Mutfak penceresinden İstanbul Rumları

Meri Çevik Simyonidis ile kitaplarını ve İstanbul Rumları'nı konuştuk. Simyonidis, "Salt bir yeme-içme, eğlence toplumu değil Rum toplumu. Yaşanılan onca acıya rağmen zarafetle ayakta kalmayı başarmanın da toplumu" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Meri Çevik Simyonidis, İstanbul Rum mutfağı üzerine çalışan, 'İstanbul’um Tadım Tuzum Hayatım', 'Bir Varmış Bir Yokmuş', 'Tadı Damağımda Kaldı', 'İstanbul Kokulu Mutfaklar(1/2)' ve 'Unutulmaz Hayatların Reçeteleri' adlı kitapların yazarı. Simyonidis, günümüzde İstanbul Rumları’nın gündelik hayatının en yakın tanıklarından, kitapları da bir yeme-içme kültürü araştırmasını çoktan aştı. Bir toplumun, bir kentin geçirdiği büyük dönüşümün izlerini sürerken yol açıcı bir belge niteliği taşıyor. Meri Çevik Simyonidis ile kitaplarını, İstanbul Rumları'nı konuştuk.

İstanbul’un yeme içme ve eğlence sektörünün odağında yer alan Rum kültürünü lezzet ekseninde değerlendirdiğiniz pek çok çalışmanız var. Sizi bu kitapları hazırlamaya yönelten koşullar nelerdi?

Hazırladığım İstanbul’um Kitapları serisi içinde, İstanbul’da yaşanılan çok kültürlü hayat, lezzet belleği, Rum kültürü, Rum insanın eğlenme adabı, yaşam tarzı ve gündelik hayat pratiklerine dair iç içe geçmiş pek çok yaşam öyküsünü bulabilirsiniz. Bu kitaplar aynı zamanda Adalar, Beyoğlu ve Boğaziçi ağırlıklı olmak üzere İstanbullu Rumların yoğun olarak yaşadığı yerlere dair bir anlatıdır. Böylesi bir gözle de okunabilir. Bugün Yedikule’nin Rum nüfusunu kim hatırlar? İşte bu yüzden kayda geçsin, unutulmasın istedim. Fakat şunun altını önemle çiziyorum, dikkatli bir gözle okunmalı. İşte o zaman yakın geçmişte azınlıklara uygulanan politikaların hayatları nasıl yerinden yurdundan ettiği görülecek. Güzel, iyi niyetle, neşeyle başlayan her girişim nasıl tarumar edilmiş daha iyi anlaşılacak. Salt bir yeme-içme, eğlence toplumu değil Rum toplumu. Yaşanılan onca acıya rağmen zarafetle ayakta kalmayı başarmanın da toplumu. Bu yönüyle biraz İstanbul’a benziyor. “Rağmen” güzel!

İstanbul Kokulu Mutfaklar 2 - Bir Masalmış Geçen Yıllar, Meri Çevik Simyonidis, 344 syf., Sander Yayınları, 2020.

 
 

Yola çıkarken “Daha önce buna benzer işler yapıldı mı?” diye çok araştırdım. Tek parti dönemi azınlık politikaları ya da yakın geçmişte meydana gelen sosyo-politik olaylar üzerinde durulmuştu daha çok. Rum insanını tanımak için oldukça yetersiz buldum. Biz asırlardır İstanbul’un yeme-içme sektörüne damga vurmuş bir toplumuz ki diğer pek çok özelliğimizin yanı sıra! Halihazırda ben de bu sektörde yer alan bir isimdim. Bildiğim işi yaptım kısacası! Bir de benden dinlesinler istedim. İçinde bulunduğum koşullar süreç içinde daha da belirginleşti. Hiç kolay değildi. Çünkü İstanbul’da Rum kalmamıştı! Kimlerle konuşmak istediğime karar verdim. Bu markaların ilk sahiplerini bulmak için çeşitli seyahatler yapmam gerekti; Atina, Selanik, Bozcaada, Gökçeada... Bu insanların pek çoğunu buldum fakat içlerinde hasta olanlar, Avrupa’da evlatlarının yanında olup, tedavi görenler, ihtiyarhâne de kalanlar vardı. Bunlarla özel izinler alarak buluşmalar gerçekleştirdim. Konuştuğumuz konular kendi hayatları, gençlikleri, tüm o müesseseleri yaratım süreçleri olduğundan onları oldukça heyecanlandırdı. Çok duygu yüklü zamanlar yaşadık. Bir yandan ağladılar, bir yandan anlattılar diyebilirim. Sanki hepsi beni bekliyor, sonsuzluğa göç etmeden önce bunları anlatmak istiyor gibiydiler. Öyle de oldu zaten. Kitaplarım uzun bir yolculuktur. Son kitabım 'Bir Masalmış Geçen Yıllar'da da otuz iki İstanbul beyefendisinin gözünden bir kent ve gastronomi turu yapıyoruz.

Meri Çevik Simyonidis ve Berken Döner

Rum toplumunun “nostaljik” bir anlatının kahramanı gibi sunulmasına karşı olduğunuzu anlıyorum. Rum toplumunu, geçmişteki “mutlu ve huzurlu günler”in sevgili anısı olarak gören yaklaşım için neler söylersiniz?

Bu cahillik karşısında çok kızıyorum. İstanbul’da hiç kimse yokken Rumlar vardı! İstanbul’a Megara’dan milattan önceki yıllarda gelip, Ahırkapı dolaylarında yerleşmiş bir toplumdan söz ediyoruz. Başlarındaki “Vizasın” adını verdikleri “Vizandion” da zamanla güçlenmiş bir Bizans İmparatorluğu olmuştu. Rumlar “Kubbede kalan hoş sada” değil, İstanbul’u yaratandır. En rahatsız edici tarafı da şu sorudur: “Siz ne zaman geldiniz bu topraklara?”, devamında şu gelir, “Aaaa adınız yabancı ama maşallah Türkçe’yi güzel konuşuyorsunuz”. Gerçekten içler acısı bir diyalogtur. Buna cevap vermeye çalışmak daha da içler acısı bir durumdur. 

Sorunuzun cevabına gelecek olursak…. Son yıllarda belirli semtlerde daha sık karşılaşıyorum bu tutumla. Mesela Cihangir, Balat, Kuzguncuk, Arnavutköy… Buraları özellikle anıyorum ki bu semtlerde uzun süre bir “soylulaştırma” projesi uygulanmaya çalışıldı. Çoğu beyaz yakalı için bir Rum evinde oturmak itibar göstergesi! Ev sahibi Rum’un o evi neden bırakıp gittiğine dair bir şey konuşulmaz. Açılan kafe, bar, lokanta, meyhane vb. yerlerin isimlerinde Rum kültürüne dair bir gönderme olduğu ilk bakışta göze çarpar. Ya da bir kadın ismi koyuyorlar; Eleni Kafe, Meyhane Fotini…. Orta sınıf, beyaz yakalı insanlar için Rumlarla arkadaşlık etmek, komşuluk etmek genellikle “İstanbulluluk”a eklemlenme çabası olarak yorumlanabilir. Bir kent kültürüne sahip olmanın göstergesi çoğu zaman. Ermeni ve Yahudiler için bunu söyleyemeyiz. Gerçi onlar da “Aahh bu toprakların rengi azınlıklar” söyleminin içinde yer alıyorlar fakat şöyle bir ayrım var. Ermeni ile konuşsa söz dönüp dolaşır “Ermeni meselesi”ne gelir, tehlikeli bir konudur. Kimse kolay kolay dahil olmak istemez. Yahudi’yi tanımazlar, çok ortada değildir. Ama Rum öyle mi?

Nikos Mundis ve Hüseyin Karayaprak, Büyükada Fırını

Rumlarla ilgili nasıl bir algı hakim?

“Kıbrıs Meselesi” zamanlarında hakaretler ediliyordu ama çabuk unutuldu. Çünkü kısa süre içinde hakaret edilecek yeni yeni “düşman”lar ortaya çıktı. Hatta kanımca Rumlar mumla aranıyor. “Cilveli Rum”, “maharetli Rum”, “dünya görmüş Rum”, “kibar Rum” … algısı yakın zamanda dizilerle, filmlerle çok beslendi. İyi bir şey yaptıklarını sanıyorlar ama bu tarz kalıpların hepsi bir toplumu kimliksizleştirmekten başka bir işe yaramaz! Eni konu popülist bir yaklaşımdır. Yeni bir duyarlılığın yaratılması gerekiyor. Övgü dolu bu sözlerden rahatsız olmamızı anlamayanlar olacak. Şöyle açıklayayım. Hiçbir topluma tek boyutlu bakamayız. İyi-kötü, zengin-fakir hepsi içinde. Böylesi stereotipler uzun vadede tehlikeli bir söylemin parçası haline geliyor. Sen Rumları hep Beyoğlu’ndaki kalburüstü eğlence ortamının öznesi haline getirirsen, örneğin “6/7 Eylül Olayları”nı da “komprador” azınlık burjuvazisinin başına gelen birtakım işler olarak yorumlanmasının önünü açarsın. Bu toplumun hiç mi yoksulu yoktu? Eskilerden “Ayios Minas Yardım Cemaati”, “Ayios Fanuriyos Cemiyeti”, “Peralı Yardımsever Bayanlar Derneği”; 1960’larda “Yoksul ve Hasta Çocuklara Yardım Sağlayan Ebeveynler Derneği”; şimdilerde de okulların, kiliselerin dernekleri büyük ölçüde yoksullar için kurulmuştu. Günümüzde İstanbul Rum toplumunu 2 bin kişi olarak varlığımızı devam ettiriyoruz. Bu sebeple kalanlara antika muamelesi ve koruyuculuğu ile yaklaşılıyor. Bir “miraslaştırma” projesine dahil olmak değil, çoğulcu bir demokrasinin aktörlerinden olmayı istiyoruz.

'HER ŞEYE RAĞMEN VAR OLMAYA DEVAM EDECEĞİZ'

Rum toplumu geniş toplum tarafından yaygın olarak “meze” ve “sirtaki” ye mi indirgeniyor?

Evet, bu bir bilgi eksikliğinin sonucu. Elbette eğitimsizlikle ilgili. Hangi müfredatta varız? Şimdiki nesil çok şanssız. Tüm bu güzellikleri yaşamamışlar, bilmiyorlar. Eskiler nispeten hatırlıyorlar. Ama bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp. En azından bir başlangıç olsun! Şu anda Haliç Üniversitesi Aşçılık ve Gastronomi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak teorik ve uygulamalı derslere giriyorum. Gençleri yakından izleme olanağım var. Evet, bilmedikleri çok şey var. İstanbul hakkında, İstanbullu olmak hakkında. Hatta genel kültür olarak… Ama öğrenme istekleri, ilgileri beni şaşırtıyor açıkçası. Doğru ders planlamaları ve iyi bir eğitimle şu an gençlerdeki eksiklikler tamamlanabilir. Bizler ne mutlu ki çok kültürlü bir ortamda doğduk, büyüdük ve tüm bunları yaşayarak öğrendik… Bunların ne denli büyük bir zenginlik olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. İrini Dimitriyadis hoca 'Eğitim Hayatımızda Rumlar'ı, Eva Şarlak ve Hasan Kuruyazıcı 'Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları'nı yazdı. Bunlar yakın zamanın yayınları. Naçizane tavsiye derim. Toplumsal hayatın her alanında vardık, her şeye rağmen var olmaya devam edeceğiz. Yeme içme sektörüne gelince…. Rum mutfağı en azından bir nirengi noktası olarak korunup, birleştirici bir unsur olmaya elverişli. Bu topraklar, Anadolu ve İstanbul tarihinden bu yana stratejik olarak zaten hep birleştirici bir köprü olmuş. Yüzyıllarca yan yana yaşanmış. Bu topraklarda yaşayan toplumlar mimarisi, müziği, bayramları, ayinleri, düğünleri, cenazeleri, yani acı-tatlı her şeyi beraber yaşamış. “Rum Mutfağı”nın etkilediği “İstanbul Mutfağı”ndan bahsettiğimizde tüm bu farklılıkların damağa yansıyan tarafından söz etmiş oluyoruz. Bu çok önemli! Çünkü bu topraklarda yaşamış herkesin buluştuğu lezzetlerdir bunlar.

İşletmeci Yorgo Kaskinas ve sanatçı Fedon

Bütün kitaplarınızı yan yana getirip düşünürsek, oldukça uzun bir dönemi incelediğiniz ortaya çıkıyor. Bu süreç boyunca, Türkiye’deki yeme-içme sektöründe Rum toplumunun yeri olmuş.

Kitaplarım hemen hemen son yüzyılı içine alıyor. Bu süreç içinde Rum mutfağı pastaneleri, lokantaları, tavernaları, meyhaneleri ile her daim çok önemli bir yer tutmuş. Bu hem ekonomik hem kültürel miras olarak, hem lezzet belleği hem de sosyal hayat olarak değerlendirilmelidir. Bu sadece ve tek başına damak tadı konusunu çoktan aşmıştır.

Bugün İstanbul Rumlarının en önemli sorunu nedir?

Hiçbir toplum ekonomik ve insan gücünü kaybettikten sonra varlığını sürdüremez. Elimizdekileri koruyabilmek için de, sürdürebilmek için de en önemli koşul genç insanlara ve ekonomik güce sahip olmak. Günümüzde daha içe kapanık, din temelli hareketliliğin olduğu bir toplum var. Patrikhane her şeyin odak noktası konumunda. Patrikhane’nin varlığı İstanbullu Rumlar için az sayıda kalan nüfuslarının, İstanbul’daki görkemli tarihlerinin ve mevcut varlıklarının temsiliyeti demek. Kiliselerin isim günü kutlaması ve Patrikhane’nin düzenlediği ayinlere katılım oldukça yüksek. Mahalle kiliseleri de hareketli olur. Noel’de, Paskalya’da da bu durumu rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.

Kitaplarınızda söyleşi yaptığınız pek çok isim günümüzde Atina’nın Paleo Faliro bölgesinde yaşıyor. Burada tipik bir “İstanbullu Rum” hayatı sürdürdüklerini anlıyoruz. Yunanistan’a göç etmek zorunda kalanlar Atina’da nasıl bir hayat kurdular?

İkinci kitabım olan 'Bir Varmış Bir Yokmuş'da İstanbul dan göç etmek zorunda kalan Rumların Atina’nın Paleo Faliro bölgesine gidip, sıfırdan yeni bir hayata başlama süreçlerini ve bu sürecin ağır koşullarını anlattım. Evet, bu göçten sonra kendilerine vatanlarını hatırlatan isimler verdikleri semtler kurdular. Bu özlemi az da olsa bu şekilde yenmeye çalıştılar… Kitapta da okuyacağınız gibi bu insanlar çok zor şartlarda hayata tutunmayı yeniden başardılar. Beraberlerinde götürdükleri 20 kilo valiz ve 20 dolar ile Atina’da yapayalnız kaldılar. Bazılarının akrabası vardı ama bazılarının da sığınacağı kimsesi yoktu. Kaldı ki akraban bile olsa bu şartlarda nasıl yaşanır? Oradaki Rumlar’a “Nerelisin?” diye sorulduğunda bırak “İstanbulluyum”u doğrudan semtlerinin adını söylerler. “Tatavlalı’yım, Modalı’yım” vb. Öylesi derin bir sevgi! Çok uzun süre geride bıraktıkları semtlerine döneceklerini düşündüler. Bu durum gerçekleşmeyince de ağır sorunlar yaşandı. Atina’da travmatik bir tutunma süreci yaşandı. Çok büyük bir mücadeleden sonra birçoğunun yine yeme içme sektöründe öne çıkması İstanbul Rum insanının kendine has, çalışkan, yaratıcı ve mücadeleci tabiatına özgü bir durumdur. Elbette taktire şayandır.  

Krependeki Imroz Meyhanesi sahibi Yorgo Okumuş

Günümüzde İstanbul’da yaşamlarını devam ettiren Rumlar, nasıl eğleniyorlar, nerelerde bir araya geliyorlar. Ev içi buluşmalarında neler yaşanıyor, hangi tatlar ikram paylaşılıyor?

Şu anda bir pandemi dönemindeyiz ve maalesef ki eğlenceden, misafirlikten, ikramlardan ve toplumdan uzak bireysel hayatlar yaşıyoruz. Ama bundan önceki zamanlarda genel olarak alışkanlıklarımız tabii ki devam ettiriyoruz. Hafta sonları gerek yemek yemek için, gerek eğlenmek için mutlaka bir yerlere çıkıyoruz. Koço, Ali Baba, Façyo veya Yeniköy Takanik, Aleko’nun Yeri, Kuruçeşme Mavi Balık, Beyoğlu Nevizade İmroz Meyhanesi hâlâ en sık tercih edilen mekanlar. Balık Pazarı’nda balıkçıları gezip balığın en tazesini, lakerdanın en iyisini ve Üç Yıldız’dan tatlılarımızı almak çok keyif aldığımız anlar. Bizler klasik tat ve mekanları seven insanlarız. Ev içi toplantılar her zamanki sıcaklığını koruyor. Kurtuluş’a alışverişe gelen, Sıracevizler’deki insanına da uğrar, soluklanır, bir kahvesini içer. Sonrası sohbet muhabbet… Eski usul bir hayat devam eder. Bayramına göre de geleneksel meze ve yemekler, tatlılar ve ikramlıklar hazırlanır. Kısacası Rum insanı kıymetli İstanbul’unun olanaklarından yararlanmaya, adetlerini, geleneklerini sürdürmeye her şeye rağmen devam ediyor.