Mutfaktaki felsefeci
Jean-Paul Sartre, varoluşçu felsefesini farklı biçimlerde, başlıca yapıtları Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar’da işler. Ama ilginçtir Camus, “Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık” açıklamasını yapar.
"Günümüzde felsefe eğitimi veren bir bireyin diğer bireye yiyecek sunmasının sebebi, karşısındakinin o yiyecekleri seviyor olması değil, onun zevklerini değiştirmek istemesidir.” sözlerinin sahibi Viyanalı filozof Wittgenstein gurme olabilecek özelliklere sahip değildir. Üstelik hep aynı şeyi yemek gibi saplantılı bir alışkanlığı vardır.
Dumas, Hemingway, Balzac, Marcel Proust gibi yazarların karşısındakinin zevkini değiştirmekle ilgili düşüncesi olduğunu sanmıyorum, tadı-yemeği seviyorlardı. Peki ya yazar-filozof Jean-Paul Sartre için ne düşünmeliyiz?
Bu soruyu Mutfaktaki Felsefe yazarı Francesca Rigotti de soracaktır. Ve yapıtlarının kendisinde yarattığı izlenimin etkisiyle Sartre’ın yiyecekle arasının pek de iyi olmadığını söyler.
"Bunun nedeni belki de, yaşadığı bohem hayat tarzının, onu sürekli olarak Paris lokantalarında yemek yemeğe sürüklemiş olmasıdır. Bilindiği üzere kendisi günde en az bir kere restoranda yemek yiyordu.”
(Rigotti, esnaf lokantasıyla yemek yenilen daha lüks bir mekânı ayırt etmek için lokanta/restoran sözcüklerini farklı anlamda kullanmıştır.)
Yeme içmenin geniş temsiliyet alanında gözün seçtiği/gördüğü sanatlar (resim-sinema-fotoğraf) denli edebiyat/yazarların da ilk akla gelenler arasında olması gerektiği düşünülebilir. Örnekleri neyse ki bizde de artıyor, yemeklere dair anılarla, gözlemlerle bezenmiş anlatılar kimi öykü, romanların içinde, kimi de Selim İleri, Aslı E. Perker, Özlem Kumrular gibi adlarından söz edilen romanlarıyla okuduklarımız arasında…
Onlardan biri de çok önceleri (1960) Mutfak Çıkmazı romanıyla Tahsin Yücel olmuştu… Tahsin Yücel’in bu ilk romanında “yemek yapmak, ilk bakışta, içine düştüğü yalnızlık ve başarısızlık duygusuyla kendini bütün hayattan soyutlayan bir hukuk öğrencisinin anlamsız tutkusu gibi görünmektedir.” *
Yukarıda alıntı yaptığım “Mutfak Çıkmazı’nda Felsefi Bir Eylem Olarak Yemek Yapmak ve Yemek” başlıklı yazıda, “60’lı yılların başında, Türk entelijansiyasının ilgisini çeken konuların başında varoluşçuluk ve yabancılaşma gelmektedir” saptaması, ister istemez beni Fransız edebiyatına, Camus ve doğal olarak, “tüm yaşamı boyunca hep kendini tartışma konusu yapan, yeniden gözden geçiren”, Varoluşçu ** felsefesiyle bilinen Jean-Paul Sartre’a götürdü.
Kaldı ki Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmazı romanı için seçtiği yemek temasına birtakım felsefi anlamlar yüklemesinin ardında araştırmacı Yiğitler’in düşüncesiyle -ki doğrudur- “çağdaş Fransız edebiyatının en önemli romanlarından Yabancı’daki hayata yabancılaşmış, uyumsuz karakteri Meursault’nun bir benzerini yaratması” aranabilir.
Tabii bu arada Yabancı’nın karakterinin Cezayir'de, kendisine bıçak çeken Arap genci durduk yere öldüren, oysa kendini biraz savunsa beraat edebilecek gemi kâtibi Fransız Arthur Meursault’nun Marcello Mastroianni tarafından canlandırıldığı, sinemanın büyük ustalarından Luchino Visconti tarafından aynı adla filme (Lo Straniero, 1967) çekildiğini de hatırlatırım.
Kitabın anlatısıyla eşleşen ama belki Markist Visconti’den uzaklaşan (çünkü, Marksizmle Varoluşçuluğu buluşturma çabasındaydı, metafizik ve nihilizmden uzaktı) bir anlatı ile, annesinin cenazesine ve kendi ölümüne heyecansız, duygusuz davranan, Savcıya göre “İnsanların ruhunu koruyan ahlak ilkelerinden bir teki bile kapısına uğramamış” Meursault’nun ‘yazgı’ izini süren ve Varoluşçuluk akımına neredeyse slogan olan ünlü diyalogları aynen koruyarak filme alacaktır.
Meursault için “gün ağarırken bir geminin sesini duyduktan sonra, son bulan dünyada” romanda söylediği gibi insanlar bir yolculuğa çıkıyordu… Evet, tüm dünyada yeni kuşağın aydınlarını Camus romanı Yabancı ile 1942 yılından başlayarak yolculuğa çıkardı. Visconti gibi, 2001'de Zeki Demirkubuz da Yazgı adıyla çektiği filmde Yabancı’dan yararlandı. Yabancı/Lo Straniero filmindeki Mearsult, Demirkubuz’un Yazgı filminde Musa oldu.
CAMUS VAROLUŞÇU OLMADIĞINI SÖYLER
Sartre, varoluşçu felsefesini farklı biçimlerde, başlıca yapıtları Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar’da işler. Ama ilginçtir Camus, “Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık” açıklamasını yapar.
Sartre II.Dünya Savaş’ı sürerken Almanya'da dokuz ay tutsak oldu. Sahte bir belge ile kaçmayı başardı. Önce direniş, ardından ‘Sosyalizm ve Özgürlük’ hareketine katıldı. Özgürlük teması çevresinde ‘mitoloji kahramanlarından Elektra mitinden de yararlanarak’ savaş koşullarında yazdığı ve sahnelenen Sinekler o günlere ilişkin bir canlandırmaydı.
“…Evet, insanlar özgürdür. Biliyorsun bunu, ama insanlar kendileri bilmiyorlar.”
1945 yılında Paris'te gerçekleştirdiği "Varoluşçuluk bir Hümanizmdir" konuşmasında hümanizmi Varoluşçuluğun bir özelliği olarak sundu. Edebi-politik "Les Temps Modernes” dergisini çıkardı -adını Şarlo’nun ünlü filmi Modern/Asri Zamanlar’dan esinlenerek almıştı-. Bu dergide Fransızlara karşı Vietnamlıların savaşını ilk mahkûm edenlerden bir oldu. Yanılgısı soğuk savaş yıllarında ve Macaristan'ın Sovyetlerce işgal edilmesine kadar Sovyetleri desteklemesiydi.
Fransa’nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa sert eylem ve yazılarıyla karşı çıktı. Nobel ödülünü geri çevirdi (1964). “Benim gibi yaşlı bir devrimciye böyle bir ödül vermek, kapitalizmin öc alma girişiminden başka bir şey değildir.” diyecektir. Yine de bir aydın olarak kendisini kabul edilmemiş hissediyordu, klasik aydının karşısına yeni aydını çıkardı: Yeni aydın gerçek evrenselliği başarıya ulaştırmak amacıyla kütle içinde erime çabasında olmalıydı.
SARTRE’IN YENİ AYDINI
İşçiler tarafından kaleme alınan, İçişleri Bakanı her sayıyı toplatmasına karşın etkin satış yapan La Cause du peuple/Halkın Davası’nı yayımlayanlar tutuklanınca o ve Simone de Beauvoir birlikte tutuklanmayı, yargılanmayı bekleyerek gazete satışı yaptı.
Üstelik “Utanmadan ünlülüğümü teraziye koydum” diyerek yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. (Halkın Davası gazetesine destek verenlerden ve Sartre gibi polis tarafından tutuklanan Fransız Yeni Dalga sinemasının ünlü yönetmeni François Truffaut, şöyle söyleyecektir: “…sansürün her türlüsüne karşı savaşım benim için bir görev, bir zorunluluk. Bu savaşımı Sartre ile birlikte vermek ise benim için bir onurdur.”)
Ardından Sartre her türlü baskıya karşı savaşmak amaçlı ve binlerce üyeli Secours Rouge/Kızıl Yardım’ı kuracaktır. Kızıl Yardım’ın Ürdün Kralı Hüseyin’in Filistinlileri öldürtmesini ihbar eden altı bin kişinin katıldığı mitingi düzenlemesini sağlar. “Savaşkan görevlerini ateşli bir çabayla yürütürken, Sartre gene de zamanının en büyük bölümünü yazın çalışmalarına ayırıyordu. Flaubert konusundaki büyük yapıtının üçüncü cildini tamamlıyordu.” (Simone de Beauvoir).
Aynı yıllarda Vietnam Savaşı'ndaki katliamları sorgulamak üzere kurulu Russell Mahkemesi’nin başkanlığını yaptı… Artık bu yazı bir Sartre biyografisine dönüşmeden burada ‘stop’ demek istiyorum. Kaldı ki Sartre her zaman için benimsediği insan ve toplum üzerine kaygılarını, düşüncelerini, gerçekliğini gizlemeksizin açıkladı… Benim merak ettiğim onun yemek konusundaki düşünceleriydi. Birlikte ve yüzlerce kez yemek yediği Simone de Beauvoir’dan yardım almak istesem de Fransa ve diğer ülkelerdeki yemek sofralarından, Sartre’ın tercihlerinden neredeyse hiç söz etmiyordu. Örneğin, birlikte Saint-Paul-de-Vence’e gitmiş ve kalmışlardır, ama akşam yemeğinde biraz sucuk, çikolata yemişlerdir… “Buna karşın öğle yemekleri için onu kent dolaylarındaki iyi lokantalara götürüyordum” bilgisini verecektir.
MUTFAKTAKİ FELSEFECİ JEAN-PAUL SARTRE
Neyse ki , 1980’li yılların sonuna doğru çalışma odası kanepesinin minderleri arasına sıkışıp kalmış kayıp günlükler bulundu ve Jean-Paul Sartre’ın Yemek Kitabı (Jean-Paul Sartre Cookbook) adıyla ortaya çıktı da birçok Sartre hayranı rahatladı… Eğer Jean-Paul Sartre’ın Yemek Kitabı başlığıyla internette dolaşırsanız 2017 yılında Türkçe çevirisi yayımlanmış günlükleri bulabilirsiniz…
Başlığı okuyanlar -tıpkı benim gibi- “ooo demek Sartre yemekle de ilgili bir filozoftu!” diye düşünecektir… Şimdi sıkı durun; Jean-Paul Sartre’ın Yemek Kitabı ya da günlükleri gerçekte tümüyle gazeteci Marty Smith tarafından kaleme alınmış, ince, alaylı bir parodiden başkası değil… Yani tümüyle hayal ürünü. Kayıp, bulunmuş filan asla değil. 1987'de Portland Oregon eyaletinde çıkan alternatif gazete Free Agent’da Marty Smith yazmış ve yayımlamıştı….
Aşağıda özetlediğim günlükleri yine de Sartre’ın kaleme aldığını düşünerek okursanız eğlenceli bir pazar günü yazısı da sizi selamlayacaktır.
3 Ekim tarihli olanından başlarsak: Sartre o gün Camus ile buluşmuş ve yemek kitabı hakkında konuşmuştur. Camus’nun kitabı hakkındaki düşünceleri Sartre’ı cesaretlendirmiş ve kitabına koymayı düşündüğü Denver omleti tarifini yapmak için çabuk ve heyecanla eve dönmüştür.
(Denver Omleti Fransız mutfağında bilinen bir omlet olduğu için bu yazının sonuna tarifini koydum).
İlginçtir ertesi gün de omletten söz eder: “Tökezlediğim noktalar olmadı değil. Denize doğru yürüyen askerler gibi birbiri ardına omletler yapıyorum; ancak her biri taş gibi, boş, anlamsız. Varoluşun anlamsızlığını ifade eden bir omlet yapmak istiyorum. Ortaya çıkan peynir tadı baskın omletler. Tabaktayken onlara bakıyorum, ama onlar dönüp bana bakmıyorlar. Işıklar kapalıyken onları yemeyi denedim. Bu bile yardımcı olmadı. Malraux ise ( ünlü romanı Umut 1969’da Türkiye’de yasaklanmıştı) bana biberli yapmayı önerdi.”
Sonuçta yumurta-peynirli geleneksel omletin fazla burjuva işi olduğunu düşünür, dört küçük taştan (?) yaptığı omleti André Malraux’nun yemesini sağlar ama sonra onun kustuğunu da ekler. “Bu beni heyecanlandırsa da, katedeceğim hayli yol olduğunu fark ettim.”
7 Ekim’de omlet tarifi üzerinde tekrar değişiklikler yapar, önceki denemeleri onu karamsarlaştırmıştır.
Burjuvalaşmak için iki sahanda yumurtayı gözlerine bantlayarak Paris sokaklarında bir saate yakın yürür.
Le Select’te Camus’ya rastlar. Camus onu böyle tuhaf halde görünce “acınası salak” diye bağırır, “eve gidip hemen yüzünü yıkamasını” söyler. “Öfkelendim, bir kâse bouillabaisse’i (Akdeniz balıkçı güveci) kucağına döktüm. O da benzer öfkeyle ambalajı çıkarılmamış bir pipeti gözüme fırlattı. 'Ah! Seni pislik!' diye çığlık attım. Camus’ya söylenerek ve gözümü tutarak oradan kaçtım.”
10 Ekim günü Ton Balığı Güveci tarifini denemiştir.
Malzemeler: Bir adet büyük boy güveç.
Güveç kabını soğuk bir fırına yerleştirin. Yüzü fırına dönük bir sandalye yerleştirin ve sonsuza kadar üstünde oturun. Ne kadar aç olduğunuzu düşünün. Karanlık çöktüğünde ışıkları açmayın.
Bu tarif için, “Yiyen kişi, reddedilen yemeğin başka bir yemek değil de ton balıklı güveç olduğunu nasıl anlayabilir? Giderek daha fazla hüsrana uğruyorum.” diyecektir.
12 Ekim
“Gözüm kızardı. Camus’dan nefret ediyorum.”
25 Ekim
“Yemek kitabı üretme projesinden vazgeçmek zorunda kaldım.” diyecektir. Dört temel besin grubundan kötü beslenen insana çözüm olması için köşe bakkaldan altı yüz kilo malzeme alır, kendini mutfağa kilitler. Birkaç hafta çalıştıktan sonra iki yumurta, yarım bardak un, dört ton sığır eti ve bir pırasa gerektiren tarif üretir. “Bu bir başlangıç olsa da, korkarım daha önümde çok işim var.”
15 Kasım’da yemek üstüne yemek yapsa da hiçbiri “varoluşun beyhudeliğini’ pizza sipariş etmekten daha iyi açıklamaz. Gerilimli anlardan sonra “Meyve suyu, kızarmış ekmek, süt..” diye sayıklayacaktır.
18 Kasım’da kahvaltıda meyve suyu, kızarmış ekmek, süt, yanı sıra Cheetos (bildiğiniz cips markası) vardır. Sonra viskiyi ekler. “Kutsal Kase”yi bulmak gibi bir görev edinmiştir ama yeni bir şey alacak parası da kalmamıştır.
21 Kasım günü Camus ile çalıştığı restoranda buluşur ama, pek iyi davranmaz, “Sic semper tyrannis/Zorbalara ölüm!” diye bağırır. İki gün sonra müşterilerle başı derde girer, işten atılır, neyse ki biraz parası vardır.
24 Kasım’da bir gece önce gördüğü rüyayı anlatır: Kumsalda tek başınayken büyük bir fırtına kopar, tüm insanlığın nasıl Tanrı'nın gözünde bir nokta ve onun da noktalardan biri olduğuna şaşırmamıştır. Aniden üstü açık kırmızı bir Cadillac araba yanına yaklaşır. İçinde Jojo ve Wendy adında iki güzel kız vardır. Otomobile girer ve iki kız onu Hollywood'daki malikanelerine götürür. (Sonrasını siz tahmin edin).
26 Kasım’da beş kilo kiraz ve canlı bir kunduz kullanarak Kara Orman pastası yapmıştır. Malraux sunduğu pastayı yemek istemediğini belirtir. Oysa Satre pastasının en iyi başarısı olduğunu düşünür, Büyük Ulusal Yemek Tarifi ve Fırıncılık Yarışması’na katılmaya karar verir.
30 Kasım
“Bugün yarışma günüydü. Ne yazık ki işler umduğum gibi gitmedi. Jüri değerlendirmesi sırasında kunduz heyecanlandı ve Betty Crocker'ı bileğinden ısırdı.” Böylece, Amerika'nın en sevilen ev hanımının ısırılmasına neden olduğu için ancak üçüncü olacak, ama hakkında dava da açılacaktır.
1 Aralık
Sürekli kilo almaktadır ve böyle giderse kadınların ilgisini daha az çekecektir. Bundan sonra sigara ve sade kahve ile yaşamaya karar verir.
Günlüklerde bir de not vardır, ölümü sırasında son sözü “Trix” olmuştur. (Trix : adını eski çağ cadı üçlüsünden alan bir eğlenceli şeker Markası.)
Marty Smith günlüklerini okuyanlardan biri “O kadar komikti ki tarifi kesip sakladım.” diyecektir. Neyi saklamış olabilirdi? Tabii ki Ton Balık Güveci… İyi de o tarifi ne yapacak ki?!.
Reed Magazin’deki başlık aynen şöyle: “Jean-Paul Sartre Yemek Kitabı, Filozofun Günlüğü Yiyecek Takıntısını Ortaya Çıkarıyor”. Ama giriş yazısı günlükleri iyice sulandırıyor, Sartre’ın "lezzet kavramını sonsuza kadar ortadan kaldıracak" bir yemek kitabı yazmayı arzulamış olduğundan söz ediyor… demek Marty Smith yalnız değilmiş.
SARTRE VE YEMEK DÜNYASI
Marty Smith günlüklerini okurken gülümsediğimiz bir gerçek… Oysa ironik de olsa okuduklarımızın ardında Sartre’ın gerçek yaşamından izler de var, kabuklu deniz ürünlerini sevmediği (Simone de Beauvoir kendisini bir ıstakozun izlediği sanısına kapıldığını aktarır), domatesi ağzına neredeyse hiç koymadığı, şarküteri ürünlerine ve pasta-keke aşırı tutkusu olduğu bilinmektedir.
Ona göre “Yaşama denen o ağır yükü taşıma insanın eylemiyle olanaklıdır” ama öyle görünüyor ki bu ağır yükte yemek öne çıkmamıştır.
Francesca Rigotti gibi ben de Sartre’ın evde hafif, dışarıda, Le Select gibi cafe-barlarda, çoğu kez kahve-içki ağırlıklı geçen beslenme alışkanlığı üzerinde durmayı çok önemli bulmadım.
Rigotti 1938 tarihli Sartre’ın Bulantı felsefi romanını Sartre’ın yemeğe ilgisizlikle ilgili şüphelerine kanıt olarak gösterir. Roman kahramanı tarihçi Roquentin için “özellikle, varoluş alemi ile bilinç alemi arasında çok belirgin ve güçlü bir karşıtlık tecrübe eder. Ona göre, bu alemlerin ilki mide bulandırıcı ve tiksinti uyandırıcı niteliklerle doludur.” açıklamasını yapar.
Varoluşun yer aldığı alemi “yumuşak, belirsiz, tatlı, bulanık, kaygan şekerimsi, ılık” yani yapışkan ve tatlımsı olarak gösterir, günümüzden McDonalds yiyeceklerini çağrıştırdığını belirtir.
“…muğlaklıktan kaynaklanan ve dünyevi aleme hem de nesnelerin özünde mevcudiyet bulmak için gösterilen çabalara karşı duyulan ‘bulantı’ Roquentin’in hissetmiş olduğu o yumuşaksı-tatlımsı bulantı ile aynı bulantıdır aslında.”
Neyse ki Sartre’ın yemek ile ilişkisinden söz eden birkaç bilgiye rastladım, onlardan birini Paper and Salt adını taşıyan blogunda Nicole yazmış…
Nicole’un anlattığını izninizle özetliyorum, hoşunuza gidecektir:
Jean-Paul Sartre İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız ordusunda savaşırken, Simone de Beauvoir'a yazdığı mektuplarda ondan ısrarla çok sevdiği bir tatlıyı, helva göndermesini ister. Hatta bir mektubunda iki kutu göndermesini isterken, “Unutma” diye not da düşecektir. Çünkü bir önce gönderilen Romalılar kitabını almış ama ‘helva’ eline geçmemiştir. Sonraki günlerde “Helva sıcacık geldi... Çok teşekkür ederim küçük tatlım. Öğle yemeğinde gönderdiğin bütün kutuyu yedik.” açıklamasını yapacaktır.
Nicole, Sartre'ın sevdiği helva türünün Akdeniz çevresinde yapılan susam bazlı, bademli, tarçın ve vanilya aromalı olduğundan söz eder. Ve sonra da bal ve badem katkılı helva tarifi verir.
Simone de Beauvoir “Hayat benden daha yaratıcı” demişti Sartre'a Mektuplar’ında.
Marty Smith de inanın birçok yazardan daha yaratıcı, Sartre kaleminden bir yemek kitabı/güncesi yazmış olması kanıtı…
* https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/557235
* * Sivas’ta 2 Temmuz 1993'te Madımak Yangını’nda can veren J. P. Sartre Varoluşçuluk/Existentialisme (1961) çevirmeni Asım Bezirci’yi de saygıyla anıyorum.
———————————————————
Denver omleti
Mutfağınızda zaten bulunabilecek malzemeleri kullanarak yapabileceğiniz basit, lezzetli bir omlet.
2 Yemek kaşığı tereyağı
1 Adet küçük boy soğan (doğranmış)
½ Yeşil dolmalık biber (doğranmış)
½ Kırmızı dolmalık biber (doğranmış)
4 Dilim jambon (küp doğranmış)
8 Adet yumurta
¼ Bardak süt
½ Su bardağı kaşar peyniri (rendelenmiş)
Tuz, karabiber
Fırını 200 derece ısıtın, pişirme kabını yağlayıp hazır edin. Tavada tereyağında sebzeleri soteleyin, jambonu ekleyin. Bir karıştırma kabında yumurtaları süt ile çırpın, tuz ve kaşar peyniri, sebze ve jambonu ekleyin, karıştırın. Karışımı pişirme kabına alın, fırında 20-25 dakika tutun. Çıkardıktan sonra üzerine karabiber, dilerseniz peynir serpin. (Biber ve soğana ıspanak, mantar, patates vb. eklenebilir.)