YAZARLAR

Narin 'vakası'

Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez.

Küçücük bir çocuğun, ayağa takılıp adamı tökezletmiş taşı bir tekmede kenara savurur gibi, öylesine anî, refleksvârî kararla öldürülüverilmesiyle aynı rafa konabilecek ne vardır? Bu cinayetin, meselâ, birçok kişi tarafından biliniyor olması, fakat ortaya çıkmaması umuduyla sessizce, -hakikatin peşine düşmüşlere düşmanlığı berkiterek- beklenmesi, oraya yakışır mı? Ya o güzelim çocuğu -çok büyük ihtimalle boğarak- öldürenin, cesedi taşıyanın, örtenin, müthiş titizlikle yürütüldüğü söylenen arama çalışmalarına katılması? “Dost düşman” herkesin sahiden de doğru dürüst yürütüldüğünü söylediği soruşturma ve özellikle arama çalışmalarının operasyonel âmiri olan komutanın, Narin kaybolduktan bir hafta kadar sonra, “Çember daralıyor, çözüme yaklaştık,” açıklaması yapması ve ardından ceset bulunana kadar on iki günün daha geçmesi ve jandarma komutanının o süreyi sus pus sahne arkasında geçirmesi? Rafımızda yer kalmayacağı belli. Zira üç değil beş değil, içyüzümüzü olanca kirliliğiyle ortaya döken rezaletler…

Üstelik, öyle girift fakat basit, öyle hayret verici fakat bilindik, öyle pespaye fakat nizam-intizam içinde, öyle uçuk fakat normal ki yaşananlar, bir kız çocuğunun öldürülüp saklanması ve ardından izlediklerimiz, yalnız bir vahşet-dehşet ve entrika serüveninin konusu olmakla kalamıyor. Bir kâbus deresine yataklık ettiği belli o köyde, dünyanın tekin yer olmadığına dair adını koyamadığı tedirginlik duyguları yaşamış olsa da henüz “o kadarını” kondurabilecek yaşa erişememiş Narin’cik, hayata doğru dürüst katılamadı bile; sadece küçücük, uğursuz bir kısmına mâruz kaldı. Allah adını en çok ağzına alanların aslında yalnız kendi -varolan veya henüz varolmasalar da ulaşılabilir (yani gasp edilebilir) gözüken- imtiyazlarına ve devlete taptıkları topraklardaki köylerde -hele kasabalarda! ve artık büyükşehirlerde de- sıradan insan hayatı bir mâruz kalma macerasından ibaret. Bizimki gibi diyarlarda kendi hayatını “yapamazsın”. Yapmış gözüken, başkasından gasp etmiştir.

Narin’in katledilmesi ve ertesinin hikâyesi buralara da uzanır.

Bizde cinayetlerin hikâyesini eleveren, ortaya döken, “kaynakları”na dayanarak gıdım gıdım ser-sır verme oyunu oynayan meslektaşlarımızın bütün hilelerine rağmen, “öncesi”ne dair öğrenilen veya uydurulan olgular değil, “ertesi”dir. Hepinizi bir çırpıda ikna ediverecek somut örnek vereyim, somut değilmiş gibi: Meselâ siyasî suikasttan hemen sonra emniyet müdürü çıkar, “Örgüt işi değil,” derse, hem örgüt işi olduğunu hem de bu işin devlet ilişkisi olduğunu ve aydınlatılmayacağını, yıllar süren davalara konu olsa bile işin gerçek sahibinin asla adlandırılmayacağını, yargılanmayacağını, hele hele cezalandırılmayacağını anlarız. Aynı anda, bu kişi, odak, teşkilat, artık her neyse onun cezalandırılmayacağını, çünkü yapılanın devlet nezdinde suç sayılmayacağını da anlarız. Hattâ sözkonusu cinayet, suikast, katliam… özel olarak kararı alınmış, planlanmış bir işlem olmasa, birilerinin işgüzarlığı ve nasıl olsa cezalandırılmayacağını bildiği için kalkıştığı “münferit hareket” olsa bile, ezcümle üniformalı-üniformasız bürokrasi, işlemin prosedüre uygunluğunu teşhis ettiği anda vazife bilip iştirak eder, gereğini yapar. Yazılı olmayan bu resmî öğreti ve prosedür nedeniyle, hep “ertesi”dir asıl bilgiyi alabildiğimiz kaynak. Prosedüre dahil olduğundan, resmî görevlilerin bazılarının ifadesi falan alınır, bir bakarız ki, bunlar, “Efendim, biz şey zannettik…” diye katılmışlar operasyona. Bu tür süreçler daha çok siyasî bakımdan makbul olmayan kişi ve çevrelerin tenkil ve imhası bağlamında cereyan eder.

Zavallı küçük kızımızın uğradığı hunharlık bu cümleden değil. Dolayısıyla burada devlet ne edeceğini şaşırmış halde: Depremlerdeki gibi! Vatandaşın başına iş gelmiş, e, devlet vatandaşa yardım ve hizmet için örgütlenmemiş ki! N’apılacak şimdi?.. Ne yazık ki, içinde çürüdüğümüz haysiyetsizlik rejimine son verme iddiasındaki muhalefet de başka nedenlerle eli kolu bağlı kalıyor. Çünkü haysiyetsizlik, tıpkı vicdansızlık gibi, -yakışıklı bir bilimli ifadeyle ortaya koyalım- sosyal kümeleri yatay kesiyor. Faillerin “aşırı dinci” olarak tarifi mümkünse de ne yazık ki bu insanlar aynı zamanda makbul olmayan etnik özelliklere sahipler. “Türkiye’nin aydınlık yüzü”nün kimi muhalif mensupları, yerleşik ırkçılığın meşrulaştırma işlemlerini kolaylaştırdığı, “Canım, zaten bu Doğulular…” numarasıyla sıyırıyorlar kendilerini Narin’in -artık cansız- bakışlarından. Bu Kürtler de ya terörist oluyor ya dinci-tarikatçı; oynayacak yer bırakmıyorlar ki milletimizin zaten okullar açıldığı için tatilden dönmek zorunda kalmış uygar kısmına! Yine de, bedeninin parçalarını annesinin tarladan topladığı Ceylan’ın kocaman açılmış gözlerini görmezden gelebilmiş birilerinden bahsediyoruz; görmezden gelebilme kabiliyetlerini asla küçümsememek gereken bir koca nüfustan!

Narin’in -bu kelime, işte bu masum küçük insan yavrularının haşin insanlık ortamındaki kırılganlığını tarif etmek için icat edilmiştir- bu dünyadan, acımasız ve şerefsiz -bu kelime, işte tam da böyle özneler için icat edilmiştir- erkek ellerince soluksuz bırakılarak hayattan koparılış öyküsü, özellikle “ertesi”yle, iradeden vicdana bireysel, siyasetten dindarlığa toplumsal, jandarmadan hükümete idarî, ahlâkî, felsefî, nereye gitseniz bir ucunu yakalayacağınız sayısız ipliğin birbirine karıştığı, uğursuz, tekinsiz, belalı yumak.

Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez. Dehşeti, cinayeti normalleştiren nedir? Çin köylerinde kız çocuklarını doğar doğmaz diri diri gömmeyi önlemek için onyıllarca uğraşıldı. Üstelik gık diyenin hesabının oracıkta kesiliverdiği dönemlerde. 20. yüzyıl sonlarında bu mevzu hâlâ vardı. Çin başka gezegende midir? Yani ortada henüz aşılmamış çok ilkel güdüler, dürtüler, daha fenası, bunların ideolojileşmiş, gayet güçlü, dayanıklı, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş halleri var. İnsan denen hayvan cinsinin erkek denen kısmının bütün medeniyet evrimine rağmen dönüştüremediği ilkel, doğal, güdüsel etkenler var. Bunların medeniyetler ile birleşmiş haline göre, kadınların kullanılıp atılabilir kabul edilişi var. Kadınların bir toplumun gündelik hayatı içerisinde kendilerini nasıl hissettiklerini, herhangi bir insan toplumunun medeniyet ölçüsü sayabiliriz. Bilinci gelişkin, ortadaki olmazlığı fark etmiş, insan türünün farklı cinslerden oluştuğunu ve erkek olmanın “doğuştan” hiçbir üstünlük ve özellik getirmediğini kavramış kadınların değil, erkeklerin -en azından hatırı sayılır bölümünün- zihninde, ruhunda, -manevî derinliklerimize ne ad vermek istiyorsak orada- “insan” diye tek bir hayvan türüne mensubiyetimiz hakkında nasıl bir imtiyazsızlık, haklar bakımından eşitlik kavramı yerleşmişse medeniyetimiz onunla ölçülebilir. Çünkü kadınların -her bakımdan, her yönüyle- bir tür hizmetkâr, hattâ, toplumlar geliştikçe, mevzular ortaya döküldükçe zorlaşsa da bin türlü yolu bulunup yaşatılan bir tür köle konumunda bulundurulabileceği, hele şimdi, giderek yitirilen iktidarı mağrur kalmaya çabalayan mağdur halleriyle izleyen erkeklerin zihinlerinden bir türlü söküp atamadıkları “bilgi”! O tabutun üzerine, bu şartlarda, yaşanan bu hikâyenin üzerine o duvağı koymadaki doğallık, küçücük, incecik yeğenini boğan Amca manzarasından bile daha ürkütücü. Amca veya başka bir zorba, kendi ömür süresince birkaç kişiye zarar verebilir. O duvağın oraya konmasıysa, ohooo…, köle sahiplerinin yaşananın özüyle hiçbir problemlerinin bulunmadığını ve kimbilir kaç kuşağın daha benzer muamele ve tehlikelerle yüzyüze kalacağını anlatıyor. “Normal bu,” diyorlar. “Kız çocuğu… başka ne olacaktı ki? Gelin olacaktı, olamadı.” O halde? Biri -herhalde boğarak öldüren-, öbürüne, “Al bunu, şuraya götür, at,” diyor. O da götürüyor, atıyor. Bu talebi bir yere kadar normal buluyor çünkü. İki yüz bin liranın asla yapılmayacak olanı yaptıracak bir istikbal vaadi içermediği âşikâr. Dereye çuval içinde çocuk cesedi gizledikten sonra fayanslarla bilmemneyle uğraşıp bilahare namaz kılan adama bu alenen cehennemlik macerayı yaşattıran -ve aslında başka insanın yaşamı üzerindeki otoritesi belli ki namazı buyuranınkinden daha elle tutulur olan- şey, şüphesiz buyuran dünyevî varlığın -alt tarafı bir adam- kimliği. Gücü. İktidar yani. Erkeğiyle kadınıyla insan türünün en iyi tanıdığı kuvvet. Normallik bunun saldığı enerjiyle katmerleniyor. Köy yerinin güçlülerinden -arkası olan- bir adam gelip öbür adama bir iş buyurursa o yapılır. Bu, normal. Öte yandan, kız çocuğunun öldürülmesi -öyle icap etmiş- ve cesedin saklanması da normal. Yoksa, güçlü kimse, kendisine boyun eğmesi normal olan erkekten, diyelim beş yüz bin lira karşılığında çükünü kesmesini istese beriki bunu yapar mıydı? Halbuki öldürülmüş kız çocuğu cesedini bir yere atıp örtmesi istendiğinde yapabiliyor, yapabilir. Vallahi derin merin, köklü möklü, ama böylesine basit.

Bunu burada daha fazla uzatamayacağım. Zaten bu kadarıyla bile dalmam, somut olarak Narin’in yüzünden, bakışından uzaklaşabilmek için, başta. Faillerle uğraşırken duyulan bîçare öfkeyi Narin’in artık sadece cansız bir resimden ibaret görüntüsüne bakarken duyulan felç edici çaresizliğe bin defa yeğlerim. “Vaka” dediğimiz şey, o güzelim çocuğun hunharca öldürülmesinin alelâde bir gündelik problemin çözümü sayılabilmesi. Yoksa tam bu noktada Amca’nın dinî inancının Allah’la, ahiretle sahiden ilişkisinin olup olmadığı sorgulamasına mı girişsek? Evet, insanlar -cinayet dahil- “gündelik” işlerini ulvî-uhrevî olandan ayırt etmeseler yaşayamazlar, doğru. Lâkin özellikle bu varoluşsal-felsefî mesele bakımından gelmiş geçmiş en zengin laboratuvarlardan biri kurulmuş bulunuyor şu anda burada. O halde bu yola da sapacağız mecburen.

Bizim burada dinî inanç dediğimiz şey, dünya yüzünde varolan bütün dinlerden, bütün siyasî görüşlerden hemen herkesin kabul edeceği, en temel, en basit, asgarî ahlâkî gereklerden nasıl böylesine uzak kalabiliyor? Bütün bir AKP iktidarı tecrübesi -ki, hemen dibimizde ihtişamlı bir insanlık felaketi olarak DAİŞ pratiğiyle de zamandaş oldu-, benim gibi, safça, muhtemelen salakça, dinden, allah ve ahiret kavramlarından, bir tür dünyevî adalet, vicdan telakkîsi uman insanları bambaşka yerlere sürükledi. Güneydoğu’daki Hizbullah meselesine açıkçası hiç böyle fazla ulvî kaçacak çerçeveler içinden bakmadık birçoğumuz. Çünkü işin içinde, güya ölümüne karşı olduğu devlet tarafından eğitilip ortalığa salınmış birileri vardı. Nitekim, bunca yaşanandan -önce tehlikeli düşman, sonra eli satırlı, “işe yarar” eleman, sonra işi bitmiş fakat başa bela hayırsız evlat konumuna sokulduktan ve laf dinlemeyince cezalandırıldıktan- sonra, o taraftan birileri artık kendilerini kullandırmama tavrına, berikiler de artık bunları kullanmama çizgilerine çekilmiş gibiyken, yine doğrudan somut siyasî hesaplara bulanmış olarak Hizbullah’ın gölgesi çıktı karşımıza.

Ve bütün bu süreci mümkün kılan, her şeye kâdir devletin Hizbullah’ı kendine göre yontup şekillendirmesi değil, onun kendini Hizbullah’ı da sindirebilecek, ona açıkça sahip çıkabilecek, hattâ onu bünyesine katabilecek şekilde dönüştürmesi oldu. Çünkü Hizbullah’ı sokağı “onlara” bırakmayacak güç olarak eğitip donatan, dindarlıkla tanımlanmayan, evet, aynı zamanda “28 Şubat’çı”  “eski” devletti; şimdiyse devlet, Hizbullah’ın belli ki sadece hayaletinin dolaşmadığı, kendisinin de, -yine belli ki- devletle ilişkilerinin elverdiği ölçüde vücut bulduğu köyde meydana gelmiş vahim hadiseyi kendisine -ve, evet, Hizbullah’çılara- mümkün olduğu kadar az hasar getirecek şekilde halletme derdindeki bir kadronun geçici örgütlenişi mahiyetinde.

Bazı çocukların gözlerinden akıl fışkırır. Tabiî gördüğümüz sadece fotoğrafsa bazen birşeyler denk gelir, bizde bu izlenimi yaratır, yanılırız. Bu payı düşüyorum, tamam. Fakat Narin’in ilk fotoğrafını gördüğüm andan itibaren, bu çocuğun pek akıllı, pek hazırcevap, sohbet etseniz sizi bol bol güldürecek ama çokça da sıkıştıracak, büyürken muhtemelen yetiştiği koşulların ötesine sıçrayabilecek bir insan yavrusu olduğu yollu izlenime kapıldım. Yukarıdan beri yazdıklarım ve bunları böyle ortaya serdiğime göre dahasını da yazmak zorunda olduğum şeyler hep Narin’in bakışlarından kaçmak için.

Devam etmeye çalışacağım.