlikte 90’ların başında yaptığı müdahaledir. Bu müdahaleyle birlikte kitleselleşme eksenli bir dönüşüm yaşandı. Kavram setleri 'bağımsızlık'tan 'özgürlüğe' doğru birtakım dönüşümler gerçekleştirdi. Kürtlerin reddine karşı Kürtlerin kabulü mücadelesini esas alan evre başladı. Siyasi parti kurarak parlamentoda görünürlük sağlamak, belediyeleri alarak kamusal alana dahil olmak temel kabul stratejileriydi. İkinci tarihsel müdahale 2000’li yılların başında gerçekleşti. 11 Eylül İkiz Kule saldırılarının küresel siyaset dinamiklerini dönüştürücü etkisine karşı hızla müdahalede bulunularak alan ve inşa siyaseti geliştirildi. PKK feshedildi KADEK kuruldu. Siyasetin yörüngesi, Kürtler açısından kabulden inşaya doğru gelişti. Şimdi üçüncü tarihsel müdahale yaşanıyor. 27 Şubat Barış ve Demokratik Toplum çağrısıyla, kabul aşamasından inşa ve tanınma aşamasına geçilmek üzeredir.
Her üç müdahalenin arka planında en genelde küresel siyasetteki dönüşümler var. Küresel dönüşümlerin Ortadoğu’ya olası etkileri ve alacağı biçimler ile Türkiye ve Kürtlere etkileri üzerinden siyasal çıkış arayışı gerçekleşti. Bu dönüşümlere uygun hamle yapmak, Öcalan’ın siyaset yönteminin temel karakteristik özelliklerinden biridir.
Şimdi içinde yaşadığımız fırtınalı dönemde biraz küresel siyasete dönelim. Trump’ın seçilmesiyle birlikte küresel hegemonya savaşımında temel karşıtlık Çin üzerinden şekillenmeye başladı. Trump, Çin’e tam yoğunlaşmadan mıntıka temizliği yapmaya çalışıyor. Mıntıka temizliğinin ana aktörü ise Rusya. Rusya ile ilişkileri yeniden düzenlemek üzere harekete geçti. Çin’le etkin ve doğrudan bir rekabete girmek için Rusya’nın aktörlüğünü kabul etmek üzere yeniden ilişkileniyor. Bu durumda Ukrayna-Rusya savaşının etkisiyle Avrupa ülkeleriyle mesafeleniyor. Bu da Avrupa ülkelerini Rusya’ya karşı yeni arayışlara yönlendiriyor. Bu arayışta Türkiye’yle Avrupa arasında bir yakınlaşma zemini yakalanıyor. Öte yandan Ortadoğu’da kazan daha önceden kaynamaya başlamıştı. 7 Ekim'de Hamas’ın İsrail’e dönük saldırıları ve sonrasında yaşananlar, Ortadoğu’da ciddi bir dönüşümün kapılarını araladı. Suriye’de Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte tarih hızlandı.
Bu tarihsel aralıkta yapılan Münih Güvenlik Konferansı ve yayınlanan rapor gelecek döneme dair önemli noktalara işaret ediyor. Raporun ana kavramı “çok kutupluluk” oldu. Bu kavram bile reel-sosyalizmin yıkılışından bu yana tek kutuplu dünya gerçekliğinden bizatihi Batı bloku tarafından vazgeçildiğini gösteriyor. Jeo-politik anlamda yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Rapor, ideolojik-politik yeninin beyanını ise “liberal düzen dağılıyor” diyerek ilan etti. Sonrasına dair henüz hegemonik hale gelen bir ideolojik-politik bağlam yok. Dikkat çekici olan, benzer bir vurguyu Erdoğan'ın “liberal demokrasi krizde” diyerek ortaya koymasıydı. Dolayısıyla aslında dünyadaki gelişmelerden Türkiye’deki çözüm arayışlarına kadar artık yeni bir normlar dizgesi, gramer ve siyasal dil içerisinde sayılırız.
Tüm bu gelişmelerin ortasında, devlet-iktidar ve Öcalan’ın dünyaya, bölgeye, Türkiye’ye ve Kürtlere dair yeni bir kritiği ve senaryo seti var. Bahçeli’nin 22 Ekim ve Öcalan’ın 27 Şubat çıkışları da bu küresel ve bölgesel siyaset okumasından azade değil. Erdoğan’ın AB’ye dair “Avrupa Birliği’ni ekonomiden savunmaya, siyasetten uluslararası itibara içine düştüğü çıkmazdan sadece Türkiye, Türkiye’nin tam üyeliği kurtarabilir” açıklaması da, Bahçeli’nin Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge olmak üzere, yerkürenin her köşesine hızla kayan, giderek sertleşen risk ve tehdit kuşağına vurgusu da, Öcalan’ın reel-sosyalizm çöküşü sonrası yeni denklemler vurgusu da bu genel görüntü içerisinde anlam kazanıyor.
Öcalan'ın 27 Şubat’taki çağrısında PKK’yi ortaya çıkaran zemini, küresel siyasetteki durum üzerinden başlayıp Türkiye’deki inkâr politikalarına kadar gelen bir sebepler manzumesi içerisinde değerlendirmesi çağrının dayandığı önemli dinamiklerden biridir. Nitekim küresel ve bölgesel şartların değiştiği, Türkiye’nin artık eski Türkiye olmadığı üzerinden PKK’nin sona yaklaştığını ifade ediyor. Küresel ve bölgesel zeminin değişimi üzerinden bir “anlam yoksunluğu ve aşırı tekrar” döngüsünün oluştuğunu belirtiyor. Görüldüğü üzere, bir kez daha küresel ve bölgesel siyaset okuması üzerinden Türkiye’yi ve Kürtleri değerlendirerek yeni duruma dair siyasi hamle yapıyor.
Peki yeni durumda siyasi mücadelenin rotası ne olacak? Çağrıdaki şu pasaj hem rotayı hem de yöntemi net şekilde ortaya koyuyor: “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür. Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir. Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.”
Sonuç olarak küresel ve bölgesel siyasetteki yeni döneme dair bazı olasılıkları sıralayınca Öcalan’ın neden yöntem olarak demokratik uzlaşma, içerik olarak radikal bir demokratikleşme söylemini öne çıkardığını anlamak imkân dahiline giriyor. Peki öngörülen küresel ve bölgesel düzene dair neleri varsayabiliriz?
Dünyada temel karşıtlık “teröre karşı haklı savaş” yerini ABD-Çin mücadelesine bırakıyor. Rusya, AB, ABD arasında yeni bir denklem kuruluyor. 11 Eylül’le ortaya çıkan dost-düşman kurgusu, vekalet güçlerinden ve medeniyet savaşından koparak iki hegemonik güç arasındaki mücadeleye doğru eksenini kaydırıyor. Görünen o ki, ABD ve Çin esas kutuplar olarak birincil düzlemi; Rusya ve AB diğer kutuplar olarak ikinci düzlemi; bölgesel güçler (Türkiye, İran, Suudi Arabistan, İsrail, Hindistan, Brezilya vd.) üçüncü düzlemi oluşturacak. Küresel siyasette iç içe geçmiş bu düzlemlerin ilişkisini tanımlayan kavram ise “çoklu ilişkiler düzeni” olacak. Her ülke farklı kutuplarda duran aktörlerle çeşitli ilişkiler kurarak çoklu ilişkiler geliştirecek.
Ortadoğu’da biri İran, diğeri Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap devletleri ve Türkiye’den oluşan üçüncü düzlemde kutuplaşmalar yaşanması muhtemeldir. Suriye’nin geleceği ve Arap kutbuna mı, Türkiye kutbuna mı yakın olacağı henüz belli değil. Öte yandan Irak’ın Şii silahlı güçleri sistem içine çekip çekemeyeceği ve İran’ın yumuşak bir geçişle uluslararası pozisyonunu değiştirip değiştirmeyeceği Ortadoğu’daki fay hatlarını doğrudan etkileyecek belirsizliklerdir. Ortadoğu’da bir perde kapandı. Yeni perdede neyin sahneleneceğini öngörmek şu anda olabildiğine zor.
Ortadoğu’da devlet dışı aktörler açısından ise yeni düzene dahiliyet önemli bir konu başlığı olarak duruyor. Hamas’ın silah bırakması, siyasi partiye dönüşmesi ve Gazze’nin yeniden inşası temel bir öneri olarak duruyor. Aynı şekilde Demokratik Suriye Güçleri’nin Suriye’deki akibeti de biçim ve içerik açısından henüz belirsizlik taşıyor. Bu belirsizlikler belli bir çerçevede yaşanıyor. Ortadoğu’da devlet dışı aktörlere ya yeni düzene entegrasyon ya da tasfiye seçenekleri dayatılıyor. Sürecin nereye ilerleyeceği İran’ın geleceğinden İsrail’in bölgedeki hareketliliğine kadar geniş bir bağlamda belirlenecek gibi görünüyor.
Bahçeli’nin 22 Ekim çıkışını, Öcalan’ın 27 Şubat deklarasyonunu ve Erdoğan’ın bunlara dönük pozitif tutumunu bu çerçeveden ele almak ve değerlendirmek gerekir. Özelde 27 Şubat deklarasyonunun şifreleri aslında bir yanı Münih’te, bir yanı 7 Ekim’in siyasal sonuçlarında diğer yanı da Türkiye içinde artan çoklu krizlere aranan dermandadır.
*Yazar