Mustafa Torun’un ‘Yarası Olan’ı üzerine birtakım mülahazalar
Mustafa Torun'un Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü kazanan ilk şiir kitabı 'Yarası Olan' Mayıs Yayınları tarafından yayımlandı.
Hüseyin Akcan
İkinci Yeni şiirinin ortaya çıktığı yıllarda, (şimdi geçmişe dönüp bu zamansal aralığı saptayabildiğimizi iddia edebiliyoruz) sert bir önerme, her geçen gün ağırlaşıp sertleşerek şairlerin yakasına iliştirilmeye çalışılan keskin bir sav vardı. ‘Kaçış şiiri’ damgası, toplumsal gerçekçi damarın varlığını inşa ettiği sahanın umursamaz bir şekilde ‘reddinin’ yarattığı hınç, hadi öteye taşıyalım, nefret. Mevcut iktidarı görmeyen, soyut ve bireysel yalnızlıkları yücelten bir avuç şair yaftası. Oysa işin aslının öyle olmadığı çok geçmeden fark edilmiş ve sapmanın yarattığı şaşkınlık bugün bir kanon olarak kabul edilmişse de hâlâ bir çatlak vardır.(1) Politik bir çatlak, konser salonunda patlayan tabancanın yarattığı gerilimli atmosfer. Şiirde bunun izini sürmek ve bu izin şairi ele geçirmeden şiirin bedeninden geçmesini sağlamak oldukça güç bir iş, maharet ister.
Mustafa Torun, 'Yarası Olan' (2) isimli şiir kitabıyla, bir ilk kitapla; Arkadaş Z. Özger 2021 Şiir Ödülü almış bu eserle, tam da bu izin tehlikeli sınırları arasında gezinmekte gibi. Kitapta yer alan pek çok şiirin başında, yani şiirin kapısından içeri girmeden evvel farklı yazarlardan alıntılar karşılıyor okuru. Tabii burada bir itiraz yükseltip alıntıyı da şiire dahil saymak, onu bütünden koparmamak gerekir gibi bir önermeyle de karşılaşmak muhtemeldir. O halde tam da o itiraz noktasından okumaya çalışmak gerekiyor Torun’u, Benjamin’in daha önce işaret ettiği tehlikeyi, alıntıların bizi kanaatlerimizden etmesi tehlikesini de aklımızın bir yanıyla diri tutarak yaklaşmak gerekiyor metne. Seçeceğim alıntı Cesar F. Auden’den “ziyaretler- kabir ziyareti” şiirinin başına konulmuş şu söz: "geriye bir tek öfkemiz kaldı." (Sy.71)
2000’li yılların şiir anlayışında ufaktan sezdirilmiş ama belki de 2010 sonrası şiir anlayışına daha yatkın bir yerden yaklaşmalıyız metne. Diri tutmamız gereken yer, mücadele etmemiz gereken alan olarak şiir; şiire bu anlamları yüklemek, onu kendi ağırlığından azade kılarak içini bir öfkeyle, yaratıcı mı bilinmez bir öfkeyle donatmak tehlikesinden söz açmak niyetindeyim. Ve hatta şu önermeyi peşin olarak masaya sürüyorum: Torun'un şiiri, yakın dönem Türkiye’sini bir analize tabi tutan, oradan, içine düştüğü karanlığı, Turgut Uyar’ın “karanlığı yitirdim” haykırışında anlam bulan yaratıcı ve arzu edilen karanlığı değil, boğucu ve tekdüze olan karanlığı yırtma, parçalama çabası olarak okunabilir. Bu nedenle incelemeye başlangıçtan veya sondan değil, her zaman ve çoktan içinde bulunduğumuz yerden, ortadan, şimdiden başlayalım. “bir benzeyiş hikayesi” isimli şiirde yer alan, otobiyografik ögelerin de baskın olabileceği bir yerden, çok çiğnenmiş o patikadan, baba-oğul hikâyesinden, “sen hâlâ sana benzeyeceğimi umuyorsun” (Sy.44) diye başlayan, hikâyeye tam da ortadan giren bir yerden... Başta söylemiştim, bir panorama ortaya koyuyor Torun; baba ile oğul arasında salınan gerilim, devlet ile tebaa arasında kurulan bağ, yüceltilen bütün eril özneler ile çatışmayı işaret ediyordur bir bakıma. ‘Umuyorsun’ sözcüğünde beliren anlam çok geçmeden anlayacağımız üzere umut edilen şeyi yere çalmaya hazır şairin ironisini de açık eder.
“Hey gidi sevgili baba ürkmeden nasıl memleket denir” (Sy.45) dizesiyle benzeyiş ortaya konulur bir bakıma. Baba devletle özdeş bir iktidarken ona karşı gelmek, toplumsal yasaların kökleşmiş kötücüllüğüne de karşı gelmektir. Fallus giyotine şöyle gönderilir: “hey gidi sevgili baba artık kadınlık dinine girmeliyim” (Sy.46). Bu dizeler tam da işaret etmeye çalıştığım, karanlığı yırtma denemelerinden biri sayılabilir pekâlâ. Benzeyiş hikâyesinde var olan şey oğulun zaferi değil hayır; ‘toplum çöküntüsünün’ babada yarattığı hayal kırıklığı, değiştirilemeyen gelenekten sapmanın zarafetidir. Nitekim şiir şu dizelerle kapanır içe doğru: “babama benziyorsun yakınların en yabancısı ülkem/ al şimdi bu benzeyişle ne yapacaksan yap”. (Sy.47)
Bu benzeyişle ne yapılabilir, bu benzeyiş bize neyi işaret ediyor olabilir? Ortadan başladık evet, o halde başa dönelim, şiirin girizgahına, 'niçin benziyoruz'a, neden bu benzerliği yıkamadığımıza.
Biraz önce bir şeye işaret etmeye çalışmıştım. Şiiri bilinmez bir öfkeyle donatmak tehlikesinden. Torun şiirlerinde, bu tehlikeli eşiğin farkında olan bir bakış bulunduğunu iddia edeceğim. 2010 sonrası şiirde ve özellikle yakın zamanda çıkan şiir kitaplarında da rahatlıkla izini sürebileceğimiz, öfkeyi diri tutma haline dikkat çekmeye çalışıyorum. Sadece Naile Dire veya Tuba Bozkurt’ta değil, (ki Bozkurt’un ironik kitap ismi geliyor aklıma, “kontrollü patlama”) bir toplumsal bellek inşası olarak her zaman ve her yerde var olan ve şiire alan açan bir yere varmak istiyorum. Bu yüzden belki de şiirin ilk bölümü “Lanetin adresi bilinmeli” başlığını taşır. Bir iz bırakmak, bir tespit yapmak, bulunduğu zamanı ve yeri işaretlemek, bir bellek inşa etmek hali vardır burada. Evet, lanetin adresi bilinmeli diye başlayan kitap ilk şiirinde bu adresi de mimler. Bir uyarı başlığı taşır ilk şiir, isim kulakta küpe olmalıdır: “Merhamet ihtimaline karşı”. Kastettiğim şey tam da buradan neşet ediyor, geriye kalan, tek kalan, yaşama biletimiz; öfkemiz. O yüzden uyaran bir dille başlar kitap ve fail çoktan işaret edilmiştir.
“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkardı bizi soksun” dan “insanı yaşat ki devlet öldürsün bu bir” e varan çizgi çok hızlıdır bu nedenle. Şiirin sonlarına doğru merhamet ihtimaline karşı bir savuşturma, merhameti ortadan kaldırma hamlesi olarak da şu dize gelir: “hepimiz ölüleri gördük” (Sy.11). Demek müşterek bir faillik durumuna da dikkat çekmektedir artık şiir. "Hepimiz ölüleri gördük"te beliren anlam, öyle kolayca göz ardı edilebilecek bir olgu değildir. Sanal çağın gerekleri, ışık hızında yayılan cinayet ve katliamlar da akla gelmelidir belki de. Yaşadığımız çağ bizi hiçbir suçtan ari kılamaz çünkü en basit haliyle seyircisiyiz yaşamın ve bu seyir hali suç mahalline dönüşen her yerde müşterek failliği de beraberinde getirir. Bu nedenle belki de “Kimlik Kontrol” diye başlayan ikinci şiirin ilk dizesi artık o faillik durumunu parçalamaya ve yüzleşmeye bir çağrıdır aynı zamanda: “ölüleri konuşmalıyız”.(Sy.12)
Bu çağrının şiirin dizelerinden dökülmesi, bir patlamanın yakınlığına işaret eder. Konuşmalıyız da muhatap kimdir? Kiminle ve nasıl konuşmalıyız? “Dininizi konuşmalıyız şerrinizi/ cesetler yediğiniz mabedinizi”de bir taslak çizilmiştir evet, ama yeterli midir bu? Pisliğin konuşulacağı mahalleler bir ülke sathına yayılmamış mıdır çoktan? Konuşmak, tamam ama hangi biriyle ve nasıl? ‘Türk kasabı’ şiirinden bir alıntıyla açmaya çalışayım:
“Bu kasap ne kasabı kasapları hatırla
Yediklerinde izi kestiklerinde payın
Bindiklerinde sırtın var
-diğerlerini de vurdular-
(…)
At yüreği türkiye kadar bir tükürük” (Sy.16/17)
İçi boşaltılmış bir organdır artık dile gelen. Anlamın azalarak, kayıplarla tümlendiği bir alan. Kasap imgesinde varlık bulan şey, öznenin kendisidir gene. "Bindiklerinde sırtın var" dizesiyle doğrudan ilişkili bir yüzleşme şiiridir bu. Pisliği konuşmaya başlayacaksak önce bütün kimliklerimizden sıyrılmış bir kendiliği muhatap almamız gerekmektedir. 'Ölüleri gördük'ten 'ölüleri konuşmalıyız’a varan çizgi ancak böyle kat edilebilecektir çünkü. İlk kitapta yer alan çoğu şiirde bu izleği görmeye devam ediyoruz, bir kurtuluş ümidi olarak öfkeyi diri tutmak, yatışmak değil aksine uyuşturulmaya karşı çıkmak; bunu önce kendiyle hesaplaşarak yapmak ve bu kendiliğin içinde salt bireysel olanı değil kolektif olanı da görebilmek, onun izini ortaya koyabilmek meselesi kast ettiğim. O nedenle "türkiye kadar bir tükürük" dizesiyle ile karşılaşıyoruz belki de.
Atakan Yavuz, 'Buzdokuz'da yer alan denemelerinden birinde şuna işaret etmişti: "yazmak bir unutma biçimidir, şiir ise hatırla(t)ma.(3) Mustafa Torun’un şiirlerinde de bu tür bir hatırlatmanın varlığından söz edebiliriz. Nitekim şiirde bunun izlerini görmek, hatırlamaktan ziyade hatırlatmanın baskın olduğunu belirlemek gerekmektedir. Torun şiirindeki gizli özne, “siz” öznesi gibidir. “Siz”; bir toplumun yabana atılmayacak çoğunluğudur bazen, bazen de azınlığın pasifize olmuş, yitikliğe meyyal sureti. “büyük adam büyük devlet büyük penis/ bu sizin öğrendiğiniz değil inandığınız bir his” (Sy.63) dizelerinde açığa çıkan kolektif öz, bir gerçeğin yeniden hatırlatılmasıdır aynı zamanda, tıpkı "Kayıp Keçileri Bulma Kılavuzu" şiirinde beliren şu anlam gibi “keçiler kaybolmaz kurtlar iner” (Sy.50). O halde Torun şiirinin kaçışa karşı çıkan, hafızayı diri tutmaya çalışan, hatta bu kaçışı adım adım, helezonlar çizerek, darbeler vurarak yeniden şekillendirmeye çalışan anlayışta bir şiir olduğunu iddia edebiliriz.
Marcel Proust "bir kitap, çoğu mezar taşının üstündeki isimlerin artık okunmadığı büyük bir mezarlıktır"(4) der 'Yakalanan Zaman'da. Zamanı, yitik anı, hatırayı sanatla, edebiyatla yeniden var kılabilecek bir yere işaret eder. Ve elbette bu sanatın içinde yitirdiklerimizle şekil alan bir yaşama dikkat çeker Proust. Torun sanırım 'Yarası Olan' ile bu silik mezar taşlarında yer alan isimleri tekrar hatırlatmaya ve konuşmaya davet ediyor bizi. 'Bir mültecinin otopsi raporu'ndan 'distopik yaşamın manzaraları'na kadar keşfetmemiz gereken şey belki de bizde kaybedilenin öfkesini tanımak, onunla hemhal olarak bu yarayı sarmaktır. Aksi takdirde kabuk bağlamayan, dikiş tutmayan bu yara yayıldıkça çürüme hızlanacak beden bozulmaya uğrayacaktır.
Peki 'Yarası Olan' kimdir? Yara nedir? Metin bu sorulara doğrudan bir cevap içeriyor olabilir mi? Yara, Türkçede ilginç bir semantik bağlamı olan bir kelime aynı zamanda. Yara, bugün bizim için bir kanamayı, bozulmayı, tamlığı bozan bir hali sergiliyor elbette. Ama 'Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi'nde İskender Savaşır, Ömer Aygün ve Timuçin Binder ile yaptığı söyleşilerde(5) şuna da dikkat çekmemiş miydi: ‘Yara’, bir olumsuzluk olarak değil aksine kesilerek ikiye ayrılan bir görüntüyü, hatta bedenin ‘yarılarak’ ikiye ayrılmasını ve kanın akıtılması suretiyle (cerahatin, kötü kanın) gerçekleşen ilkel tedavi biçimini ortaya koyan bir kavram olabilir. Ömer Aygün’ün bu kelimeyi daha da öteye taşıyarak ‘yara’nın aynı zamanda ‘yar’ kökü ve ‘yarmak’ fiiliyle birlikte parçalamak ve yok etmek değil adeta yaratmak suretiyle yeniden inşa etmek halini simgeleyebileceği savı, ‘yara’nın aslında ‘yarar’ ile de ilişkisini ortaya koymak bağlamında farklı bir bakış sunduğu ortada. O halde 'Yarası Olan' ile Torun’un belki de dildeki bu anlamsal değişiklikten bağımsız olarak bir iyileşme ümidini de içeren bir yerden bize seslendiğini iddia edilebilir. Çünkü özne, yarası olduğunun, yaralı olduğunun bilincindedir. Bilinç bu idrakle yüzleşmekte ve bize yara suretiyle bir yeniden yaratma olanağı sunmaktadır belki de. 'Yarası Olan' sanırım benim için bu anlamı da içeren bir uyanışı işaret etmekte ve Mustafa Torun, ilk kitabıyla bütün bu anlamsal karmaşayı da içeren bir çıplaklıkla okuru baş başa bırakmaktadır. Elbette Ben Lerner’in önermesine kulak vererek, yani şiirin zor değil imkânsız olduğuna bizi bir kez daha inandırarak...
Dipnotlar
- Yalçın Armağan İmgenin İcadı isimli kitabında İkinci Yeni Şiirinin kanonlaşma sürecini şöyle tarif eder: “Ortaya çıktığı 1950’lerde dirençle karşılanan bu tarz, 1960’ların başında zayıf da olsa bir meşruiyet zeminine kavuşmuş ama 1965’ten itibaren yaşanan zemin kaymasıyla meşruiyet krizine girmiş, 1981’den itibaren itibar kazanmaya başlayarak krizi kendi lehine çözmüş ve nihayet 1990’lara gelindiğinde kanonik, kurucu modernist şiir olarak kabul görmüştür.” Yalçın Armağan. İmgenin İcadı: İkinci Yeni’nin Meşruiyeti. İletişim Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2019, Sy.24
- Mustafa Torun. Yarası Olan. Mayıs Yayınları.
- Atakan Yavuz. Yavaşça Acele Et- Alternatif bir yavaşlık teklifi- Poetik Hız-. Buzdokuz 9. Sayısında yer alıyor bu deneme
- Marcel Proust. Yakalanan Zaman. Çev. Roza Hakmen. YKY
- Metinde yer alan yara- yar- yarat kelimeleri arasındaki bağlantı ve söyleşi için bkz. Açık Radyo 95.0. Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi isimli programın “Yar Kökü ve Ötesi” isimli bölümü. Konuşmacılar: İskender Savaşır/ Ömer Aygün/ Timuçin Binder