Müslüm Kabadayı: Milliyetçilik ve dincilik, birbirine bağlı insanları her zaman bölmüştür
'Farklı Coğrafyada Üretenler' ve 'Yeniden Hayal Kurabilmek' kitapları Klaros Yayınları tarafından yayımlanan Müslüm Kabadayı ile kitaplarını ve göç olgusunu konuştuk.
Edip Yeşil
DUVAR - Araştırmacı yazar Müslüm Kabadayı'nın 'Farklı Coğrafyada Üretenler' adlı anlatı kitabı ve 'Yeniden Hayal Kurabilmek' adlı öykü kitabı Klaros Yayınları tarafından yayımlandı.
“Dünya genelinde başat sorun olarak değerlendirilen göç ve göçmenliğin bugün birincil sorumlusu kapitalist-emperyalist sistemdir. Eğer Irak’a, Suriye’ye, Afganistan’a ABD’nin başını çektiği bu sistem işgali ve savaşı dayatmamış, bu ülkelerdeki enerji, tarihsel ve kültürel, hatta uyuşturucu kaynaklarını sömürmemiş olsaydı, bugün Türkiye’de resmi kayıtlara göre 6 milyonu, gerçek sayılarla 8 milyonu aşkın göçmen olmayacaktı. İkincil sorumlu olanlarsa, bu sistemin uşağı, taşeronu olan yönetimler, işbirlikçi sermayedir. Diğer sorumluların payı ise devede kulaktır” diyen Kabadayı ile kitap çalışmalarını, göç ve göçmenlik olgusunu konuştuk.
1999'dan bu yana yayımlanmış 19 kitabınız var. Birçok kentte söyleşi, panel ve sempozyuma katılarak bildiriler sundunuz. En çok da "emek edebiyatı" ile "göç edebiyatı" üzerinde durdunuz. Suriye, Ürdün, Lübnan, ABD, Almanya ve İsviçre'de kültür-edebiyatla ilgili sunumlar gerçekleştirdiniz. Ama önce her şeyin başladığı yere, Yayladağı'na gidelim...
Türkiye’nin en güneyinde yer alan Yayladağı, çocukluğumun geçtiği plato. Bu platonun bir yanında, tarlalarımızın bulunduğu Alacamağara’dan gördüğümüz ve Akdeniz’den yükselen mitolojik adıyla Cacius, Arapların deyişiyle Cebel-i Akra, Türkçesiyle Keldağ var. Diğer yanında da küçük dağ ve tepelerin arasında kurulu köyler ve köylülerin tütün, tahıl, zeytin, meyve-sebze üretimi yaptıkları tarlalarla bahçeler yer alır. Dolayısıyla küçük meta üretimi yapılan Yayladağı coğrafyasında geçim zor olduğundan, özellikle 1960’tan sonra Antakya-İskenderun’la yurt dışına göç hızlanmıştır. Yayladağı’nda kalan toprağa bağlı insanlar da ekmeğini taştan çıkarırlarken, okumaktan başka olanakları bulunmayanlar da eğitim dünyasında yol almışlardır. Komşu köyümüz Hisarcık’tan yetişen şair Ali Yüce vd. Köy Enstitülüler başta olmak üzere Yayladağlı eğitimciler ülkenin her tarafına dağılmışlardır. Onlardan biriyim ben de. Düziçi Köy Enstitüsü’nün devamı olan İlköğretmen Okulu'nda parasız yatılı okuma olanağı bulamasaydım, eğitim-edebiyat-sanat ve toplumsal-sınıfsal mücadelede bugüne kadar yürüdüğüm yola belki de hiç çıkamazdım.
'YAŞAMDAN BESLENMEYEN HİÇBİR YAPIT, DÜŞÜNCE VE GÖRÜŞ GELECEĞE TAŞINAMAZ'
Gerek öykü, anı gerekse diğer tür metinlerinizde yaşamla içe içe, yaşamdan beslenen bir yazar profili görüyoruz. Adeta hayatın atardamarı gibi... Bu bilinçli bir tercih mi? "Halkçağı" Ali Yüce'yi de besleyen bir coğrafyanın parçası olmanın katkısı var mı?
“Hayatın atardamarı” saptaman çok yerinde Edip dostum. Bu senin için de geçerli bir durum. Çünkü biz, gerçekçi edebiyatın, sanatın toplumcu damarını sürdüren insanlarız. Yaşamdan beslenmeyen, eylemle deneyimlenip yeniden ve daha gelişkin olarak üretilmeyen hiçbir yapıt, düşünce ve görüş geleceğe taşınamaz. Bu diyalektiği insanın evriminde ve toplumların gelişiminde de görürüz. Edebiyatımızda Nâzım Hikmet’ler gerçekçi sanatın toplumcu damarını beslemeselerdi, Ali Yüce’ler 'Halk Çağı'nı yazamazdı; Ali Yüce 'Şeytanistan' romanını yazmasaydı, ben o toprakları yeniden yoğurup toplumcu gerçekçi öyküler üretemeyebilirdim. Böylece 'Salkım Saçak Keldağ'dan başlayarak coğrafyamızın öykü tomurcuklarını, ulusal ve evrensel edebiyatın bahçesinde çiçek açtıramazdım. Yaprak dökmeyen ağacın olmadığı topraklar, çoraklaşır. Bu açıdan Doğu Akdeniz coğrafyamız, zeytin ve defnesiyle çoraklaşmayacaktır. Bu coğrafyanın insanı da Sabahattin Yalkın’ın imgeleştirdiği 'A-ş-kdeniz'iyle yüreğini harlayacaktır.
Her dem üreten insanların yetiştiği toplumlarda da kimse kimsenin önünü kesmez. Ortakça üretmeyi ve paylaşarak çoğaltmayı mutluluk kaynağı olarak görür. Bu amaçla üretiyor olmaktan hep sevinç duydum; yapıtlarımızın niteliği ve geleceğe taşınmasını ise, başkalarının takdirine ve zamanın diyalektiğine bırakıyorum.
Son iki eseriniz üzerinden devam edelim. 'Yeniden Hayal Kurabilmek' adlı öykü ve 'Farklı Coğrafyalarda Üretenler' adlı söyleşi, röportajlardan oluşan iki kitap... Önasya Öyküleri olarak adlandırılan kitabınızda yer alan ve aynı zamanda kitaba ismini veren öykünüzde göç olgusu var. Aylan Bebek'in kıyıya vuran cansız bedeni geliyor akıllara. Coğrafya kader midir?
Dünya genelinde başat sorun olarak değerlendirilen göç ve göçmenliğin bugün birincil sorumlusu kapitalist-emperyalist sistemdir. Eğer ABD’nin başını çektiği bu sistem, Irak’a, Suriye’ye, Afganistan’a işgali ve savaşı dayatmamış; bu ülkelerdeki enerji, tarihsel ve kültürel, hatta uyuşturucu kaynaklarını sömürmemiş olsaydı, bugün Türkiye’de resmi kayıtlara göre 6 milyonu, gerçek sayılarla 8 milyonu aşkın göçmen olmayacaktı. İkincil sorumlu olanlarsa, bu sistemin uşağı, taşeronu olan yönetimler, işbirlikçi sermayedir. Diğer sorumluların payı ise devede kulaktır.
'Farklı Coğrafyalarda Üretenler' adlı kitabımda söyleşi yaptığım 20 kişinin, edebiyat-sanat-eğitim-bilim alanlarında kendilerini var eden üretici-yaratıcı insanlar olduğunu belirterek, daha çok siyasi baskılar nedeniyle ülkeyi terk ettiklerinin altını çizeyim. 'Farklı Coğrafyalarda Üretenler', bir söyleşi-röportaj kitabı olmakla birlikte “Giriş” bölümünde ileri sürdüğüm bir tezi var: “Nasıl ki tarihin değişik dönemlerinde Fergana Vadisi’ndeki, Soğdlardaki, Mezopotamya’daki, Fenikelilerdeki, Maya’daki gelişkin kültür ortamını, o dönemlerin göçmen kavimlerinin kaynaşması gerçekleştirdiyse, geleceğin ‘ortak yaşam kültürü’nü de ‘yaratıcı-üretici göçmenler’ hayata geçirebilir.” Bu açıdan baktığımızda, farklı coğrafyalardan ülkemize zorunlu ya da isteyerek göç edenler arasında bu özellikleri bulunan “yaratıcı-üretici insanlar”ı gecikmeden bulmalı, onlarla “ortak yaşam kültürü ortamları” oluşturarak göçmen düşmanlığının önüne geçecek ve göçmenlerin de ne yapmaları gerektiği konusunda örnek teşkil edecek etkinlikleri başlatmalıyız.
İbni Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözünün olgusal açıdan gerçekliğinden söz edebiliriz. Ancak, yaratıcı-üretici insanlar olgulara teslim olmazlar. Coğrafyanın kaderini yazarlar. Bunun verimi kısa dönemlik de olabilir, insanlığın kaderini değiştirecek güçte ve uzun erimde de gerçekleşebilir.
''FARKLI COĞRAFYALARDA ÜRETENLER'İN İKİ TEMEL AMACI VAR'
Göç olgusundan devam edelim. 'Farklı Coğrafyalarda Üretenler' kitabınızda gerek siyasi gerek ekonomik, gerekse farklı nedenlerle Avrupa'ya göç etmek zorunda kalan ve göç ettiği yerde yaşama tutunma, üretme çabasında olan Türkiyeli yazar, sanatçı, aktivistlerle söyleşi ve röportajlar gerçekleştirmişsiniz. Bunu yaparken nelerle karşılaştınız?
Çağrıyı gönderdiğim 40 kişiden 32’si olumlu yanıt verdi. Bunun üzerine 13 sorudan oluşan bir metin gönderdim kendilerine. Bazıları, soruları gördükten sonra vazgeçti. Bazıları da zamanlama açısından uygun olmadığını bildirdi. “Kimler yer alacak?” diye soran da oldu, “Türkiye’ye kesin dönüş yaptım” diyen de… Çağrı metninde ileri sürdüğüm koşullardan biri halen yurt dışında yaşıyor olmaktı çünkü. Yurda dönen ya da iki coğrafyada da yaşamını sürdürenlerin sayısı oldukça fazla “yaratıcı-üretici göçmenler” arasında.
Bu kitabın amacını da şöyle özetledim “Önsöz”de: “Bu çalışmanın iki temel amacı var. Birincisi, kitapta yer alanların göç pratikleriyle geleceğe deneyimler aktarmak. Özellikle benzer durumu yaşayan ya da yaşayacak olanların, bu deneyimlerden yararlanmalarını sağlamak. İkincisi de, böylesine mücadeleci ve üretken insanları kaybeden ülkelerin, özellikle yönetim biçimlerini sorgula(t)mak, dolayısıyla yeni “beyin göçü”nün önüne geçilmesi için uyarıcı-sorgulayıcı olmak. Aynı zamanda göç alan ülkelerin ve onların bağlı olduğu Birleşmiş Milletler vd. kuruluşların, bu deneyimlerde görülen eksiklik ve yanlışlarını, ertelemeksizin düzeltmeleri gerektiğine dikkat çekmek.”
Kendi coğrafyasını terk etmek zorunda kalanların başka coğrafyalarda yaşadığı zorlukları, göçün yarattığı sarsıcı yalnızlık duygusunu iliklerine kadar hissettiklerine bir örnek, kitabınızda Murat Altunöz'le yaptığınız söyleşinin şu bölümünde net görülüyor: "Eşim, 4 yaşındaki kızım ve sadece 3 gün görebildiğim yeni doğmuş kızım Türkiye'deydi. Dönmek istedim defalarca ama dönemedim. Kamp süreci bana bu ülkede çok güçlü olmayı, yaşamı ve başkasını umursamamayı öğretti. Çünkü, insanlar yanımda intihar ederken, ben sırtımı dönüp onların ölmesini beklerdim; bunu çoğumuz yapardık. Çünkü, bir kez kırıldı mı insan dönüşü çok zor. Ben ailem için kulaklarımı kapatıp sadece ileriye baktım. İntiharlar olağan şeylerdi orada." Siz de kitabın girişinde "Avrupa, ‘demokrasinin kalesi’ olup Avrupa ülkelerinde insan haklarına ve özgürlüklere büyük değer verildiği bir yanılsamadır" demişsiniz. Açar mısınız biraz?
Bu yanılsamayı açıklayacak çok örnek var kitapta. Alıntıladığın sevgili Murat Altunöz’ün anlatımı gibi çok öykü dinledim Avrupa’da. Dünya’da sosyal demokrasinin kalesi olarak bilinen İsveç ve Norveç’teki silah fabrikalarından krallıkla yönetilen Önasya ülkelerine nasıl satışlar yapıldığından tutun da, Afrika ormanlarının nasıl Avrupa’ya kereste olarak taşındığına kadar... Sokaklarda, metrolarda yaşayanların sayısının giderek arttığı Avrupa ülkelerinde, özellikle Hollanda’da uyuşturucu ve kadın ticaretinin denetimli serbest yapıldığından, müzeleri yağmalanan ülkelerin tarihi yapıtlarının sergilenmesine kadar… Norveç ve İsveç’in kuzeyinde yaşayan Saha halkının, Gröland’dakilerin nasıl dışlandığına dair hikâyeler derledim. Bu halkın toplumsal yönetime katılımının daha yeni olduğunun da altını çizmek isterim.
Türkiye’den İsviçre’ye sürgün giden yazar Halil Gündoğan’ın, mülteci kampında gündeme getirilen “uyulması zorunlu” ikazına ve bazı yasaklara karşı geldiği için mültecilerin geri gönderildiği kampa hemen sürgün edildiğini hatırlatmak isterim. Bu olay 2020’de gerçekleşti, Avrupa’nın savaş yüzü görmemiş demokrasi kalesi olan İsviçre’de. Başka söze gerek var mı bilemiyorum.
'TOPLUM, YARATICI/ÜRETİCİ İNSANLARINI GÖÇERTİYORSA YOK OLMAYA MAHKUMDUR'
'Farklı Coğrafyalarda Üretenler' kitabınızdaki söyleşilerden de anlaşıldığı üzere Avrupa koşullarının mülteciler, sürgünler için çok zor olduğu tartışma götürmez. Ya çürüme ve yok olma ya da kendini kendinden yeniden üreterek yaratma, var olma hali. Yazar Mehmet Uzun'un da sıkça dile getirdiği bir durum. Bu kitabın oluşma sürecinde Batı ülkelerine iltica etmiş çok sayıda sanatçı, yazar, aktivistle bir araya geldiniz, yakından gözlemleme şansınız oldu. Gözlemlerinizi paylaşır mısınız?
Zorluklara karşı direnme gücüyle kolaya, rahatlığa teslim olma zayıflığı kişiye göre değişiyor. Kitapta yer alanların hepsi “zorluklara karşı direnme gücü” öne çıkanlar. Bunların dışında benim doğrudan görüştüğüm kişiler arasında “kolaya, rahata teslim olan” çok az kişi vardı. Ancak başkalarından dinlediğim öykülerde, senin altını çizdiğin “çürüme ve yok olma”nın bataklığına düşmüş kişiler de az değildi.
Avrupa’da kara para aklama işlerine, uyuşturucu ve mafya ilişkilerine bulaşmış, çoluk çocuğunu terk etmiş, politik mücadeleyi bırakıp tümüyle kendini ticarete vermiş insanlardan söz ediyorsak, bunlar 1990 sonrası çoğalmış. Nedenleri gayet anlaşılır. Bir de gerek politik ilişkiler, gerekse etnik ve dinsel bağlantılar nedeniyle Avrupa ülkelerindeki fonlardan destek alarak yer, para tutanlar var. Ne yazık ki bunlar arasında yaratıcı-üretici özellikleriyle öne çıkıp sonradan o ülkelerdeki dernekleri, kurum ve kuruluşları kullananların varlığı, çok rahatsız edici. Burada esas tehlikeli olansa, bu çürümenin Türkiye’ye de yansıtılmasıdır. Bugün Türkiye’de üniversiteler başta olmak üzere birçok alanda gerek akademisyenlerin projeci kesilmelerinde, gerekse dernek-sendika vb. örgütlerin fonlarla iş yapmalarında sözünü ettiğim Avrupa merkezli örgütlerin bu çürü(y/t)en yapılarının ve insanlarının büyük payı söz konusudur.
Her insan ve toplum için risk taşıyan bir olgudan söz edebiliriz. Eğer bir insan kendini ve ilişkilerini yeniden üretemiyorsa, tahıl akarı durmuş değirmen taşlarına benzer. Kendini öğütmeye, parçalamaya başlar. Toplum da öyle; eğer gelişim dinamiklerini kesiyor, yaratıcı-üretici insanlarını göçertiyorsa çürümeye, yok olmaya mahkumdur. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu “çürüme ve çökme hali” bunun ne denli tehlikeli olduğunu göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, ülkesiyle ve emekçi halkıyla bağını güçlendirenler hem kendilerini üretmişler, yapıtlar vermişler hem de dil bildikleri ve çok araştırdıkları için önceden ülkedeki ilişkilerini aydınlatmışlar.
Bu aralar en çok konuşulan konulardan biri de hiç şüphesiz göç olgusu. Göç olgusunun yeteri kadar edebiyatta yer bulduğuna inanıyor musunuz?
Çok geniş çerçeveli bir konu göç olgusu. Özetle göç ve göçmen edebiyatının çerçevesini şöyle çizebiliriz: Kuraklık, buzullaşma, deprem, sel vb. doğa olayları yanında savaş, çatışmalar, yönetim-iktidar mücadeleleri nedeniyle gerçekleşen göçlerin ortaya çıkardığı tüm durum ve olgular, göçmen edebiyatının konusu olmuştur. Destanlar, mitolojiler (efsaneler), şiirlerle anlatılan göç ve göçmen gerçekliği, daha sonra tiyatro, hikâye ve romanların konusu olagelmiştir.
Göç konusu, son yüzyılda edebiyatta çokça işleniyor. Bizim edebiyatımızda köyden kente göç ve yurt dışına emek/beyin göçü, 1950 sonrası öykü ve romanlarımızın önemli konularından biri olmuştur. Bunda Köy Enstitülü yazarların payı büyüktür. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın 'Haçça Büyüdü Hatiş Oldu', Fakir Baykurt’un 'Yüksek Fırınlar' ve Yücel Feyzioğlu’nun 'Uğultu' yapıtları Avrupa’ya göçle ilgili konuyu ve ortaya çıkan sorunları işlerken, kentteşimiz Ayla Kutlu 'Bir Göçmen Kuştu O' ve diğer yapıtlarında Kafkas göçmenlerinin dramını anlatır. Mübadillerin yaşamlarını konu edinen romanlar da son zamanlarda öne çıkmaya başladı. Ferda Bozoklar Ardalı’nın kaleme aldığı 'Düşlerde Kalan Girit/Eleni' ile 'Eleni’nin Kızı Halime' romanları Girit’ten İzmir’e göçertilen insanların dramlarını, hatta trajedilerini ele alır. Ancak, son on yılda ülkemizi derinden etkileyen Suriyeli, Somalili göçmenlerle ilgili yeterince yapıt verildiğini söyleyemeyiz. 'Yeniden Hayal Kurabilmek' kitabımdaki Önasya öyküleri, bir bakıma bu boşluğu dolduruyor. Sadık Güvenç arkadaşımızın yeni yayımlanan 'Alçağın Teki' kitabındaki öykülerin çoğu, bu alanla ilgili.
Son dönemde gerçekleşen göç olaylarında yaşanan büyük dram ve trajedilerin şiirleri, romanları yazılacaktır kuşkusuz. Aylan Bebek’le ilgili şiirler, öyküler yazıldı, hatta müziği yapıldı. 'Yeniden Hayal Kurabilmek' öykümde de işlenmiştir. Ancak, daha büyük yapıtlara ihtiyaç olduğu aşikardır. Günümüzde dijital aygıtlarla amorf hale gelen insan, duyarlığını yeniden güçlendirmek için daha çok yapıtın ortaya konması gerekir.
'Yeniden Hayal Kurabilmek' kitabınızda yer alan Çölgelini isimli öyküde, Suriye'nin Tedmur'da bulunan Antik kent Palmira'nın yağmalanışını ve öykü kahramanı Kazıbilimci Halid'in yağmacılara karşı cesurca direnişini anlatmışsınız. Roma İmparatorluğu'na karşı direnen Palmira kraliçesi Zenobya, Roma askerleri tarafından zincire vurularak onursuzca teslim alındığında rivayet odur ki insanlığa, “Uygarlığın gücü er ya da geç güç uygarlığını yenecektir” şeklinde seslenmiştir. Öykü kahramanı Kazıbilimci Halid ve Zenobya arasında bir bağ kurmak mümkün mü, nasıl bir bağ kurulabilir?
“Çölgelini” ya da “Çölüngelini” olarak yayımlanan bu öykü, şahsen tanıma olanağı bulduğum yurtsever bir Arap bilim insanına beslediğim vefa duygusunun bir ürünüdür. 2002’de Palmira’yı ziyaretimde tanıdığım Kazıbilimci Halid Esad, o zaman 70 yaşındaydı. 2015’te DAİŞ tarafından yaşamını adadığı Palmira’da öldürüldüğünde 83’ündeydi ve gösterdiği cesaret ile belleklere kazındı. Beş bin yıllık tarihi eserlerin, tapınakların, heykellerin yerle bir edildiği görüntüleri izleyince dehşete kapılmıştım; hele güzel insanın cesedinin sütuna asılmış haline baktığımda beynimden vurulmuşa döndüm ve insanlığımdan utandım. Bu öyküyü yazarak, emperyalistlerin beslemesi katil sürüsüne karşı olduğu kadar işgalci devletlere yönelik tavrımı, duruşumu ortaya koymaya çalıştım. Böylece Kazıbilimci Halid’le aynı safta olmaktan onur duydum.
Öyküde de Zenobya ile kurulan bağın bunu anlattığını düşünüyorum. Yine de okumayanlar ya da tarihsel olguyu bilmeyenler açısından açıklama yapmakta yarar görüyorum. Palmira Kraliçesi Zenobya, M.S. 3. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun işgalci ordusuna kafa tutmuş, bilime-sanata önem veren yönetimin yarattığı güçle bu orduyu iki kez ülkesinden def etmesini bilmiştir. Üçüncüsünde çok daha büyük bir ordu karşısında yenilince söylediği bu söz, haklı olanla güçlü olan çatışmasının aslında neye evrilmesi gerektiğini işaret eder. Gerçekler devrimcidir ve haklı olan tarihin bir başka döneminde güçlüyü yener. 21. yüzyılda Kazıbilimci Halid’in 83 yaşında işgal ve yağmaya karşı boyun eğmemesi bunun somut örneğidir.
'İNSANIN EŞİTLİK İÇİNDE YAŞAMASI İÇİN MÜCADELE ETMEYEN HİÇ KİMSE GERÇEK ANLAMDA AYDIN VE SANATÇI OLAMAZ'
Her iki kitabınızda da yoğun olarak göç olgusunu işlemişsiniz; söyleşimiz de ağırlıkla bu güncel konu üzerinde oldu. Göç zorunlu olmadıkça hiç kimsenin tercih edebileceği bir durum değildir. Özellikle emperyalist kuşatma altında olan bölgemizde eksik olmayan savaşlar göçü zorunlu kılıyor. Suriye'de kirli savaşa karşı duran ve toprağını terk etmeyen onlarca sanatçı öldürüldü. Ghawwar Tavşi tiplemesiyle yakından bildiğimiz sanatçı Duraid Lahham bir televizyon programında sunucunun sorduğu "Ölümle tehdit ediliyorsunuz sürekli, bu toprakları terketmeyi hiç düşünmediniz mi?" sorusuna karşılık verdiği yanıt, "Siz hiç toprağından göç eden ağaç gördünüz mü? Ağacı topraktan ayırırsanız o ağaç kurur. Vatan topraktır biz ise ağaç" olmuştur. Aydının, sanatçının savaş ve göç karşısındaki tavrı ne olmalı sizce?
Bu soru üzerinden yurtseverlikle milliyetçilik arasındaki farkı sosyalist açıdan değerlendirmek istiyorum. 1750 yıl önce ülkesinin bağımsızlığı ve topraklarının korunması için mücadele eden Zenobya ile 2015’te Palmira’nın yağmalanmasına karşı ölümü göze alarak direnen Halid Esad’ın aynı milliyetten, dinden olduklarını söyleyemediğimize göre farklı dönemlerde aynı topraklar için ölen insanları ortaklaştıran değer nedir? Kuşkusuz, kendilerini var eden topraklardaki saçaklarıdır. Bu, yaşadığı ve yurt kurduğu toprağa duyulan vefa borcunun eyleme dönüşmesidir aynı zamanda. 1915’te Çanakkale’de İngiliz işgaline karşı savaşırken toprağa düşen Rum doktorla benim dedelerimden Abdullatif’i bir araya getiren ne dindir ne de milliyet. Onların yurt sevgisidir. Hitler faşizminin Avrupa’yı kasıp kavurduktan sonra saldırdığı Sovyet topraklarını büyük anayurt savunmasıyla işgalden kurtaran Kızılordu’yu ve Sovyet halkını çelikleştiren, ne dindir ne milliyet; anayurt bilincidir. Bu örnekleri Dünya’nın tüm toprakları için çoğaltabiliriz. Milliyetçilik ve dincilik, toprak-yurt sevgisiyle, emek bilinciyle birbirine bağlı insanları her zaman bölmüştür. Emperyalist-kapitalist devletler, sermayedarlar da bu iki unsuru, o toprakların yer altı ve yer üstü kaynaklarını yağmalamak için ustaca kullanmışlardır. Bu açıdan Irak, Suriye ve son olarak Afganistan’da yaşananlar oldukça öğretici derslerle doludur.
Aydınlar ve sanatçıların, öncelikle kimin aydını ve sanatçısı olduklarına bakmak durumundayız. Dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa, sömürüye, zulme, katliama ve savaşa karşı tavır almayan; insanın özgürleşmesi ve eşitlik içinde yaşaması için emeğin bir sömürü aracı olmaktan kurtarılması amacıyla mücadele etmeyen hiç kimse gerçek anlamda aydın ve sanatçı olamaz. Hele hele 21. yüzyılda az önce dile getirdiğim nedenlerle gezegenimizin yaşam kaynağı olmaktan giderek uzaklaştırıldığı bir dönemde, bütün bu kötülüklerin ana sorumlusu emperyalist-kapitalist sisteme başkaldıran düşünce, edebiyat ve sanat üretmeyenlerin, duruş sergilemeyenlerin omurgalarının olmadığını söylemek, abartı sayılamaz herhalde. O halde, gezegenimizin yaşanabilirliğini korumak için her alanda mücadeleyi yükselten, insanlığın ihtiyaç duyduğu tüm kaynakları üreten işçi ve emekçilerin kurtuluşu için toplumsal aydınlanma çabasına omuz veren aydın ve sanatçılara, her zamankinden daha çok ihtiyaç var.