YAZARLAR

Murat Germen’in gözleriyle Sagalassos’un izinde

Sanatçı ve akademisyen Murat Germen, UNESCO kültür mirası listesindeki Sagalassos antik kentine yeniden bakan kadrajlarıyla, medeniyetin geleceğe bıraktığı soru işaretlerini topluyor. Germen’e göre 1700 metre yükseklikteki 9 bin kişilik anfitiyatrosu ile alanında tek antik kentin zamanla oluşan eksikliği, insanoğluna bıraktığı en iyi miras.

İstanbul Osmanbey’deki tarihi Mongeri Binası’nda yer alan Bozlu Art Project, Özlem ve Oğuz Erten’in imzasıyla uzun süredir Türkiye’deki sanat tarihinin dünü, bugünü ve yarınına imzasını atan kıymetli kişisel, karma ve tematik projelere imzasını atıyor. Yaklaşık 10 yıldır sanatseverlerin uğrak noktası halini alan ve Pazar-Pazartesi hariç her gün 10.00-17.30 arası gezilebilen kurum bu kez, üç sene önce düzenlediği ‘Sagalassos İçin’ başlıklı karma sergisinin devamı niteliğindeki, Murat Germen’in hazırladığı ‘Sagalassos’u İzlemek’ sergisini 27 Ağustos’a değin ziyaretçilerine sunuyor. Kurumun basına ve kamuoyuna verdiği resmî bilgiye göre, ilk sergi Murat Germen, Selma Gürbüz, Kazım Karakaya, Murat Morova, Seyhun Topuz, Utku Varlık ve Semih Zeki’nin katılımıyla gerçekleşmiş ve serginin geliri, Sagalassos Antik Kenti’nde gerçekleşen arkeolojik kazı çalışmalarına aktarılmıştı.

UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’nde yer alan ve Akdeniz’in en iyi korunmuş antik kentlerinden biri olarak sayılan Sagalassos’un tanınırlığını arttırmak ve arkeolojik kazı çalışmalarına maddi kaynak yaratmak amacıyla düzenlenen bu ikinci sergiye de, yine Sagalassos Vakfı desteğini sunuyor. Diğer bir deyişle, bu serginin geliri de, Sagalassos Vakfı tarafından Sagalassos Antik Kenti onaylanmış arkeolojik kazı projelerini desteklemek amacıyla, Sagalassos Kazı Başkanlığı banka hesabına aktarılacak. Şehir plancısı, akademisyen ve sanatçı Germen’in sergisi, kurumun verdiği bilgi uyarınca, izleyiciyi zaman, mekân, insan ve mimarlık kavramları üzerine düşündürmeyi amaçlarken, arkeoloji ve çağdaş sanatı bir araya getirerek disiplinlerarası bir bakış açısı sunmaya da niyetleniyor.

Hal böyleyken bize de, Germen ile Burdur Ağlasun ilçesinin 7 km. yakınına düşen Sagalassos’un izlerini bu kez sözlerimizle bitiştiren özel bir görüşme düşüyor. Germen, Sagalassos Vakfı Başkanı Prof. Dr. Münir Ekonomi ile yaptıkları işbirliği ve kendisinin yaptığı çağrının da neticesinde, bu arkeolojik mirasa devletin yeterince eğildiğini düşünmediği için, bu tür işbirliklerini çok fazla önemsediğinin altını çiziyor. Germen bu minvalde, sanatın, bilimle çok yakın ilişkiler kuran bir alan olduğunu vurguluyor. Kendisi bu vesile ile, yakın zaman önce İstanbul Karaköy’deki Kale Sanat ve Tasarım Merkezi’nde-KTSM 17 imge refakatiyle açtığı küresel iklim değişikliği temalı sergide söyledikleri ile, bu projeye katılan yabancı bilim insanının aktarımlarındaki ortaklığı da vurgulama imkânı buluyor.



Sabancı Üniversitesi’nde Sanat, Fotoğraf ve Yeni Medya alanında öğretim veren Prof.Germen’in  - KTSM’deki sergiyi izleyen bir yabancı akademisyen dostunun da aktarımına göre - , bir sanatçı olarak kendisinin bu türlü üretimi, bilim insanlarının dünyaya aktarması gereken acil bilgilerin, daha çok sayıda insana erişimine imkân veriyor. Bu anlamda da iklimin yanı sıra, arkeoloji biliminin de sanatla işbirliği yapıyor olmasını son derece önemseyen Germen, bununla beraber yine yakın geçmişte katıldığı Aşıklıhöyük içerikli grup sergisine de gönderme yaparak, bu türlü katılımların devamını diliyor. Fotoğraf sanatçısı, akademisyen Murat Germen aslen, bir tür ‘estetik tercüman’lık yapıyor. Kendi içindeki kimi formların, normların, mevzuların Dünya suretinde olup biten medenîliğin, onu çevreleyen kozmolojinin, bunun göndermede bulunduğu uhrevîliğin keşfine büyük bir merakla tekrar çıktığı gibi, bunu hem taptaze görsellerle yapıyor; hem de içinde yepyeni ifadeleri elde etmenin imkânını yakalıyor.

Ve tamamlıyor bizi Germen:
“Bütün hayatımız  şimdi hatırlatmalarla dolu ya… Takvimlerimiz var, bildiriler geliyor… Devamlı uyaranlar var… Biz tüm bunların varlığında, bazen odaklanmamız gereken şeyleri unutuyoruz. Bazen, bence, sanatın görevlerinden biri de bu olmalı… Tüm bu uyaranlar çokluğunda, kirliliğinde ‘Bir dakika, bakın, biz bunları görmüyoruz, gözden ırak şeyler bunlar…’ demesi…



Bu sergi ile bize tekrar hediye ettiğin, sanırım yaratıcı bir merak duygusu…Her zamanki gibi bununla dolu bir sergi çünkü, ‘Sagalassos’un izinde’...

Bir de, şunu da samimiyetle söylemek isterim ki, çok çocuksu bir merak bu. Ben buralara gittim, bir şeyler keşfettim ve sevdiğim insanlara ‘bakın ben böyle şeyler var’ diyebilmem hali aslında.. 

Burada aklî ve kalbî bilgi, içinde bulunduğumuz sergi odalarından birinde, bir gözbebeği ile adayı andırır garip, küresel bir formun sağlı sollu tarafında karşımızda. Bu kesişim, yeni teknik, estetik keşiflere vesile oluyor. Geometri var, ama matematik de, bilim de var. Doğa da (Geo), ölçüm de (Metri) olduğu gibi, sözelliği de, sayısallığı da ihmal etmiyorsun…

O dediğin aklî ve kalbî bilgi meselesi hakikaten çok önemli. Burada, hakikaten o var. Kalben bir heyecan var ve hangi aklî yöntemlerle bu heyecanı sunabilmeliyim ki, karşı tarafta da aynı heyecanı yaratsın duygusu var. Bende heyecan yaratan bir şeyin, izleyicide de aynını yaratması gerektiğini düşündüğüm için, belli kodlar kullanıyorum.

Hem şeytanı, hem avukatı aynı anda duymak istersek, Sagalassos’ta burjuvazi mevcut muydu sence? Yoksa orası bir aydınlar kenti miydi? Çünkü medeniyetten kaçıp, bin 700 metrelik rakımda, ister istemez yine medeniyet üretmiş bir güruhtan söz ediyoruz. Anadolu’da, ‘Küçük Asya’da, Batının, medeniyetin bizde mevcut olduğunu bağıra bağıra aslında zaten bizde mevcut olduğunu söyleyen bir sergi… Kim bunlar?

Burjuvazi burada var diye düşünüyorum. Waltens’in yazdığı metinlerde, Pisidiyalılar adına, itaat etmekte zorluk çeken bir halk olduğunu söylüyor. Burjuvazinin de biraz, hali, vakti yerinde olmaktan kaynaklanan bir hali vardır, değil mi? Kendini bir yere varmış görür ve kendi dünyasını kurmak ister ve belki benim bu ‘Sagalassos Gezegeni’ fotoğrafımda da anlatmaya çalıştığım gibi, kendine özel bir yer kurmaya çalışır. Bir de, buradaki ‘gösteri merkezi’ olarak tanımlayacağımız anfi tiyatronun, diğerlerine kıyasla biraz daha büyük olduğunu görüyoruz. Buradaki gösteri meselesi adına, farklı coğrafyalardan insanların sırf bu gösteri meselesini izlemek adına gelebildiklerini tahmin ediyorum. Ve, bu meseleye de girdiğiniz zaman, bazı sorunların zaten halledildiğini düşünebilirsiniz. Açlık yok, veba yok, baş etmen gereken çok ciddi ölçekte sorunlar yok. Bu da bir şekilde zaten burjuvazinin oradaki varlığına denk geliyor. Burjuvazi genellikle sorunlar aşıldığında ortaya çıkan bir şeydir zaten. O vakit başka şeylerle uğraşırsın. Aslında kökeni kent olan bir kelimedir bu. Artık orada ürettiğin, tükettiğin ve satarak yeniden üretebileceğin şeyler üzerine düşünmeye başlarsın. Burjuvazi de zaten öyle doğuyor. Artık bir kent sakini değil, kentsoylu olarak, onu yaratan değerleri satmaya yönelik bir zümreye dönüşmüşsündür ki, bence burada öyle birtakım değerler var. Kullanılan malzemelere, mimarinin kalitesine bakıyorsun, burada hakikaten öyle özel bir şeyler var…



Rölyeflere, sütunlara bakıyoruz, gereksinimlere bakıyoruz, bunlar daha zamana dayalı, ruhani olan şeyler. Bir de buradaki gereksinimlerin ekonomisine baktığımızda, bu yapıların, yapıtların ne kadar acil, ne kadar adil olduğunu düşünmeden edemiyoruz. Kent nedir, taşra nedir… Çünkü burası taşra ise, iyi, ben de taşralıyım... Çünkü 21’nci yüzyıl kaydına bakıyoruz, göğü, suyu insanı ‘temiz’, izole, temiz oğlu temiz bir tüketicinin pazarlandığı bir kapitalist dünyada yaşıyoruz. İyi de, Sagalassos bunu çoktan başardıysa, neden buraya kadar gelmişler ve nereye gitmişler sorusunu sormadan edemiyor insan…

Bir de, hem halkın kendi karakterinden dolayı bunu sürdürebilmişler; burası hep Pisidiyalılar’ın olmuş… Şimdi Venedik’i düşünelim… Kendini yüksek yapılaşma, betonlaşmadan korumuş son konum. Venedik dışına çıkabilmen için tekrar geri dönmen lâzım. Bu hali korumak için de bayağı ciddi bir yatırım gerekiyor; e bunu sağlayabilmen için de bayağı zengin bir zümre olman gerekiyor ki, Sagalassos da bence böyle bir yer. Hakikaten zengin bir yer. Bu ücralığı, yalnızlığı, bağımsız hali sürdürebilmek, ancak zengin bir halkın yapabileceği bir şey diye düşünüyorum. Tabii spekülasyon yapıyorum… Ama senin bu değinin ile daha önceki röportajlarda da açılmamış bir boyut açmış olduk.  Bu yeni bir bakış oldu bana göre.

Yine bugün, alıştığımız şekilde bilginin ve ilginin nakli açısından baktığımızda, medeniyetin üremesi ve tüketimi adına klasik refleks, ‘yap-boz’ mimaridir. Parça parça üretilmiş, eklektik bir mimari bilgi var burada. Dolayısıyla belki buraya gelmiş insanlar, hem buranın işçisi, hem de davetli sakinleri de olmuş olabilir… Bu da bir sosyoloji ve ekonomi, bambaşka bir sanat anlayışı üretir Sagalassos’ta…

Bir de, dediğin gibi buraya gelen insanların farklı farklı nesil veya türden olanları da gelmiş gitmiş olabilirler. Örneğin Antoninler Çeşmesi’nin başlıklarına bak, Korint usulüdür. Veya öteki başlıklar İonik, ikinci bir çeşmeye baktığında ise Dorik olduğunu görürsün. Bu da demek olur ki, her türlü stili ile, burasının varsıl bir yer olduğunu gösteren, işte bu. Ekonomisi iyi durumda olmayan bir yer, kozmopolit de olamaz. İlla ki ekonomisi iyi durumdadır ki, orası kozmopolit olmuştur.

Yine aynı şekilde bir yerin kozmopolitliği, oranın demokrasi seviyesini de yansıtır. Bu da bize ‘soylu’luğu, ‘soysuz’luğu burada gördüğümüz şekliyle, yeniden düşündürür.

Evet, liman kentleri de öyle olur ya… Her ne kadar suyun yanında olmasa da, burası bir liman kenti rahatlığında gibi görünüyor.

Bu noktada da insan buranın sermayesinin veya sermayelerinin vaktiyle neler olduğunu düşünmeye koyuluyor. İklim, flora, fauna, sessizlik veya izolasyon…

Bir de uzakdoğu felsefesinde de tecrübe edilen bir deneyim vardır hani; belli bir yere odaklanırsın, ödünç peyzajlar denir… Bakarak yoğunlaşırsın… Sergide de baktığımız, vadiye bakan peyzaja da belli bir süre odaklanarak pekalâ başka dünyalara gidebilirsin.

Sütunların işlevi üzerine belli bir fikrin var mı? Tamamen sesli düşünüyorum. Örneğin bir tanrı veya tanrılara bağışlanmış canlı-cansız unsurlar, ya da bir tören esnasında sütun tepesinin dev bir fener gibi kullanımı gibi…

Meselâ anfi tiyatroda dev bir gösteri esnasında, bu yerleşimdeki sütunlara bir meşale, dediğin gibi çok şık olabilir. Zarar da vermez. Taş zaten.. O anlamda sembolik bir şeyler için de kullanılıyor olabilirdi.

Sergideki görsellerden birinde, bize aynı yapı ve manzarayı hem renkli, hem siyah beyaz sunarak nostalji ve hakikati, anıtsallığı ve kanıtsallığı bitiştiriyorsun. Bu yönüyle kentteki mimari unsurların boyalı olup olmadığını merak ettin mi? Bu benim hemen tüm antik buluntularla ilgili küresel bir merakımdır zaten...

Ben bu bölge hakkında iki gün kadar süren bir araştırmada renkle ilgili bir unsura rastladığımı hatırlamıyorum. Ama direkt, Atina’ya geri dönüp, Parthenon veya Atina Stoa’sı hakkında düşününce, onların boyalı olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu düşünüyorum, çünkü Parthenon bir örnek mekân. Birçok antik mimari mekân orayı örnek aldı. Meselâ orada Yunanca caryatid denen, mimari sütunlar vardır. Bunlar hem kadın heykeli olup, aynı zamanda da sütun görevi görmektedir. Ve o parthenonun boyalı olduğunu bu yüzden, çok ciddi bir şekilde biliyoruz. Senin buradan söylediğin şeye bir katkı yapmak isterim. Benim bu ören yerlerinde çok sevdiğim bir şey vardır. Birçok şey ‘nâtamam’dır. Bu sende ciddi bir imgelem tetiklemesi yapar. Burası hakkında bir fikir ve intiba geliştirmek istersin. Bunun tersi olarak da, Atina stoası yüzde yüz tersi şekilde, rökonstrüksiyonu yapılmış bir yerdi. Tabii çok açık bir şekilde söylemeliyim ki, hiçbir heyecan duymadım. Birisi artık benim yerime bilmeceyi çözmüştü. O yüzden buradaki bu ‘nâtamam’ hali çok seviyorum.



Sergideki panoramalar üzerinden şuna gelelim. Günümüzde herkes birbirine ilettiği ‘konum’un varsayımsal hakikatiyle yaşıyor. Burada gördüğümüz antik panoramaların da ürettiği hakikat, sana ne ifade ediyor? Sen bir makine değilsin neticede…Peki konum, konumuz, konumumuz nedir, nerede duruyoruz, nereye gideceğiz? Biliyorum, çok basit sorular bunlar ama… işte…

Eyvallah çok güzel bir noktaya geldin… Biz bugün ‘buluntu imge’yi çok fazla kullanıyoruz. Bunu kullanarak iş yapan çok fazla insan var. Teleskopları kullanan bilim insanları olduğu gibi, bu imajları temel alan genç sanatçılar da mevcut. Dediğini bu yüzden de gayet iyi anlıyorum. Bu konuda da daha önce bir iki metin kaleme almıştım hatta. Sen üretemeyeceksen ama bir heyecan duyuyorsan, ayrıca bir telif sorunu da olmadığı sürece, varolan bir imgeden faydalanırsın. Ben, imge üretmeyi seviyorum. Dediğin gibi ben, dokuz kafalı bir Google kamerası değilim, ben tek kafalı bir insan gözüyüm. Ve elimde de bir cihaz var, onu farklı yerlere doğrultuyorum. Ama Google gibi, her zaman 360 dereceye doğrultmuyorum.

Ben de yaptığım eyleme şöyle bakıyorum: Günün birinde, hatta ben yok olmadan bile bu fotoğrafların ‘içine girip’, kendi Google Earth görüntülerimi yaratıyorum diye bir savım var. Onlar birikiyor, yedekliyorum. Hatta bazen kendi imge arşivim içine girip, orada bir arkeoloji yapıyorum.  Hatta ben hayattan göçtüğümde de, birilerinin erişimine açık bir arşiv oluştuğunda, yine aynı şey olacak. İçlerinde dolaşabilecekler. Buna küresel olarak da bakabilecekler. Dolayısıyla ben de kendi coğrafyamda kendi Google Earth dünyamı oluşturuyorum diyebilirim. Bu yüzden de buluntu imge kullanacaksam da, kendi buluntu imgemi kullanayım diyorum.

Arkeologların tarihte kazı alanlarına desen defterlerine götürmeleri misali, senin de gittiğin konu kazı bölgelerine desen gibi ‘bulanık’lığı götürdüğünü düşünürüm. Herşey yüzde yüz doğru değildir. Kendini göstermez ama yüzde yüz gölgede de, aydınlıkta değildir. Bu tercihli arızalar, senin yaratıcılığına da besin kaynağı gibidir. Aynı zamanda izleyici de bundan tahrik olur, ne dersin?

Haklısın, aynı zamanda öyle çoklu bakmaya ve imge elde etmeye çalışmanın şöyle bir avantajı oluyor, bir şeyi gördüğümü sanıp belge üretiyorum; onu daha kapsamlı bir şekilde üretirsem, ki drone ve panorama fotoğraflarında bu daha çok olur; onları işleri işlerken görmediğim yeni yeni katmanlar görüyor, keşfediyorum. Bazen de, basıldıktan sonra birileri bana gelip, bunu görmüş müydün diyebiliyor… Demek ki ne kadar zengin bir dünya üretiyorsun ki, imge üreten sen olmana rağmen, çekerken görmediğin bir şeyi işlerken görmüyorsun; işlerken görmediğin bir şeyi sergilerken görmüyorsun.

Bilerek, bilmeyerek bu serginde ve bir çok serginde senin grafik sanatına, baskıresim kültürüne atıfta bulunduğunu düşünüyorum, ne dersin?

Haklısın, sanatçı, mimar dostum Nevzat Sayın’ın ofisiyle yaptığı sergi ziyaretinde de konuştuğumuz bir şeydi bu. Nevzat da öyledir, sen de öylesin. Seçtiğin kelimeleri dikkatle seçiyor, onların belli bir anlamı olduklarına inanıyorsun. Bazen de onların ötesine geçip, yeni anlamlar getirmeye çalışıyorsun. Bu bir gramer yetisi. Sen burada, gramere değer verdiğin için onlarla uğraşıyorsun, kendi aralarında kurdukları ilişkiyi çözmeye çalışıyorsun. Burada da benim yapmaya çalıştığım o aslında. Temel, asal elemanları belirleyip, onların arasındaki ilişkileri anlamaya çalışıp, onlar üzerinden yeni cümleler kurmaya çalışıyorum. Aslında yapmaya çalıştığım şey bu. O yüzden de senin dediğin boyut çok önemli. Temel grafik noktaların burada yerli yerinde durması önemli. Çünkü bir çıkış noktası oluşturuyorlar.

Belki de bugünkü dünyada bu gördüklerimiz eksildiği, yaşlandığı için, biz çok şanslıyız.

Bir de şu boyutta bakalım: Geçmişte çok sevip, saygı duyduğum (Vâlâ Nureddin’in Eşi) Müzehher Va’Nu Teyze’nin 50 senedir ufak tefek müdahalelerle, tamirlerle kullandığı General Electric buzdolabı vardı. Şimdi evinde, iki üç seneden fazla kullanabileceğin neredeyse hiçbir şeyin yok. Bunu yapmak zorunda kalıyoruz. Bir yerde iki üç seneden bahsediyoruz; burada ise binlerce seneden bahsediyoruz. Burada, gözümüzün önünde bunlara baktığında bu ciddi bir ders niteliğinde. Senin günler, aylar ve yıllar içinde tükettiğin şeylerin varlığında, binlerce yıldır yaşanan bir oluşum var. İnsan buradan bir ders çıkarmalı.