Muzaffer Şakar: Yargı bağımsızlığı faslını geride bıraktık
Muzaffer Şakar'la İletişim Yayınları tarafından yayımlanan 'Kadıdan Hâkime' kitabını konuştuk. Şakar, "Türkiye'de yargı ve hakimlik üzerine ilişkin sahici söz söyleme ödevi hep ihmal edilmiştir" dedi.
DUVAR - Van’da dünyaya gelen Muzaffer Şakar, Van Atatürk Lisesi’nden ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olur. Mezuniyetin hemen ardından hâkimlik mesleğine başlayan ve Kocaeli, Ardahan, Çankırı, Kilis, Ankara, Diyarbakır, Trabzon illerinde hâkimlik görevinde bulunan Şakar, “hâkimlik mesleğinin hayatın her anını ve bütün yaşam alanlarını belirleme eğilimine karşı bir nefes alanı yaratmak ve akademiyle olan bağımı korumak için” bir yandan da yüksek lisans ve doktora çalışmalarını sürdürür.
Akademik çalışmaların yanı sıra sivil toplumla olan bağını da koruma amacıyla, Demokrat Yargı Derneği’nde yönetici olarak görev yaptığını söyleyen Şakar, “Dernek çatısı altında hukuk camiası bakımından yeni ve farklı sayılabilecek bir söylem yaratma gayreti içerisinde olduk” diyerek düşüncelerini açıklıyor.
Şakar ile geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlanan 'Kadıdan Hâkime' isimli kitabını konuşmak için bir araya geldik.
Genelde bir işle ilgili pratik faaliyette bulunanlar (doktorlar, mühendisler, sanatçılar vs.) o pratiğin teorisiyle ilgili kolay kolay kitap yazmazlar. Siz, uzun yıllar hâkim olarak çalıştınız ve şimdi de bu kitabı kaleme aldınız. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
Bu, biraz da yaptığınız işle kurduğunuz bağla ve uygulamaya yönelik tavrınızla ilişkili. Daha açık konuşursak; eğer yargı pratikleri sizin için sorun teşkil etmiyorsa ya da yaşanan sorunlar sizin konforunuzu bozmuyor, huzurunuzu kaçırmıyorsa günlük rutin içerisinde yaşamınızı sürdürürsünüz. Yok eğer yargının işleyişi, maruz kaldığınız muameleler, tanığı olduğunuz uygulamalar sizde bir rahatsızlığa yol açıyorsa bundan kurtulmanın yollarını ararsınız. Kimi sürekli şikâyet ederek, bugünlerde koca bir ülkenin yaptığı gibi sosyal medyada laf yetiştirerek, slogan atarak tatmin olur. Kimi de soramadığı soruları, veremediği cevapları, yükseltemediği itirazı başka bir şekilde dile getirir, içinde birikenleri bir başka usulle dışa vurur. İlkinin huzursuzluğu gidermediğini, teskin etmediğini fark edince ikinci yolu tercih ettim.
Yargı ve hâkimlik üzerine yoğun tartışmaların sürdürüldüğü bir ülkede maalesef bu alana ilişkin sahici söz söyleme ödevi hep ihmal edilmiştir. Hâkimliğin akademik anlamda soruşturulduğu ilk kapsamlı araştırma olan emekli hâkim Refik Gür’ün çalışmasından sonra bu kitabın hâkimliğin tarihsel ve güncel görünümlerini, adliye içerisindeki yansımalarını ortaya koymaya ve bu alandaki önemli bir boşluğu doldurmaya çalıştığını söyleyebilirim. Bugüne kadar üstlenilmeyen ve gecikmiş bir ödev olarak mevcudiyetini sürdüren bu eksikliği üstlenmek mecburiyetinde kaldım. Şüphesiz bu da kitabın ortaya çıkmasının sebeplerinden biriydi.
'HAKİMLER İÇİN 'DEVLETÇİ' TARİFİ YETERSİZ BİR ARGÜMAN'
Kitapta, gündemle de ilişkili pek çok soruyu ve başlığı tartışıyorsunuz. Sizin sorularınızla ilerleyelim. Hâkimler, devletçi midir?
Yargıya ilişkin klasik ezberlerin dışına çıkma gayreti taşıyan bazı çalışmalarda hâkimlerin “devletçi” olduğu tespitine yer verildiğini görüyoruz. Bu tespitin yanlış olduğunu söyleyemem. Ancak tek başına yetersiz ve sonucu itibarıyla faydasız bir tespit. Çünkü devletçi olduğu ileri sürülen hâkimlerin, yargı içerisinde yaşanan hizip çatışmalarında devletin bekasını geri planda tutarak, mensup oldukları grubun çıkarlarına öncelik tanıdığı örneklere sahibiz. Devletin sınırlarının şahsi menfaatlerin sona erdiği noktada başladığını ve çoğu zaman “devletçi”, “milliyetçi” olmanın; imtiyazlara, günlük ilişkilere göre anlam kazandığı hepimizin malumu. Bu nedenle hâkimler için “devletçi” tarifi yetersiz bir argüman.
Diğer taraftan, kararlarının yanı sıra günlük yaşantıları, kişisel tavırları dönemin ruhuna göre şekillenen hâkimlerin bir ideolojiye müstakilen sahip olma ve onu istikrarlı olarak sürdürme ayrıcalığının bulunmadığı, yargıyı yakından izleyenlerin malumudur. Hâkimlerin, resmi ideolojinin dışına taşan inanç ve kültürlerini herhangi bir yaptırımla karşılaşmaksızın yargı içerisine yansıtma imkânları mevcut değil. Bu nedenle, dönemin ruhuna göre ya dindar olanlar şarap kadehinde vişne suyu sipariş ederler ya da gerçekte dinle pek alakadar olmayanlar dini sohbetlerin, kandil, bayram mesajlarının ruhuna uygun şekilde kendilerini ifade ederler. Dolayısıyla, başta da söylediğim gibi hâkimler için “devletçi” demek hem eksik hem de yararsız bir tespit.
'BUGÜNÜN SORUNLARINI CEVAPLAMAYA ÇALIŞIRKEN GÜNÜMÜZ HAKİMLİĞİNİN ÇOCUKLUĞUNA İNDİM'
Çalışmanızda ele aldığınız iki dönem (kadılık ve hâkimlik süreçleri) arasında hukuki bağlamda ciddi farklılıklar olduğu aşikâr. İlkinde İslami bir varoluş hâkimken, ikincisinde daha Batılı bir anlayış söz konusu. Hâkim olgusu üzerinden düşünüldüğünde, bu pratiğin biçimi ve işleyişi ile ilgili ne gibi değişiklikler oldu?
Kitabı okuyanlar, geçmiş ve bugün karşılaştırmasına girişebilirler. Kitapta buna imkân sağlayan bir muhteva da var. Ancak iki dönemi karşılaştırmak gibi bir niyetim olmadı. Ben bugünün sorunlarını anlamaya, soruları cevaplamaya çalışırken birçok araştırmacı gibi kendimi geçmişte buldum. Tabiri caizse, günümüz hâkimliğinin çocukluğuna inmek zorunda kaldım. Ama yine de sorunuza istinaden bu yolculuk sırasında karşılaştıklarımdan söz edebilirim.
Öncelikle hâkimlik mesleğinin her iki dönemde de ayrıntılı kurallara bağlandığını, meslek içerisinde hiyerarşinin belirgin olduğunu ve hiyerarşik sistemde görev yapan hâkimlerin merkeze bağlılıklarının kuvvetli olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Tanzimat’tan itibaren yargının bürokratik niteliklerinin arttığı, hiyerarşi ve merkeziyetçiliğin güçlendiği açıkça görülmekte. Cumhuriyet döneminde, hukuk ve dinin, ulemanın gözetiminden çıkarılarak bürokratlara ve yasamaya bırakıldığı, hukuk eğitiminin medresedeki dini eğitimden uzaklaştırılarak modern hukuk fakültelerine verildiği, kadı mahkemelerindeki usullerin bir tarafa bırakılarak modern mahkeme ve yargılama sistemine geçildiği bilinmektedir. Sami Zubaida’nın belirttiği üzere bu dönüşüm Türkiye’ye özgü değil. İslâmî geleneğe sahip modern ulus-devletlerin inşası genel olarak bu usulle gerçekleşmiştir. Tam bu noktada belirtmek gerekir ki yargı içerisinde bürokratik yapı bir kez oluşturulduktan sonra hâkim ideolojinin İslami veya “batılı” olması birçok bakımdan önem arz etmiyor. Çünkü bürokrasinin en temel özelliği her hal ve şartta işleyişini sürdürebilmesidir. Bürokrasinin, bir makine misali işleyen yapısı, sahip olduğu hiyerarşi ve denetim mekanizmaları, memur ve hizmetli bilinciyle hareket eden bürokratları, bu kurumun ideolojik değişimlere kolaylıkla uyum göstermesine, oldukça keyfi şekilde kullanılabilmesine imkân sağlamaktadır. Bu bakış açısı zannımca, “yargımız devletçidir” sözünün kolaycılığını da ortaya koyuyor.
'YARGI BAĞIMSIZLIĞINDAN SÖZ EDECEK DURUMDA DEĞİLİZ'
Gerek Osmanlı’daki kadılık, gerekse de Türkiye’deki hâkimlik müessesi arasında bir bürokratik gelenek olduğu fikri, kitabınızdaki önemli noktalardan biri… Durumu, bu bağlam üzerinden değerlendirirsek, hakikaten bir yargı bağımsızlığından bahsedilebilir mi?
Yargı bağımsızlığı faslını artık geride bıraktığımızı düşünüyorum. Henüz 2013 yılında buna işaret etmiş, Demokrat Yargı olarak 'Türkiye’de Yargı Yoktur' isminde bir kitap yayımlamış ve yargı bağımsızlığı, hâkim tarafsızlığı gibi tartışmaları sürdüreceğimiz, ele geçirildiğini iddia edeceğimiz bir yargının bulunmadığını ifade etmiştik. Elimizde olan, bürokratik bir adliye cihazı. Ve bunun kamu hukukunun yargı olarak tanımladığı kurumsal yapıyla sadece isim benzerliği var. Dolayısıyla yargı bağımsızlığından söz edecek durumda değiliz. Bir yargı var mı bence önce ona bakmak lazım.
Çalışmanızda taşra ve merkez arasındaki hâkimlik hiyerarşisine değiniyorsunuz. Varoluşu itibariyle ikisi de aynı değil mi? Bir hâkimin bağlı kalmak zorunda olduğu hukuk, bulunduğu bölgeye göre değişir mi?
Buna iki farklı noktadan yaklaşmak ve her iki ihtimalde de dikkatli cevap vermek gerekir. Her yere aynı kuralın uygulanmasını talep ederek totaliter bir uygulamaya yol açabilirsiniz. Totaliter rejimlerde hukuk kuralları tam bir kesinlik ve mutlaklık içerisinde uygulanabilmektedir. Çünkü bu tür rejimlerde farklılığın, farklı olmanın bir önemi bulunmamaktadır. Ancak yere ve zamana göre gerçekleşen uygulama farklılıklarının da egemenin çıkarlarına değil, muhataplarının yararına göre tanzim edilmesi gerekir. Hukuku, ayrıcalıklı bir sınıfın veya bir başka grubun çıkarları için keyfinize göre esnetir veya sertleştirirseniz bu durumda adaletin en temel ilkesi olan eşitliği çiğnemiş olursunuz. Buna haklı olarak karşı çıkanları cezalandırdığınızda ise sistemin adalet iddiasını ve meşruiyetini yitirmesine yol açarsınız.
Kitapta yer alan taşra ve merkez arasındaki hâkimlik hiyerarşisiyle daha ziyade merkezde yer alan Yargıtay ve HSK gibi kurumların hâkimler üzerindeki etkisini ortaya koymaya çalıştım.
'GEÇMİŞTE OLAĞANÜSTÜ OLARAK NİTELENDİRİLEN ARTIK OLAĞAN GÖRÜLMEYE BAŞLANDI'
Türkiye’de siyasi iktidarın değişimi ile birlikte hukukun işleyiş biçimi her daim tartışılır. Kitabınızda son dönemi de masaya yatırıyor, inceliyorsunuz. Gerek bir hukukçu, hâkimlik yapan bir hukukçu, gerekse de bu alanda kuramsal bir çalışma yapan teorisyen olarak Demirtaş’ın, Kavala’nın ve Kürt ve sosyalist siyasetçilerin hukuki konumunu nasıl yorumluyorsunuz?
Geçmişte olağan ve olağanüstü yargı arasında mekânsal farklılığın yanında uygulama ve aktörler bakımından ciddi farklılıklar vardı. Olağanüstü yargının, muhataplarının aşina olduğu bir işleyişi ve ruhu bulunmaktaydı. İstiklal Mahkemesi hâkimlerinden Lütfi Müfit Bey’in, “Bizim belli, milli amacımız vardır. Ona varmak için ara sıra kanunun üstüne çıkarız” sözleri olağanüstü yargının hukuksal yaklaşımını çok iyi anlatmaktadır. İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarihsel süreçte bu yaklaşımın pek çok talihsiz örneğini sergilediler. Bu nedenle, yürürlükte oldukları dönemde olağanüstü mahkemelerin kaldırılması için çok ciddi bir mücadele yürütülmekteydi. Ancak bu mahkemeler kaldırılınca yargı içerisinde bir istisna olarak bulunan yaklaşımın ve işleyişin artık olağan bir durum olarak yargının tamamına yayıldığını müşahede ettik. Olağanüstü yargılama makamları kaldırılınca bu kez tüm mahkemeler bu anlayışa ve işleyişe büründü. Geçmişte olağanüstü olarak nitelendirilen, artık sıradan ve olağan görülmeye başlandı. Bu durum Demirtaş ve Kavala için olduğu kadar herkes için çok ciddi bir tehdit içeriyor.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Olağanüstü yargılamalar ve avukatlık tarihi üzerine sürdürdüğümüz birkaç çalışma var. Bireysel olarak, hukuk ve yargının günümüzdeki krizi ve buradan çıkış üzerine çalışmaktayım. İş yoğunluğundan fırsat buldukça bu konulara zaman ayırıyorum.