N. Can Kantarcı: Romanı eğlenceli ve tekinsiz kılmak istedim

N. Can Kantarcı'nın ilk romanı 'Tepemizdeki Gölge' Alfa Yayınları tarafından yayımlandı. Kantarcı'yla ilk romanı üzerine konuştuk. 

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Senarist, çevirmen N. Can Kantarcı'nın ismini birçok çeviriden ve Ramin Matin’in yönettiği 2018 tarihli Son Çıkış’ın senaryosundan biliyoruz. Kantarcı kalem işçiliğinin farklı alanlarından sonra bir ilk roman olan 'Tepemizdeki Gölge' ile okur karşısına çıkıyor. Alfa Yayınları etiketi taşıyan 'Tepemizdeki Gölge' yazarlık hayali olan, standart bir erkeğin, kahramanımız Mehmet Kunduracı'nın hikayesine odaklanıyor. 

N. Can Kantarcı'yla ilk romanı üzerine konuştuk. 

Tepemizdeki Gölge, zor bir tür olarak karşımıza çıkıyor: Bilimkurgu... Öncelikle buradan başlayalım, hikaye nasıl ortaya çıktı?

Bir ilk roman aslında hemen her daim içinde örtülü bir “yazamama” meselesi barındırır. Metin bu durumu doğrudan konu edinmese bile, ilk romanın ortaya çıkmış olması, aslında bu yazamama meselesinin bir şekilde aşılmış olduğunun ilanıdır. Ben de bu çıkış noktasını biraz daha belirginleştirmek, örtülü meseleyi bilimkurgu üzerinden daha elle tutulur, eğlenceli ve aslında bununla bağlantılı olarak da tekinsiz kılmak istedim.

Bu noktada da, yazarlığa erememiş olmasını kendi yetişkinliğine pek erişememiş olmasıyla da yansıtan başkarakter Mehmet Kunduracı ortaya çıktı. Baba mesleği kunduracılığı yapmamak için yazarlığı bahane ederek binbir takla atmış bu karakterin, romanın diğer ana karakteri, hatta gizli öznesi, kasıtlı bir klişe olarak “gizemli güzel” Sude ile tanışmasıyla da olaylar kelimenin tam anlamıyla “çığır”dan çıkmaya başladı.

Sinemayla da ilişkilisiniz ve anlatımınızda görselliğin yoğun olduğunu görüyoruz. Kurgu ve anlatımda nelere dikkat ediyor, nelerden besleniyorsunuz?

Ramin Matin’in yönettiği 2018 tarihli Son Çıkış’ın senaryosuyla başladım aslında yazmaya. O bakımdan görselliğin yoğun olması tesadüf değil sanırım. Ama bir yandan edebi anlatının, özellikle de birinci tekil şahıs anlatıcının öznelliğe maruz kalan, hangi süzgeçten ne kadar geçerek bize sunulduğunu kestiremediğimiz hâli de bir hikâyeyi deneyimlerken hoşuma gidiyor. Ancak senaryo yazmaktan gelen o pratiklik, anlatıda okurun/izleyicinin dikkatini belli bir noktada tutmak elbette çok işime yaradı Tepemizdeki Gölge’yi yaratma sürecinde.

Birincil olarak dikkat etmeye çalıştığım, anlatılacak hikâyenin neye ihtiyacı olduğu. Hikâye ne istiyor? Herhangi bir şey yazarken hep akılda tutulması gereken, anlatılmak istenen o tek, görünmez cümle ne diyor? Kurgu ve anlatım da buna göre kendini kurmaya çalışmalı diye düşünüyorum. İkincil olarak ise ayrım gütmeden sanatın farklı disiplinlerinden beslenmeye çalışıyorum. Son Çıkış’ın açılış sahnesinin bir çağdaş sanat yapıtını andırdığını düşünenler olmuştu mesela; katılıyorum. Ya da Tepemizdeki Gölge’nin kıvrak güvenilmez anlatıcısıyla edebiyattan, aktardığı görsel gerilim ve imgelemle sinemadan, belirsiz bitişli kısa bölümleriyle dizilerden, “yüksek” ve “alçak” sanat gibi yapay ikiliklerin altını oyması açısından da çizgi romandan beslendiği düşünülebilir.

 Anlatımda mizah ve argo önemli bir yer tutuyor. Bu noktada bir dengeden bahsetmek gerek. Anlatımınızda bu dengeyi nasıl sağladınız?

Öncelikle dengeli bulmanıza sevindiğimi belirtmeliyim. Üzerinde özellikle çaba sarf ettiğim bir konuydu bu. Mehmet’in ağzının bozukluğunun bir sebebi olması gerekiyordu. O ağzı bozukluğun aslında yazamama hâlinin farklı bir yansıması, fonksiyon bozukluğu olarak görülebilmesi; bir yandan da tam da o ağzı bozukluk üzerinden dile getirilen bir erkeklik hâlinin nasıl manipüle edildiğinin de işaretlerinin sunulması gerekiyordu. Olabildiğince bunlara dikkat etmeye çalıştım. Sebepsiz yere, sırf ağzı bozuk olsun diye ya da küfür vb. sevdiği için ağzına geleni söyleyecek bir karakter yaratmamak için dikkat gösterdim.

Bu “cozutmuş” erkeklik hâlinin nasıl rahatlıkla yönlendirilebileceği üzerine, hiç ağzını bozmayan ama aslında Dünya’ya dair farklı bir takım bozuklukların, ya da yolunda gitmeyen şeylerin sinyallerini veren Sude üzerinden de bir zıt yansıtma duvarı inşa ettim. Mehmet’in o karşısındakini dinlemez, dinliyor gibi görünüp de aslında konuşmak için kendi sırasının gelmesini bekleyen yaklaşımı karşısında, Sude’nin aslında ne kadar iyi bir dinleyici olduğunun ortaya çıkması önemliydi. Mehmet’in kendinden geçmiş konuşmalarının Sude’nin zihninin sakin, bereketli ve üzerine dökülecek her şeyi emmeye hazır topraklarında nasıl başka filizler vermeye başladığı da hem tanık olduğumuz konuşmaları hem de tanık olmadığımız konuşmalarında hissediliyor bence.

Tepemizdeki Gölge'nin mekanları aynı zamanda anlatımın öznesi oluyor. Mekanın anlatımınızdaki yeri nedir? Eskişehir ve İstanbul'dan yola çıkarak neler söylemek istersiniz?

İstanbul’dan başlayacak olursak: romanın o büyük gölgesinin sahibi İstanbul olmakla beraber, bir yandan metinde ikincil öneme sahip bu devasa şehir. Bu bilinçli bir tercihti, çünkü olabildiğince çabuk kurtulmak istiyordum İstanbul’dan. İstanbul çok fazla işaret barındırıyor ve o çok katmanlılığıyla herhangi bir hikâyenin hemen önüne geçme riski taşıyor. O yüzden, yine İstanbul gibi “modern” özelliklere sahip olsa da, en azından benim için daha bir tabula rasa mahiyeti taşıyan, tabiri caizse daha istediğim gibi at koşturabileceğim bir mekâna ihtiyacım vardı. Bu ve benzeri kriterler de beni Eskişehir’e yönlendirdi. Ayrıca, bir sermayenin yavaşça büyümesi de romanın konularından biri olduğu için, İstanbul’dan ziyade Anadolu’dan böyle giderek artan bir ışıma olması daha iyi olacaktı metnin kurgusu açısından da.

Bilimkurgu, dünyada çok sayıda kuvvetli örnek çıkardı. Siz hangi yazarlardan, hangi sanat disiplinlerinden beslendiniz?

En çok edebiyat ve sinema olsa da, modern ve çağdaş sanatın yanı sıra müzikten de besleniyorum sanırım. Tepemizdeki Gölge’de Blade Runner, Japon İşi, Ghost in the Shell, Under the Skin gibi filmlerin yanı sıra, Kurt Vonnegut, Haruki Murakami, Italo Svevo ve Philip Roth gibi yazarların yapıtlarının büyük etkileri, David Bowie’nin Space Oddity ve Starman’inden esinler var. Bunlar ilk aklıma gelenler.

Özellikle bilimkurgu için konuşacak olursak, Vonnegut’un dışında üzerimde etkisi olan isimler arasında Stanislaw Lem, Larry Niven, Philip K. Dick, Isaac Asimov’u sayabilirim. Ancak isimler dışında ilgimi çeken, bilimkurgunun kurgusallığı; daha doğrusu, herhangi bir edebiyat türünü okurken anında taahhüdümüzü verdiğimiz inandırıcılığı askıya alma edimini doğası itibariyle iyice görünür kılması ilgimi cezbediyor, üzerine bir şeyler yapmak istememe neden oluyor. Zira bu bakış açısıyla aslında her yaratım edimi; bir dünyanın ortaya koyulması, hayali karakterlerin ete kemiğe büründürülmesi ve farklı bir zamanda ya da mekânda olayların gerçekleşmesi üzerine kurulu.

Aynı zamanda çevirmen olarak edebiyata dair üretimlerde bulunuyorsunuz. Bu kez kendi imzanızla okur karşısına çıktınız. Çevirmenlik, yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Çevirmenlik öncelikle bir yazma disiplini verdi; o (yeniden) yazdığım şey asli olarak benim üretimim olmasa da. Sonuçta bir şekilde, iki yüz, üç yüz, beş yüz sayfalık bir romanı çeviriyorsunuz ve bu çeviri süreci sırasında da daha önce bir yazarın geçtiği yollardan – elbette çok daha rahat bir şekilde – siz de geçiyorsunuz.

Çevirmenliğin kattığı bir diğer şey ise şu oldu: farklı yazarların farklı üsluplarıyla haşırneşir olmak, bir düşüncenin, bir karakterin ya da bir sahnenin aktarımında ister istemez bir katalog sahibi olmak. Çünkü bir yazarın eserini çevirirken o eserle öyle bir iç içelik hâli kazanıyorsunuz ki bir süre sonra, o hâlin size kattığı pek çok şey oluyor. Şu ana kadar çevirdiğim Jack Kerouac’ın Yolda’sından akıcı bir anlatım, Hubert Selby’nin Brooklyn’e Son Çıkış’ından argonun bir amaca hitap edecek şekilde kullanımı, Alan Moore’un Watchmen’inden büyük bir anlatısal yapı kurmak, Philip Roth’un Ölen Hayvan’ından ise bir erkeğin birtakım değişmez bakış açılarını dürüstçe aktarmayı öğrenmiş olabilirim ya da öğrenmiş olmayı umuyorum.

 Önümüzdeki günlerde okurlarınızı bekleyen yeni çalışmalarınız nelerdir?

Bir süredir Mary Shelley’nin Frankenstein’ının 1818 edisyonunu çeviriyorum. Hemen olmasa da yakın gelecekte okurlarla buluşacağını umuyorum. Bir yandan da, bu sefer sadece İstanbul’da geçen bir bilimkurgu dizisi projesi var, yine içinde farklı bir şey barındırmasını umduğum – ancak bu proje gerçekleşecek mi, orası muğlak; göreceğiz. İkinci roman içinse yavaş da olsa çalışmaya devam ediyorum; aslen bir çizgi roman projesinden evrilme bir roman olabilir bu ya da bir ejderha üzerine arkadaşça bir metin. Önümüzdeki birkaç sene boyunca ise David Foster Wallace’ın Infinite Jest’ini çevirmekle meşgul olacağım. Vaktimin büyük kısmını alacak bu proje için ise ne kadar heyecanlı (gergin diye de okuyabilirsiniz bunu) olduğumu tahmin edersiniz. Hayat gösterecek hangisinin ne zaman gerçekleşeceğini.