YAZARLAR

Müziksiz müzik, hayatsız hayat

Belki de tüm hayatı solduran yasaklılık hali ve geleceksizlik duygusu her şeyi olduğundan daha gülünç hale getiriyordur.

Sahnedeki grup 70’lerden 90’lara çok bildik yabancı parçaları ama güzel çalıyor. Hemen hemen tümü müdavim müşterilerin yaş ortalaması 70. Hepsi şarkılara harfi harfine eşlik ediyor. Birkaç çift dört beş saat boyunca hiç pistten inmiyor. Aman Allahım, o yaşta o ne enerji o. Eşli danslarda ayakta zar zor durabildiği halde kuyruğu indirmeyen amcalar da var, mihrap yerindeliğe eşlik eden sıkı bir ritim duygusuyla keyifle izlenen yakışıklı ihtiyarlar da. Kadınlar genelde her yaşta zımba gibi zaten.

Üniversiteden bir arkadaşımın, Radyo, TV, Sinema eğitimine ve tabii yıllar içinde yaptığı bağlantılı işlere rağmen hayatını müziğe adamaktan ve müzikten kazanmaktan hiç vazgeçmemiş Deniz’in çaldığı mekândayız, Alanya’da. Yıllar sonra yeniden görmek istediğimizi yazdığımda “keşke başka yerde çaldığımızda gelsen, sıkılırsın,” demişti de hiç sıkılmadık. Hem mekânın enerjik yabancı ihtiyarlarının ülkeye, gündeme çok ters sürgit neşe ve huzuru, hem de yıllar sonra bir arkadaşı ruhen pek de değişmemiş görmek iyi geldi. Programdan sonra sohbet ettik, güldürdü biraz da. Her gün canlı müzik yapmak meşakkatli iş, müşterilerin sevimli yanlarının yanında zor yanları da var. “Maşallah bu ne enerji!” diyorum, Deniz “evet maalesef geçen yıl böyle altı yedi kişiyi toprağa verdik…” diyor. Müzik durana kadar dans edip sonra fenalaşanlar oluyormuş. Bu yaşam sevincini ultra korumayı başarmış müdavimlerin tamamı yabancı tabii. Emeklilik paralarıyla Türkiye’de gayet kalburüstü bir yaşam sürebilen yabancılar. Bizim eski kuşak orta sınıflar emeklilikte şanslıysalar bir yazlık alıp neredeyse kendileri çoluk çocuğa karışana kadar, hatta bazen sonrasında da evlatları için yaşarken, elin emeklisi tabii buralarda hayatın keyfini sürebiliyor. Sürdürülebilir yaşam sevincinin kesinlikle ülkesel ve sınıfsal bir tarafı var. Coğrafya hederdir.

Gençler ve orta yaşlılar için durum daha fena, küçük bir şanslı azınlık dışında insanlar artık orta düzey bir market alışverişinden depresyona girmiş vaziyette çıkıyor. Kiralar almış başını gitmiş, taşınmak her zamankinden daha kabus, hayatın dişleri her zamankinden daha kocaman. Eş dostla geçirilen ortalama bir tatil bile öyle pahalıya geliyor ki. Neyse tüm bunlar hepimizin malumu. Deniz’in söylediği son bir şey çok dokundu bana, bu püfür püfür bar kısmını onunla bitireyim. Pandemi boyunca görece son derece keyfi biçimde korkunç bir işsizliğe mahkum edildikleri için intihar eden müzisyenleri kastederek, “düşünsene, avukatlar, mühendisler, doktorlar, senaristler… Başka kim olsa bu kadar zamanda 103 intihar olay olurdu. Müzisyenlerinki çok şaşırtmadı bile…” dedi. Saat tam 12’de müzik susarken her şeye rağmen kendi gibi kalmayı ve belki tercih ettiği koşullarda ve türde değil ama güzel müzik yapmayı sürdürme ilkeliliği için gurur duyduğum arkadaşımla vedalaşarak mekândan ayrıldık.

Alanya’da hayat boyu tanıdığım en doğru düzgün, mert insanlardan biri olan bir kadın dostumun misafiriydik. Hani iki sene görmezsin, bir sene sesini duymazsın ama dağ gibi dostluğunu hep hissedersin, öyle biri. Eşi de dünya iyisi bir adam, bir de iç ışıldatan kızları var, adı Güneş. Çok az görüşebildiğimiz için geceyi uzatmak istedik haliyle. Arkadaşım “türkü bar” dedi, ben çok fazla rakı içmemişsem pek türkü bar tipi değilimdir ama yeterli miktar dostlukla tabii gidilir. Ayrıca açık yer yokmuş zaten başka. Bir mekâna daldık. Loş bir kırmızı ışık altında kır sakallı, kırçıl saçları arkadan bağlı, hafif göbekli erkekler ve saat itibarıyla hunharca doğaçlamaya müsait genç erkeklerin yanı sıra birkaç da kadının bulunduğu barda müzik değil şiir duyunca irkildim bir. Türkü bar iyiyse iyidir ama çıplak sesle şiir okunan yerde insanın şiirden ebediyen soğuma riski nereden ‘barsan’ acayip yüksek. Meğer bir saz tıngırdatıyormuş çalan ama susturucu mu takılmış, tedbir tam nedir bilmiyorum, sazdan ses çıkmıyor!

“Yaşamak ne güzel şey… Anasını sattığımın yaşamak ne güzel. Şey… Düşün beni… Kollarım senin çocuk doğurmamış geniş kalçalarındayken…” dizesini işitince soldan soldan bir geldiler bana. Bu dizeyi ben bir yerden biliyorum ama son okuduğumda pek böyle değildi. Hatırladım, tamam, “Taranta Babu’ya Mektuplar”dan serbest uyarlama yapılıyor. Ortamdaki bekar kadın oranı düşünülerek mi, şiirin ruhu hiç kavranamamış da namus tellerine dokunmamak için mi bilmiyorum ama “kollarım senin üç çocuk doğurmuş geniş kalçalarındayken,” ani bir manevrayla “çocuk doğurmamış”a çevrilmiş. Sonrası da işte, böyle grotesk bir sözlü türküsellik hali… Gurbetçiler, rakı içip bu saatte hala bir mekânda bulunabilmenin verdiği özgürlüğün tadını çıkaranlar…

Birden kırmızı barda bir ses yankılandı. “Göt!” Herkes bir an birbirine baktı. Ortam gençlerinden biri birden şiir okumaya başlamış meğer. Eyvah. Çocuk ay ışıklı, aşklı meşkli birkaç cümle kurduktan sonra o coşkun kelimeyi açıkladı. “Tiyatro dersinde hocamız ‘dolaylama’yı öğretti, benim de içimden bu sözcükle başlamak geldi ortamın samimiyetine sığınarak…” Alkışlar falan. Ben sarhoş da değilim, masanın dibine girmek istiyorum. Sığınma kardeşim, madem dersini almışsın ayrıca öğren; o sözcük dolaylama değil doğaçlama. “Doğaçlama”yı bile doğaçlıyorsun yav!

Demem o ki, müziğin susturulması korkunç bir şey. Her şeye rağmen insanlar eğlenmek istiyor, ortak bir dille ortak duygular yaşamak istiyor. Bunu anlıyorum. Ama bütün olay sazda mıymış? Müziksizliğin ortaya çıkardığı bu nasıl bir kültürel sefalet, nasıl bir eğlenme bilmemektir? Tabii ki bir tatil yöresindeki bir bardan yola çıkarak toplu bir gömme yapmak istemiyorum ama bardaki o prototipler ruhuma öyle bir sıkıntı verdi ki, anlatamam. Neyse arkadaşımın eşinin söylediğine göre bu bar normalde çok daha hoş bir mekânmış. “Çok da iyi bir eski sahibi vardı, kaybettik” dedi. Nihayet içten bir hüzünlenme olanağı yakalayarak, “aa nasıl?” diye sorduk. “Ya işte burada güzel bir solist vardı. Aşık oldu. Sonra işte karısı evde basıyor, balkona tırmanmaya çalışıyor falan. Üçüncü kattan düştü gitti dağ gibi adam.” İki kadın kahkahayı patlatmışız. Neticede arkadaşımızın arkadaşı, hazin bir olay, gülmemek gerekiyor ama durduramıyoruz. Absürt ortamın absürt finali de bu oldu.

Belki de tüm hayatı solduran yasaklılık hali ve geleceksizlik duygusu her şeyi olduğundan daha gülünç hale getiriyordur. Solun yeniklik hissi ne kadar hüzünlüyse, ona eşlik eden, kendini solcu sayan ortalama bireydeki yenilenmeme hali de fena ama. Buradan kesinlikle çıkmak gerekiyor; eğlenirken de.

Arkadaşlar iyi, ne olursa olsun iki kadeh içip iki lafın belini kırmak güzel. Ama yoksulu daha yoksul, orta sınıfı yoksul, çoğunluğu tamamen geleceksiz hale getiren muktedirle mücadele için daha direngen, daha sağlam umut ve kaçış noktaları yaratmak gerek. Kısa tatilin hissesi de bu oldu.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.