Nabi Kımran: 14 Nisan eylemi ‘Ne yapacağız’ sorusuna cevap verdi
Nabi Kımran, 'Ne Geçmiş Tükendi, Ne Yarınlar' kitabıyla 12 Eylül sonrası yeniden filizlenen öğrenci hareketlerini ele aldı. Kımran’la bu döneme yakından tanıklık eden Sadık Güleç konuştu.
DUVAR - 12 Eylül darbesinin üzerinden beş yıl geçmeden Türkiye’nin ilk toplumsal muhalefeti üniversitelerde filizlenmeye başladı. Üniversitelerde yasal öğrenci derneklerinin kurulup kurulamayacağı üzerinden başlayan tartışmalar, ilk öğrenci derneklerinin 1985-1986 öğretim yılında kurulmaya başlaması ile sonuçlandı. İktidarda Turgut Özal’ın Anavatan Partisi vardı. Sosyalist öğrencilerin kurduğu bu dernekler, kısa sürede tüm Türkiye’deki üniversitelere yayıldı. Nabi Kımran ile aynı dönemde bu öğrenci örgütlenmelerinde yer aldık. O İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde, ben Basın-Yayın Yüksek Okulu’nda öğrenci temsilciliği yaptık.
Nabi Kımran, dönemin iktidarının hazırladığı tek tip öğrenci derneği yasa tasarısına karşı yaptığımız 12 Eylül sonrası ilk büyük karşı çıkış olan 14 Nisan 1987’deki yürüyüşe atıfla “87’liler” olarak adlandırdığı bu kuşağın öyküsünü yazdı. Murathan Mungan’ın bu yürüyüşün ardından yazdığı Fırtına şiirinde geçen “Ne Geçmiş Tükendi, Ne Yarınlar” dizelerinden ilham alarak adını verdiği kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı.
Nabi Kımran ile aynı dönemin öğrenci mücadelesi içinde yer almış iki tanık olarak kitabı ve bir kuşağı konuştuk.
'70'LER TÜRKİYE'NİN ALTIN ÇAĞIYDI'
Kitabınızda 87’liler olarak tanımladığınız kuşağı anlatıyorsunuz. 84-85’lerde öğrenci hareketinin başlangıcında yer alan bizler, 80 öncesi politik atmosferden etkilenmiştik. 80 öncesi ortaokulda, lisedeydik. Biraz aktarır mısınız o yılların atmosferinden nasıl etkilendiğinizi?
Türkiye'nin 70'li yıllardaki politik atmosferi memleketin kılcal damarlarına kadar sinmiş, insanların hayatını derinden etkilemişti. Evet, biz kenarda köşede bir yerdeydik; çocuktuk, ergendik ama anafor gibi herkesi içine çeken bir atmosfer vardı. Altınoluk gibi yörelerde çok sert çatışmalar yoktu, olsa bile biz yaşımız itibariyle yeterince algılamayabilirdik. Ama müthiş bir heyecan vardı, umut rüzgârları esiyordu. Subjektif olabilir ama Türkiye'nin altın çağıydı 70'ler, muhtemelen 60'lar da öyleydi. Biz o çağın çocuklarıyız. O rüzgârı yaşadık ve kendimi şanslı kabul ediyorum o yıllarda çocuk ve ergen olabildiğim için.
84’lerde üniversiteye girdik. Fakat yaprağın kımıldamadığı o ortamda üniversitelerde sosyalist gençlerin birbirini bulma hali oldu. Nasıl buluşuldu?
Sosyalist olarak geliyorsun, grubun varsa örgütünü bulamıyorsun, dağılmış durumda bir sürü şey. Grubun yoksa örgüt arıyorsun ama senin gibi düşünen insanlarla temas kurmaya ihtiyacın var. Cumhuriyet Gazetesi sosyalist bir gazete değildi fakat o yıllarda gazeteyi taşıyanların “solcu” olduğunu belirten bir işaret gibiydi. Kolunun altına Cumhuriyet Gazetesi sokup gezersen birine bir işaret vermiş olurdun; buradayız, buluşalım görüşelim gibi... Faşistler de işareti alır, saldırırlardı bize. Az kavga çıkmadı bu yüzden.
85-86’lardan bahsediyoruz…
Evet. Yavaş yavaş birbirimizi bulmaya başladık. Tabii ki mekânlarımız da oluşmaya başladı. Süleymaniye’yi en başa almak gerekiyor. Süleymaniye'de kahvelerde solun bütün renkleri toplaşmaya başladı. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde, herkes gidip gelse de yine solun kategorik olarak başka bir rengi kümelenmişti. Köprüaltı herkesin ortak mekanıydı. Bu tip bir sosyalleşme, tanışma, buluşma, arayış süreci gelişmeye başladı. Bizim taraf, bizler dediğimiz yapı oluşmaya, belirginleşmeye başladı.
Bir şeyin altını çizmek gerekiyor; sosyalist kimliği olan ya da kendini 70'lerin sosyalist yapılarına yakın hissedenlerin o dönem organik bağı da yoktu değil mi?
En başta organik bağ kurabileceğiniz bir şey yoktu ortada.
Orada benim aklımda kalan bir anekdot; Yarın Dergisi TİP’e yakındı bildiğim kadarıyla, öğrenci dernekleri üzerine tartışmayı onlar başlattı diye hatırlıyorum. Bizim çok farklı gelenekten gelen 6-7 kişilik bir grubumuz vardı, 'öğrenci dernekleri kurulur mu, kurulmaz mı' tartışmasına başlamıştık 1986 gibi.
Herkes birbirinden bağımsız yapıyordu. Şimdi bu örgütlerin ne kadar olduğu, olmadığı öğrenci hareketlerinde spekülatif hale gelebilir. Muhtemelen TİP ve TKP daha örgütlüydü, bu hissediliyordu. Devrimci Sol geleneği daha atak davrandı. Derneklere katılmak, dergi çıkarmak, kültür merkezi kurmak gibi… Herkes bir şekilde vardı ve vaziyeti kolluyordu. Onlardan bağımsız biz zaten örgüt arıyorduk, tartışıyor, çizgimizi netleştirmeye çalışıyorduk. Bu iş bir eşiğe geldi ve sanki buzlar hızla çözüldü. 1987’de öğrenci hareketindeki çıkışla, 14 Nisan’ı işaret kabul edebilirim, örgütlerimiz de hızla gençlik hareketinden kadrolarla bağ kurdular.
'DERNEKLERİMİZİ HİÇBİR ZAMAN KABUL ETMEDİLER'
Öğrenci dernekleri 1986 başında kurulmaya başlandı herhalde?
Ben 1985’te dernek kurucusuydum. Derneklerimizi hiçbir zaman kabul etmediler, biliyorsun, yasallaşmadı. İstisnai olarak yasallaşanlar vardı. Bir engel çıkardılar kabul etmediler. Ama bu neyi değiştirdi derneklerin faaliyeti açısından? Hemen hemen hiçbir şeyi… Fiili meşru mücadele diyebileceğim, yasallaşmayı umursamayan ve kendini fiili bir varlık olarak organize eden yapılar olarak devam ettik yolumuza.
İlk yasal öğrenci derneği İstanbul'da Marmara Basın Yayın ya da İTÜ’de mi kurulmuştu?
Marmara Basın Yayın’ın lokali olduğunu biliyorum, Gedikpaşa Yokuşu’ndaydı.
Biz onlardan sonra kurulmuştuk. Bayrampaşa’da tekstil atölyelerinin arasında küçük bir büro tutmuştum. Dönemin iktidarı bu hareketlenmeleri fark etti. Yasal başvurular yapılmaya başlandı ama onlar da nasıl davranacaklarını kestiremediler. Çok sert girmediler, ilk başta bir izleme hali vardı.
Aynen söylediğin gibi. Belki herkes kendi hafızasından, tecrübesinden yola çıkıyor. Tamam, 12 Eylül’de solu biraz kontrol altına aldılar ama belki de ateşe benzin dökmek istemediler, kendi halinde izlemeye aldılar. Kafamda imge olarak canlı olan şey, 14 Nisan yürüyüşünde polisin davranışıdır. Edebiyat fakültesini geçtik, önümüz kesildi az ilerde. Oturduk ve bir yerden şarkı söylenmeye başlandı, hiç unutamam onu.
Hangi şarkıydı?
Livaneli’den “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar” şarkısıydı. Bazen anın bir büyüsü vardır. Türkiye’nin karanlığından çıkmışlar, bir yol açıyor genç insanlar ve o şarkıyı söylüyorlar. Hakikaten eloğlunun duyduğu ama kardeşinin duymadığı zamanlardı. Çok anlamlıydı o şarkının orada söylenmesi. Polisler ve başlarındaki Mehmet Ağar, donmuş halde bizi izlediler. Beklediler, karar veremediler bir an. O çevik kuvvet polisleri de gençtiler, belki daha önceki toplumsal olayları , 1980 öncesini görmemişler. Gergin bir ruhla bekliyorlar, 1980 öncesinin meşhur “anarşi ve terör” heyulası önlerine gelmiş. Belki bununla ne yapacaklarını bilmiyorlardı. O muydu karşılaştıkları şey, ben de onu bilmiyorum. Ama kontrpiyede kalma hali yaşadılar bir an. 14 Nisan gösterisini tek kanallı TRT yayınladı. Bu inanılmaz bir şeydi mesela. Demek ki, böyle bir şaşkınlık hali yaşandı ve sonra ne yapacaklarına karar verdiler.
14 Nisan’a geldik ama öncesini bir açalım mı? 14 Nisan öncesinde dernekler kurulmaya başlandı, temsilciler seçildi, yasal olmasa da kendi içinde meşru bir zemin oluştu. Dönemin sosyal demokrat partisi SHP kurulmuştu ve bize ciddi destek veriyorlardı. Onların Fatih, Eyüp gibi ilçe örgütlerinde çok toplantı yaptığımızı biliyorum. Bugünden çok farklı bir durum.
Aynen öyle. Halkçı Parti ile SODEP’in birleşmesinden oluşan o parti, Türkiye’de sosyal demokrasi denilen olguya en fazla yaklaşan partidir. Ecevit’in 70’lerdeki halkçı rüzgârı ayrı konu. Muhtemelen devletçi gelenek (özellikle iki partinin birleşmesinden sonra) eski hegemonyasını kuramadı bir süre, biz o boşluktan yararlandık herhalde. Baykal’la birlikte devlet el koydu partisine.
14 Nisan öncesinde öğrenci hareketi içindeki tartışmaların 1968’e benzer yanları neydi?
1960’larda genel bir toplumsal bir uyanış vardı. TİP’in, DİSK’in, FKF-DEV-GENÇ’in kuruluşu ve bu toplumsal uyanışın kendine bir çizgi, mücadele mecrası araması söz konusuydu. TİP diyor ki, parlamento ile yapacağız bu işi. Çoğu da TİP’li olan dönemin gençlik önderleri ise “işin gereği neyse onu yapmak, sert mücadeleler de dahil başka bir yola girmek gerekir” diyorlar. Aslında uluslararası boyutları da var. Dünyada bir rüzgâr esiyordu.
1968’de sol-sosyalizm tartışmaları daha baskın.
Evet, baskın. Ve sonuç olarak hangi yoldan gelişeceğiz meselesi çok temel bir problem 1968’de. Verilen cevaplardan bağımsız söylüyorum bunu. Ayrışmanın temeli bu. Dolayısıyla orada da benzer ayrışmalar var. Değerli, saygın bir öğrenci lideri olan Harun Karadeniz’i okudum. Karadeniz’in çizgisi Kanlı Pazar’a, 6. Filo protestolarına pek de sıcak bakmıyor. Bir tehlike görüyorlar bu tip işlerde. Ve bu “maceracı” çizginin gençlik hareketini yıkıma götüreceğini düşünüyorlar. Diğerleriyse “buradan gelişeceğiz” diyor, Deniz Gezmiş'lerde de ifadesini bulan çizgi. Dolayısıyla bizim 14 Nisan’da yaşadığımız tarihsel, toplumsal bambaşka zeminlerde olmakla birlikte, esasta benzer bir ayrışmadır. Bunun yeniden kendini ifade etmesidir bizim kendi koşullarımız içerisinde.
Biz derneklerdeki ayrışmayı sosyalizm tartışmaları üzerinden yaşamadık. Süleymaniye’de ya da başka yerlerde yapıyorduk ama dernek toplantılarında pek bu tartışmaları yapmıyorduk.
Doğru, fakat Süleymaniye’deki ayrışmalar derneklere, alana dair üretilen politikalarda ayrışma olarak yansıyordu. 1984-1987 arasında barışçıl küçük kıpırdanmalar vardı. Yemekhane boykotu, çeşitli vesilelerle açlık grevleri, 1 Mayıslarda kır gezisi yaparsın, böyle işler. Ama dönemin devrimci gençleri açısından bana sorarsan, son derece politize bir dönemdi. Dernek kurma konusu tartışma dışıydı. Hepimiz hemfikirdik, dernek kuracağız, bunu koyalım kenara. “Türkiye devrimi nasıl olacak, devriminin çizgisi nedir” başlıkları birinci gündemimizdi, herkes kendince bir çizgi arayışına girdi. 68’liler beğenmedikleri çizgiye karşı kendilerince bir çizgi inşasına giriştiler. Bunun öncülleri vardı. Kimi Castro-Che okudu, Vietnam’ı izledi, Filistin’i inceledi, Sovyetik çizgi dedi, başka bir şey dedi. Bizim dönemin talihsizliği, son derece politize olmamıza rağmen, mevcutlar içerisinde seçim yapmanın ötesinde bir meselemiz olmadı, dolayısıyla mevcutları sorgulamadık, örneğin, “bu yenilgi neden oldu?” sorusunu sormadık, pek de umursamadık.
Yeni dönemin inşasına buralardan başlamadığın zaman yaratıcı çözümler üretme imkanın da baştan sakatlanıyor. Zaten eldeki materyaller de 70’li yıllardan kıyıda köşede kalmış, topraktan çıkarılmış yayınlar, örgütlerin yeni dönemde ne söylediğini de pek bilmiyoruz. Buradan tutum ve pozisyon belirlemek… Biraz Marksizm okumak… Ne okuyorduk mesela, Politzer’in 'Felsefenin Temel İlkeleri' başucu kitabımızdı. Oradan dünyayı çözdüğümüzü sanıyorduk. Gerçi bizim Fındıkzade ekibi henüz örgüte katılmadan önce Anti-Dühring’le eğitim çalışması yapmıştı.
Derneklerde TİP’li-TKP’li arkadaşlarla Türkiye devriminin çizgisini tartışmadık. Süleymaniye’ye gidip tartıştık. Ama siyasi çizgilerdeki farklılıklar derneklere dair önerileri, dolaylı yoldan da olsa birebir etkiliyordu. Bir bakıma 1968’deki ayrışmanın izdüşümleriydi. “Derneklerin çizgisi ne olmalı, daha doğrusu sadece barışçıl eylemlerle mi sınırlı kalacağız, daha sert mücadelelere girecek miyiz?” meselelerinde ayrım oldu. Derneklerde anti-faşist, anti-emperyalist ilkeler ve benzeri konular 1987’den sonra olan bir tartışma. Ama 1987’ye kadar çok somut güncel olaylar karşısında nasıl tutum alacağız? Devlet dernekleri kapatıyor, elimizdeki her şeyi alacaklar, ne yapacağız? Esaslı bir tartışma başlığıdır örneğin bu ve 14 Nisan eylemi tartışmayı bitirdi.
'ÖĞRENCİ HAREKETİ BÜTÜN TÜRKİYE'YE YAYILDI'
Dönemin iktidarı, kurulmaya başlanan öğrenci derneklerine karşı tek tip öğrenci derneği yasası hazırladı. Ve öğrenciler buna karşı 14 Nisan 1987’de Aksaray’dan Beyazıt’a bir yürüyüş yaptı. Burada hep öğrenci hareketinden bahsediyoruz. Ama 14 Nisan eylemi Türkiye’nin 12 Eylül’den sonra darbeyle sessizliğe gömülmüş kamuoyunda, cezaevlerinden işçi sendikalarına kadar müthiş bir coşku, hareketlenme yarattı. Sizce bunun sebebi neydi?
Toplum bir işaret bekliyormuş. 14 Nisan ve devamındaki süreç sadece 14 Nisan'dan ve İstanbul’dan ibaret değil ama en önemlisi tabii ki İstanbul’daki eylem. Bütün Türkiye'ye yayıldı öğrenci hareketi. Açlık grevi, hapishanedeki arkadaşlarla dayanışma ve protesto, bir sürü eylem… Bunun nesnel anlamını belki biz de o gün anlayamadık. Bak nesnel anlamından bahsediyorum. Senin niyetin bu değil, sen dernek kurmak istiyorsun, polis saldırısını protesto etmek istiyorsun, hapse konan arkadaşlarınla dayanışmak istiyorsun. Fakat 14 Nisan ve devamı, toplumda ne kadar büyük bir arayış, birikim, öfke, bir umuda sarılma ihtiyacı, bir vesileyle “biz de buradayız” deme ihtiyacı olduğunu inanılmaz derecede açığa çıkardı. Yani 14 Nisan ve devamının politik anlamı 14 Nisan'ı çok aşan bir şeydir. 14 Nisan'ın yapıcılarının hesaplayamadığı bir şeydir.
Polis bizi dağıttı, insanlar gözaltına alındı ama bir, iki gün sonra organize olduk ve açlık grevi Beyazıt Meydanı’nda başladı.
Zaten bu anlattıklarım açlık grevinde açığa çıktı. Açlık grevine akıl almaz bir ziyaretçi akını oldu. Netaş işçileri yanımızda, Cerrahpaşa’dan hemşireler mesajlarıyla geliyor, Gazi Mahallesi'nden yöre derneği geliyor… Alibeyköy'den Sivaslılar Derneği, diğer taraftan işportacılar, öbür taraftan Mehmet Ali Aybar, Rıfat Ilgaz yanımıza geliyor. İnsan Hakları Derneği ve Didar Abla baştan sona orada. Başı sıkışanı Hale Kıyıcı evinde misafir ediyor. Ben Sultanahmet'teki avukatlık ofisinde misafirleri oldum. (Taylan Özgür'ün ablası) Her tarafta bir umut, heyecan ve moral rüzgarı. Benim hiç unutamadığım görüntü şu açlık grevinde, polis helikopteri getirildi tam tepemizde uçuruldu. Göz gözü görmez oldu. Keşke fotoğrafı olsaydı, onları kaybettik. Helikopter tepemize geldi Beyazıt Meydanı'nda, bizi havaya uçuracak kadar yakın uçtu. Çoğumuzun kafasında gazete kâğıdından yapılmış şapkalar vardı, hepsi havaya uçtu. Toz duman dağıldığında inanılmaz bir manzara ortaya çıktı. 300 kişi civarında bizdik zaten, bizi çevreleyen de ağırlıklı olarak Süleymaniye halkı, bizi tanıyan insanlardı. Nöbet değişimi yapar gibi Süleymaniye’deki kahvede gündüz öğrenciler vardı, akşam hamallar, bakır, ütü, alüminyum atölyelerinde çalışanlar, esnaflar, Siirtli Kürtler, onlar hem merakla hem de dayanışma için geliyorlardı. Helikopterin yarattığı toz duman dağıldığında sımsıkı birbirine kenetlenmiş halde bizi koruyan bir topluluk gördük. Bunlar sembolik, metaforik, müthiş ve o dönemi anlatan şeylerdir.
Murathan Mungan’ın şiiri de tam bunu ifade ediyor aslında değil mi? Yıllardan sonra, yollardan sonra, yeniden yan yana onlar...
Ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
Bu süreç kapandıktan sonra bir süre daha bunun etkileri devam etti. İstanbul Üniversitesi ve diğer üniversitelerde herkesin serbestçe konuştuğu forumlar yapıldığını hatırlıyorum. Romanya olaylarını tartıştığımız forum galiba en kalabalık olanı ve bu tür birlikteliklerin sonuncusuydu.
Forum adını en çok hak eden şeydi.
Romanya olaylarını yüzlerce öğrencinin izlediği bir forumda tartışmıştık. Hatta hatırlıyorum bugün hiç olabilecek bir şey değil, İslamcılardan da konuşanlar oldu. Ama sonra o dönem bir anda kapandı.
Nasıl başladığını hatırlıyor musun forumun? Ben sana hatırlatacağım, yıllar sonra ilk kez konuşuyoruz bu konuyu. Ben yemekhaneden çıkıyordum, sen de o tarafa doğru geldin, beni görünce, isim vermeyeyim, “bir grup arkadaş forum yapıyorlar, söz istedim vermediler” dedin. Bu skandal bir tavır bizim yetiştiğimiz değerler atmosferi içinde.
Aslında küçük bir grubun Romanya meselesinde forumu vardı, benim konuşmama izin vermediler.
Büyük bir grup da olabilir, önemli değil. İlk defa orada grup forumu denilen şey ile karşılaştık biz. Forum herkesin konuştuğu bir yerdir. Beğenmezsen itiraz edersin, fikrini söylersin. Çerçevesi budur forumun. Sana söz vermediklerini söyledin. Pekala, öyleyse bir de ben söz isteyeyim dedim, bana da söz vermediler. O zaman tamam. Forumun 50 metre ötesine gidip etrafımızda hiç kimse olmadığı halde ben konuşmaya başladım hatırlıyorsan, yani dinleyicisiz bir konuşmacı. Ondan sonra başka insanlar geldi. O forumu bitirenler de geldi. Küçük grupların atraksiyonları falan değildir o forumlar. Karşılığı olduğu için canlıdır. Bir adam kendi başına deli gibi konuşuyor, 500 kişi toplanıyor. Sonra tartışmaya devam etmek için çerçevesi belirleniyor, iki üç kişilik komitesi kuruluyor ve yönetilen, yani söz hakları düzenlenen bir şeye dönüşüyor. Bu dinamiklerin hepsi varmış. Ben işaret ettikleriyle ilgiliyim artık bu durumun.
'ÖRGÜT, MÜCADELENİN VAZGEÇİLMEZ BİR ARACIDIR'
Üniversiteden polis çekilmişti, demokratik bir tartışma ortamı vardı, polis şefi Necmettin’e karşı mizah dolu kampanya başlatılmıştı. Sonra birden, benim de içinde bulunduğum grup dahil olmak üzere, grupçu, kendini dayatan bir şey içerisine girdik. Bundan biz ne kadar sorumluyduk ya da o siyasal yapılar tekrar 1970’lerin kalıplarını aynen bize mi taşıdılar bilemiyorum.
Bizim kuşağın ilk dönem ilişkileri ile ikinci dönem ilişkileri taban tabana zıttır. Neden bunca zamandır ilişkilerimiz sürüyor? Ortak anılar, ortak hayat, mekanlar, semboller, şarkılar, türküler, bizi biz yapan bir sürü şey var. Farklı gruplara da ait olsak biz yoldaşlaşmış bir topluluktuk. Arkadaştık, anlamlıydık birbirimiz için. Evlerimiz ortaktı vesaire... Senin evlerini ben biliyorum, benim evlerimi sen. Bu yapı yavaş yavaş parçalandı. Şimdi açık olmak gerekirse, yarın çizgisinin tartışma konusu olan blokajına karşı farklı gruplardan devrimciler ortak tutum aldı. Biz kendimizce bu çizgiden gelişmeyeceğine, bunu aşmak gerektiğine inanıyorduk. 14 Nisan bu işi çözdü. Devrimciler topluluğunun çizgisinin etkili olduğu görüldü, prestiji arttı. Ve sonuç olarak Yarıncı arkadaşlar da yavaş yavaş derneklerden ayaklarını çekti. Bugünkü aklımız olsa, tamam anlaşamadık ama burası ortak mekanlarımız diye beraber yürümeyi zorlamak gerekirdi. Hala da zorlamak gerekir. Öyle kolay harcamamak lazım hiçbir şeyi. Herkes birbirinin aynı olsa farklı örgütler olmazdı. Farklılıklarla bir arada yürümektir doğal olanı. Bu durum aşıldıktan sonra iki şey gerçekleşti. Yani biz etkili olduk. 'Egemen olduk' derneklere, çizgiye ve gelişen mücadeleye. İkincisi, bizim örgütlerimiz de bize egemen oldular.
Örgüt, mücadelenin vazgeçilmez bir aracıdır fakat örgütlerin getirdiği olumlulukların yanı sıra geçmişin olumsuzlukları da çarpıcı biçimde geldi. 1984-1987 arasındaki birliktelik, dayanışma, yoldaşlaşmalarımız parçalanmaya başladı. Rekabet girdi aramıza. Bizim yeterince içselleştirmediğimiz 1968-1978’lere kadar kökü uzanabilecek sert, yıkıcı grupçuluk girdi. Ve sorun şu olmaktan çıktı: Burada bir gençlik hareketi var. Dernek diye yapılarımız var, biz bunları nasıl geliştireceğiz? Faşizme karşı, demokrasi, özgürlük ve sosyalizm için gençlik hareketini nasıl geliştireceğiz? Soruyu böyle koyarsan başka davranırsın. “En doğru çizgi benimdir, buraya egemen olursam zaten bu işi alır götürürüm” tarzında yaklaştığın zaman başka bir şey yaparsın. Bu anlayış, sosyal ilişkileri de siyasi ilişkileri de dernekleri de paramparça etti. Gençliğin düzgün bir örgütü kalmadı. Ne kadar zaman içerisinde? Yaklaşık üç yıl içerisinde. Üç yıl sonra biz zaten bu işin defterini dürmüştük.
Türkiye'de 1990'lı yıllar dediğimiz o sert ortamın, öğrenci hareketine de çok ciddi yansımaları oldu. Diyorsunuz ya 1968- 1971 arasında 50-60 kişi bu çatışmalarda hayatını kaybetmişti. Fakat ben şimdi düşünüyorum da sadece benim o dönemden tanıdığım, konuştuğum, yakın uzak bir şekilde ilişkimin olduğu 30’a yakın insan hayatını kaybetti.
Sadece Edebiyat Fakültesi’nin Hergele Meydanı’ndan 12 kişiyi bir çırpıda sayıyorum. Farkında olmadığım kaç kişi var kim bilir? Bir okulun kantini bu. Onlarca üniversite var Türkiye'de.
87 kuşağını neden 2001’de bitiyorsunuz?
Gördüğüm şeyin adını koyuyorum, keyfi bir tercihim yok. 68 kuşağı, 1968’de başlayan bir kuşak değil. 1965'ten 1971'e, hatta İbrahim Kaypakkaya’yı son kabul edersen 1973’e kadar uzanan bir dönem. O dönemin atmosferinde gençlik mücadeleleri içerisinden çıkan kadrolar daha ileri giden örgütlenmeler kurdu, kuşağın macerası okulla sınırlı kalmadı.
87 kuşağını hangi tarihten başlatmak gerekir?
87’liler açısından, 85’te üniversitelerde başlayıp, tıpkı daha önceki kuşaklar gibi toplumsal mücadeleler alanına geçen kadroların, hareketlerin etkili olduğu dönem kesintisizce 2001 yılına kadar sürdü. 2001 yılında siyasi olarak şu oldu, bu oldu, hiç bunların tartışmasına girmeyelim. Fiziken tasfiye olduk biz. 2001 yılına gelen süreçte gözaltında kayıp, işkencede ölüm, yargısız infazlar, orada dağda çatışma, burada hapishanede öldürülme o kadar çok insan öldü ki bu kuşağa ait gençlerden…
Sadece ölüm orucundan geriye kalan sakatlanmış, hayatını normal olarak sürdüremeyen insan sayısı 500 kişi. Kadro dediğin saksıda yetişmez. Bunlar ölümü göze alarak yola çıkmış insanlar. Bu birikim 10-15 yıllık süreç içerisinde fiziken tasfiye oldu. 2001'de eşik aşıldı, bu kuşağın etkili olduğu yıllarla birlikte bir dönem de bitti. Bir bakıma bu kadar büyük kayıplarda ifadesini bulacak oranda radikalize olan son kuşaktı 87’liler. Sonrasında sona ermedi ama epeyce daraldı bu damar.
Bugünkü öğrenci hareketini, özellikle Boğaziçi Direnişi’ni olumluyorsunuz. Sanki bizim yapamadığımız şeyi yaptıklarını düşünüyorsunuz. Biraz açar mısınız, nedir bugünkü öğrenci hareketinin farkı?
Mesela o yayınladıkları bildiri, müthiş bir politik bildiriydi. Keskinlik taslamak değil politika. Kendi pozisyonunu savunan, rejimin ta tepelerine cevap veren, ama bu cevabı verirken de kendini ısırtmayan, çiğnetmeyen, yani kendini korumayı da başarabilen… Hiç içerikten taviz vermeden uygun bir üslup kurarak. Boğaziçi meselesini Türkiye'nin demokrasi meselesi bağlamına oturtmaya çalışan bir yapı. Sadece bildiri mi, değil. Eylem biçimleri, toplumsal güçlerle ittifak arayışları itibariyle politika yapma kabiliyeti olan bir topluluk gördüm. Şimdi bu politikanın içeriği ne, bunu tartışabiliriz. O yazılarda şöyle bir kıyaslama yaptım bizim dönemle onlar arasında; bizim dönem sert mücadeleler yürüten, dayanaklı devrimciler çıkardı. Bu açık. Ama öğrenci hareketi söz konusu olduğunda ustalıklı politika yapamadık.
Boğaziçililerin politika becerisi bizim kuşağın kararlı, net devrimciliğine ulaşabilecek mi, tartışmalı. Bunu lisanı münasip ile soru olarak ortaya koydum o yazılarda. Eğer yapabilirlerse muhteşem olur, ama yapamazlarsa üniversiteyi savunmak için iyi mücadele etmiş olurlar, ondan sonra herkes işine bakar. Hâlbuki iki kuşağın olumlu yönlerinin sentezi yeni yollar açabilir, tek yönlülükle yol alınamadığını gösterdi zaman.
Sanırım o dönemi anlatan ilk kitap bu oldu. Belki başka çalışmalar da olur. Tekrar teşekkürler bizi o yıllara götürdüğünüz için.
Ben teşekkür ederim.
Fotoğraflar: Sadık Güleç