Muzip bir umutsuzun günlükleri: Günther Anders

Günther Anders’in düşüncelerinin yeniden incelenmesi ve güncel bir bakış açısı ile okunması, bugünün dünyasında felsefe, sosyoloji ve güncel politika çalışmalarına birçok açıdan katkıda bulunabilir.

Google Haberlere Abone ol

Gizem Bilkay

Günther Anders’in 'Günlükler – Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam!' kitabı, geçtiğimiz ay ilk kez Türkçeye çevrilerek İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın çevirisi Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk tarafından yapıldı.

Neredeyse 70 yıla uzanan kariyeri boyunca çok sayıda makale, öykü ve şiir yayımlayan Günther Anders, Jean-Pierre Dupuy’a göre yirminci yüzyılın en ihmal edilen Alman yazar ve filozofudur. Atom çağında varlık, ahlak ve anlam sorgulamalarına girişmiş ilk düşünürlerden biri olan Anders, aynı zamanda Hannah Arendt'in ilk eşi ve Walter Benjamin'in kuzeni olarak da biliniyor.

Anders, kitaplarında genellikle İkinci Dünya Savaşı, Yahudi Soykırımı, Hiroşima, Vietnam Savaşı, gelişen teknolojinin yıkıcı potansiyeli ve hem hocası hem de etkilendiği düşünür olan Heidegger üzerine yazmıştır. Bununla birlikte, yapıtlarının birçoğu henüz ne İngilizce ne de Türkçe’ye çevrilmiştir ve gördüğü ilgi halen kendi zamanının diğer düşünürlerine kıyasla sönük kalmaktadır.

KAYDEDİLEN ÇOCUKLUK

Yazarın günlüklerle olan ilişkisi çocukluktan başlamış, 1902 yılında üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelen Anders’in psikolog anne-babası üç kardeşin de bütün çocukluğunu günlükler ve fotoğraflarla kayıt altına almıştır. İlerleyen yıllarda ebeveynlerinin yazdığı ‘Erken Çocukluk Psikolojisi’ kitabının temellerini oluşturan bu günlüklerle beraber, günlük tutmanın hem bir aile geleneği hem de yazarın ilerleyen yıllardaki yazma pratiklerini ve psikolojisini şekillendiren etmenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Bahsi geçen günlüklerde annesi, onu son derece zeki ve duyarlı bir çocuk olarak tanımlamış ve şu ifadeleri kullanmıştır: "Günther, farklı olma konusunda açık bir arzuyla çalışıyor. […] Kitlelere karışmaktan, kalabalıkta kaybolmaktan düpedüz korkuyor.." Nitekim, 1930’ların başında Berlin’de bir gazetede yazmaya başlarken seçtiği ve sonrasında bütün yazılarını yazdığı soyadı olan ‘Anders’ Almanca’da ‘farklı’ anlamına gelmektedir.

Kimilerince ailesinin kendisini bir denek gibi kullanmasına tepki olarak soyadını değiştirdiği söylense de yazar bu iddiaları hiçbir zaman kabul etmemiştir. Hatta kitabın ilk çıkışından otuz sekiz yıl sonra, 7. baskıya önsöz yazarken ailesine teşekkür mahiyetinde ibareler düşüp Anders-Stern olarak imzalamıştır. Özenle kaydedilen çocukluk anılarını okumanın 'kişisel bir baş dönmesi (vertigo) deneyimi gibi' olduğunu ifadesini de kullanmıştır.

ENTELEKTÜEL ETKİLEŞİMLERİ

Doktorasını Freiburg Üniversitesi'nde Edmund Husserl'in yanında tamamlayan Anders, Martin Heidegger'den de dersler almıştır. Hannah Arendt ile tanışmaları Heidegger’in derslerinden birinde olmuştur. Bertolt Brecht ile de dostluk kurmuştur, hatta Nazi Almanyası nedeniyle o dönemde yayınlanamayan Molusya Katakombu romanını ona emanet etmiştir. 1933 Mart ayında savaş sebebiyle Almanya’yı terk ederek Paris’e kaçan yazar, 1936 yılında ise kendisini bir türlü oraya ait hissedemediği Paris defterini kapatıp ABD’ye gitmiştir.

Arendt ile evliliği de bu yıllarda biter. ABD’de sürgünde 14 yıl kalacaktır. Burada Adorno, Horkheimer gibi düşünürlerle irtibat halinde olmuş, ancak hiçbir zaman Frankfurt Okulu içerisinde yer almamıştır.

1950'de Avrupa'ya döndükten sonra Viyana'ya yerleşmiş ve akademik kariyer yapmayı seçmiştir. Yazar ve politik aktivist olur ve otuza yakın kitap yayınlar. Yaşamının son dönemlerinde, çalışmaları Theodor Adorno Ödülü (1983) ve akademik düzyazı için Sigmund-Freud Ödülü (1992) dahil olmak üzere bir dizi ödülle onurlandırılmıştır. Anders kimi ödülleri politik görüşlerine ters düştüğü gerekçesiyle kabul etmemiştir.

Kendisini etkileyen düşünürler kadar, kendisinden etkilenen de birçok düşünür olmuştur. Örneğin sosyolog Zygmunt Bauman, son yıllarda modernite, kötülük ve küreselleşme üzerine yazılarında Anders'in felsefesine sıklıkla atıfta bulunan düşünürlerden biridir. Bauman, Küresel Çağda Sosyal Eşitsizlik (2011) adlı kitabında, Modernite ve Holocaust’u yazarken Anders'in vardığı sonuçlara maruz kalmadığı için derin bir üzüntü duyduğunu yazmıştır.

ANDERS’İN MARJİNALLEŞMESİ

Anders’in Viyana’da yaşadığı yıllarda Viyana entelektüel bir ilgi merkezi olmaktan uzaktaydı. Komünist Doğu ile Kapitalist Batı arasındaki güç mücadelesinin tam kalbinde yer alan Berlin ve Paris, hem politik hem sosyokültürel anlamda Avrupa'nın merkez başkentleri haline gelmişti. O zamanlar, ‘Viyana Paris değildi ve Anders, Sartre değildi.’ Onun sesi, Fransız çağdaşları kadar gür duyulmadı…

Bununla birlikte, Anders'in Anglosakson entelijansından dışlanmasında mekânın yanı sıra başka faktörler de rol oynamıştır. Marjinalleştirilmesinin nedeni sadece bir yazım stili veya fiziki koşullar meselesi değil, aynı zamanda dil, konum ve tarihsel bağlam meselesidir. Auschwitz'i Hiroşima'nın yanına yerleştiren, ikisini eşdeğer tutan ve Batı'da totalitarizmin işaretlerini tespit eden yazılarıyla çemberin dışında kalacağının sinyallerini en başından beri vermekteydi.

Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam!, Günther Anders, Çevirmen: Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk , 496 syf. İthaki Yayınları, 2021.

Bilindiği gibi, Nazilere karşı kazanılan zafer, Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atılması, Dresden’in bombalanması gibi tartışmalı eylemleri gölgede bıraktı. Savaş sonrası oluşan politik ortamda, bu hamleler istisnai ve kimi yerde olumlu bakış açılarıyla değerlendirildi ve neredeyse kimse hatalı bulunmadı. ABD hiç suçlanmadı ve Washington’un atom bombası kullanımının sorumluluğunu kabul etmesi beklenmedi.

Bundan farklı bir yaklaşım benimseyen Anders, Amerika’nın Vietnam’daki politikasını her zaman sertçe eleştirdi ve Bertrand Russell ve Jean-Paul Sartre’ın katıldığı Russell Mahkemesinin de bir üyesiydi. ABD’nin savaş suçları ve uluslararası hukuk ihlallerinden ne ölçüde sorumlu tutulabileceğini araştırdı. Arendt ve diğer birçok çağdaşının aksine Anders, Vietnam'daki Amerikan askerlerini İkinci Dünya Savaşı'ndaki Nasyonal Sosyalistlerle eş tutmakta tereddüt etmedi.

Bu gibi radikal bulunan görüşleri nedeniyle Günther Anders’in her zaman çizgi dışında kaldığını/bırakıldığını söyleyebiliriz. Ancak kendisinin de hiçbir zaman çizgi içinde olmak, onaylanmak, tanınmak, akademiye ve çeşitli kurumlarla hemfikir olmak gibi kaygılarının olmadığını da belirtmek gerekir. Bu çizgidışılığı bir mağduriyetten ziyade yazarın kendi seçimi ve dik duruşu olarak okumayı tercih ederim.

HİROŞİMA VE AUSCHWITZ: MAXIMA MORALIA

Adorno, o ünlü sözünde 'Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır' der. Hiroşima'dan sonra şiir yazılabilmiş olmasından hiçbir zaman bahsedilmez. 1960’ların başında Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ tanımı zamanın ötesinde ve konunun içeriği ve tazeliği itibariyle hazmedilmesi zor bir noktada idi. Hiroşima’nın önemi ve sonuçlarına ilişkin Anders’in görüşleri de zamanında tıpkı bu şekilde tepkiyle karşılandı.

Anders, insanların kendi yarattıkları makineler ve silahlarla köleleştirilmesine tahammül edemiyordu. Özgür bir yaşam sürmelerini engelleyen bu makinelerin, bir de üstüne onları kitlesel olarak yok edebilmesi gerçeği üzerinde sıkça ve ısrarla durdu. Küreselleşme ve ‘akışkan modernite’ çağında nükleer ve biyolojik silahlarla ilgili ahlaki ve politik ikilemler bugün hala en sert şekilde devam etmektedir. Hiroşima ve Nagazaki’den beri atom bombasının (neyse ki!) kullanılmamış olması ve bir yerlerde kilit altında tutulması her şeyin yolunda olduğu izlenimini uyandırmamalı.

Anders, kitaptan alıntı ile bu konuya ilişkin şunları yazar: "Hiroşima ve Auschwitz çağımızın gerçekten en büyük ahlak skandalları oldukları ve önümüze en önemli ahlaki ödevleri koydukları için bu iki temaya ilişkin yazılmış metinlerin üst başlığı şu olmalı: Maxima Moralia.’’ (Günlükler, sf.338)

Kitle imha silahlarının, silahlı illegal örgütler veya diktatör devletler tarafından her an kullanılma ihtimali ve büyük bir krizin patlak verme olasılığı günümüzün teknolojik dünyasında artık daha da yakın. Günther Anders, insanlığın yirmi birinci yüzyıldaki istikrarsız konumunu ve teknolojik köleliğini bu çerçeveden öngörmüş ve yıllar öncesinden eleştirmiştir.

‘UMUTSUZSAM BANA NE! DEĞİLMİŞİM GİBİ DEVAM!‘

Günther Anders’in pesimist ve aynı zamanda ateist olduğunu söyleyebiliriz. Nietzsche'nin "Tanrı öldü ve biz onu öldürdük" ifadesini kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda hümanizmin öldüğüne ve hatta ölüm kamplarında ve atom bombalarıyla katledildiğine inanmıştır. Savaş sonrası dönemde Auschwitz'den sonra filozoflar, bilim insanları ve din adamları özgürlüğü, hümanizmi ve dini inancı yeniden inşa etmek için topluma durmadan umut pompalamaya çalışırken Batı'da sığınacak ahlaki bir vicdan arayan birçok kişiyi teşvik ve teselli etmeye çalışanların arasında Anders yoktu. Anders tüm bunların antiteziydi.

Hayali bir diktatörlük kurgusu ile yarattığı Molusya ülkesini anlattığı Molusya Katakombu kitabında şöyle yazar; ‘’Ne umut edin, ne yakarın. Yalnızca eyleyin. Umut eden, meseleyi hep başkalarına ya da hasmına havale eder. Yakarmaksa tapmaktır.’’

Günther Anders’in herkesin harcı olmayan ve kimilerince eleştirilen esprili, muzip, karamizahvari bir dili var. Yazım dilinin yer yer eklektik olduğunu söyleyebiliriz.

Anders, sürgün döneminin ürünü olan bu Günlükler kitabının ‘süregelen yıkımı açığa çıkaran mikroskop’ olduğunu belirterek bunların, biyografik veya tarihsel kayıtlar olarak değil, günümüze eleştirel bakış açıları getiren bir araç olarak okunması gerektiğini aktarıyor.

Kitabın önsözünden alıntıyla: "Bu günlerde statükonun çetin cevizliğini, insanoğlunun akıl almaz körlüğünü, etimolojisini gözden kaçırmadığı ve hiç sevmediği ‘düzen’ sözcüğünün yaşama nasıl musallat olduğunu bilerek -gemileri kalkış limanında yakanlardan da hazzetmez- bu durumla da kendi haliyle de hiç ilgilenmeden dünya ahvaline kafa tutarak yazmış yaşamış bir düşünürün dildeki hınzırlığına eşlik eden yalın düstur hemen her sayfada hissedilir: ‘’Umutsuzsam bana ne! Değilmişim gibi devam!"

Sürgünden sonra Avrupa’ya döndüğünde, 1936’da giderken bıraktığı dünya yerinde değildi. 1950'ye gelindiğinde, Avrupa ve ikiye bölünen Almanya hızla toparlanırken, savaşın bıraktığı maddi ve manevi kalıntılar ile yalnızca tüketim yoluyla baş eden bir toplum buldu karşısında.

Dolayısıyla Anders’in bu tarihten sonraki çalışmaları yalnızca teknolojik değişimin insan üzerindeki etkisine değil, aynı zamanda bunun bir çeşit kültürel amnezi şeklinde vuku bulmasına da dikkat çeker nitelikte. Anders, totaliter güç yapılarını korunurken ve yeniden üretilirken geçmişle hesaplaşılmadan, içi boş tüketimci yaşam tarzlarına olan geçişi ‘yıkımın yıkımı’ olarak adlandırıyor.

Günther Anders, 'Günlükler' kitabında ve sonrasında, bu konjonktürde okunması gereken ‘günümüz dünyamızın devam eden yıkımı’ dediği şeyi açığa çıkarmaya ve bununla yüzleşmeye çalışmaktadır.

ANDERS’TEN BUGÜN NE ÖĞRENEBİLİRİZ?

Günther Anders, yaşamı ve ölümünden sonraki birkaç yıl boyunca, kısmen nükleer silahsızlanma hareketine katılımından ve desteklerinden dolayı, bir filozof ve bir düşünürden ziyade bir aktivist ve bir ideolog olarak değerlendirilmiştir. Onun düşüncelerinin yeniden incelenmesi ve güncel bir bakış açısı ile okunması, bugünün dünyasında felsefe, sosyoloji ve güncel politika çalışmalarına birçok açıdan katkıda bulunabilir.

Nükleer silahların, silahlı illegal örgütlerin eline düşme riskinin olduğu, insansız hava araçlarının insanları öldürdüğü, bilgisayarların, akıllı telefonların, internet ve sosyal medyanın her kesime nüfuz ettiği bir çağda yaşamın ve insanların ürettikleri teknolojiye ne ölçüde bağımlı olduklarını ve bağımlı hale geldiklerini gösteren Anders'in felsefesinden halen çok şey öğrenilebilir.